23 Aralık 2010 Perşembe

İHH, Antisemitizm ve Kulak Sağlığı

Okuldan eve yürüyorum. Trafik, benim yorgun adımlarımın hızında işliyor. Derken üst tarafı tamamen hoparlörlerle bezenmiş bir İnsani Yardım Vakfı aracı beliriyor.

İHH. Mavi Marmara olayı ile ünü tavan yapan vakıf.

Tüm hoparlörler son ses açık, yer yer "Tazminat yetmez" cümlesi ile başlayan cihad çağrısına varabilecek Türkçe duyurular, yer yer Arapça ilahiler, kulak zarımın ırzına geçti. Ölenlerin üstünden rant sağlamanın, yardımdan çok reklam yapmanın falan dindeki yerini kurcalama niyetim yok fakat kulak sağlığıma zarar verdirmeme hakkım var.

Bunu "dinsiz, duyarsız, kafir" biri olduğum için söylemiyorum. Fatih semalarında sözkonusu araç gövde gösterisi yaparken, Yavuz Selim semtinin sakallı sakinlerinden bile yüzünü buruşturanlar vardı. Kulağın yolu bir tabi. Hatta birisi "Bu ne böyle ya!" dedi, amca muhtemelen de avazı çıktığı kadar bağırmıştır fakat aracın sesinden duymak ne mümkün! Dudak okumak benimkisi...

Bir de şunun farkındalar mı bilmiyorum: İstanbul'un en muhafazakar semtlerinden biri olan Çarşamba'nın aşağı caddesinde böyle bir çığırtkanlık, Yahudi düşmanlığına yardımcı olmaktan başka bir işe yaramaz. Ben, terörizm/özgürlük mücadelesi ikileminde radikal bir kişiyim, o yüzden Hamas gibi bir örgütün bile mücadelesinde haklılık payını açıkça savunurum, lakin bu çığırtkanlığı Massachusetts gibi birilerinin bir şeylerin farkına varması gerektiği bir yerde yapmıyorsunuz. Yaptığınız yer Fatih, Çarşamba. Hergün İsrail'e beş vakit küfredilen bir yer. Aynı söylem bir yerde Filistinlilerin hakkı yararına neden olabilecekken, başka bir yerde antisemitizme yol açabilir.

Çarşamba'nın bir delisi var. Her gün elinde iki bayrakla, Suudi Arabistan bayrağı ve üzerinde Atatürk resmi olan bir Türk bayrağı ile iki slogan atar: "Katil İsrail" ve "Hain Kürtler, Atatürk keser." Yahudi olsam, bu insandan korkarım. Şu adam yahudiymiş diye birinin üstüne salsanız, öldürmeyeceğinin garantisi yok. Zaten cinnetlerin, akli dengesizliklerin kol gezdiği bir dünyada dinin, faşist ve radikal söylemlerin ne kadar zararlı olabileceğinin farkına kimse varmıyor.

Kuran'da Saffat Suresi 100'den 110. ayete kadar bir hikaye vardır. İbrahim, Allah'tan bir çocuk ister, Allah ona İsmail'i verir fakat İbrahim, rüyasında İsmail'i Allah'a kurban ettiğini görür. Baba-oğul, "rüyada emrolunan şeyin" yapılması üzerinde fikir birliğine varır, İbrahim tam oğlunu kesecekken bu ikisine de mükafat olarak kurbanlık bir fidye verir (Gökten koç inme olayı). İbrahim'in, rüyasına sadık kaldığı övülür. Bana sorarsanız, bir peygamberin, Allah'ın çocuk kurban edilişinden memnun olabileceğini düşünmesi, İslam'ın, yaratıcıya insan kurban etme ritüellerini teşvik edici pagan dinlerden evrildiğinin kanıtıdır. Aynı hikaye İncil'de de vardır ve pagan dinlerinin etkisi daha da açıktır.

Neyse, konumuz bu değil. Geçende bir haber okudum. İngiltere'de 35 yaşında bir kadın, İbrahim'in gördüğü gibi bir rüya görüyor ve 4 yaşındaki kızını kesip, kalbini çıkarıyor. Polis eve geliyor, kadın, kızının cesedi yanında son ses açmış Kuran dinliyor.

Bu örneği şu yüzden veriyorum; Bir insanın akli problemleri olabilir. Din, ırk, milliyet gibi kavramlar insanların bu problemlerini daha da derinleştirip, dehşet verici şeyler yapmasına sebep olabilir.

Mavi Marmara olayının ertesinde verilen tepkileri hatırlıyorum. "Hitler haklıymış. Keşke Yahudilerin hepsini yok etseymiş." Bu sözleri bir grup marjinal kesim söylemedi. Sıradan vatandaş, arkadaşlarım, Facebook'ta, orada burada söyledi. Saadet Partisi miting yaptı, bu sözlerin paralelinde bir pankart açıldı. Tabi akabinde açıklama gecikmedi: "Olayların Milli Görüş ile ilgisi yoktur. Bir grup marjinal kesim pankart açmıştır."

Tamam da, mitingde binlerce kişi var, bu pankarta kimse sesini çıkarmamış. On kişinin açtığı pankart, Milli Görüşçüler tarafından tepki çekse anında kaldırtılırdı. "Münferit" diye açıklanan olayların ne kadar kolay toplumsal bir trajediye döndüğünün ne zaman farkına varacağız?

Ahmet Türk'ün burnu kırılır, açıklama "şehitlerimiz aklıma geldi, nevrim döndü, pişmanım" şeklinde olur. Hrant Dink öldürülür, öldürenler kahraman olur.

Şimdi siz, İsrail'le alakası olmayan, Türkiye vatandaşı bir Yahudi olsanız, onca "Hitlerci" arasında kendinizi güvende mi hissedersiniz?

He tabi, bir de "ya sev ya terket"çiler var. O da ayrı.

12 Aralık 2010 Pazar

Hanefi Avcı vs. Fethullahçılar

Tarihin dar, karanlık, komplocu, gizli gruplar arasındaki çekişmelerden ibaret olduğu, yetkin Türk yazarlarının dünya literatürüne kattığı bir şey. Zaten dünyada bu kadar komplo teorilerine meraklı ve bunların gerçek sanıldığı bir ülke ABD, diğeri Türkiye. Hatta Türk yazarlar, Amerikan yazarlara bile ders verir bu konuda.

Buna göre dünya MOSSAD, Yahudiler, CIA, müslümanlar, masonlar, bolşevikler tarafından yönetilir. Bu grupların her biri ayrı ayrı dünyayı ele geçirme niyetinde oldukları için birbirleriyle mücadele halindedir, zaman zaman egemenlik birinden diğerine geçmiştir. Dünyanın geri kalanı da pasif olarak bu mücadeleyi izlemektedir, olaya dahil değildir. Hatta bizim Türk yazarlar olmasa geri kalanlar bu mücadeleyi izleyemeyecek, çünkü bu örgütlenmeler hep gizli, alttan alta. Yahudiler, nispeten daha az kalabalıklar ve hepsi dünyayı kontrol etme çabasına dahil. Müslümanların içinden de bazıları örgütleniyor ve hakimiyet kurmaya çalışıyor. Bunların en büyüklerinden biri olma yolunda, Fethullah Gülen cemaati geliyormuş.

Aslında bu tarz kitapları okumam, bilim kurgu gibi gelir. Ben bu konuda Marx'ın düşüncesini destekliyorum. Dünya tarihi, kapalı kapılar ardındaki karanlık odalardan değil, sınıf mücadelesinden ibarettir.

Neyse. Fethullah Gülen kadrolaşmasını hep duyardık, Kemalistlerin kuşkusu yoktu ya, bu kitapla kuşkuları tümden silindi. Ben de okuyayım dedim, bu kadar gürültü kopardı sonuçta.

Lakin ilk 400 sayfası otobiyografi kıvamındaydı. Anılar, anılar. Sonraki 200 sayfası cemaatle ilgili lakin kitaba sonradan alelacele eklenmiş gibi duruyor, bir bütünlük yok. Bahsettiği balyoz belgeleri, Ergenekon, Baykal kasedi gibi konular da tamamen çarpıtma, kanıtsız kendi yorumları ve yalanlardan ibaret. Kamuoyunu arkasına almak için ne bulmuşsa alelacele doldurduğu gayet açık. Kitabı önyargısız okuyan çoğu kişi, benim gibi, kendisinin hukuki bir korkusu varmış da alelacele bunun bir komplo olduğunu önceden yazmış hissine kapılacaktır. Hele kitabın pompalandığı ve yayınlandığı zaman, bu hisle birebir paralel. Kemalistler ise hayal dünyalarının kanıtlandığını düşünecek, bir anda "Evet, bu bir milat!" diyecektir, lakin ortada yeni hiçbir şey yok.

Hayır, ayrıca Ergenekon ile, Balyoz davasına ilgili duyanlar açsın belgeleri takip etsin, bu olayları Avcı'nın kanıtsız yorumlarından dinlemeye ne gerek var? Ben öyle yapıyorum, o yüzdendir ki Avcı'nın çarpıtmalarını görebiliyorum. Hem de bunlar o kadar tutarsız iddialar ki. Kendine kurulan komplolardan bahsediyor, lakin kendisini uyaranlar da cemaate mensup yüksek düzeyli polislermiş, kendisine komplo kuranlar da. İşin içinden çıkamıyorsunuz.

Lakin diyelim ki ben yanılıyorum. Hatta beni de suçlayalım, diyelim ki ben de Fethullahçıyım. Hanefi Avcı'nın haklı olduğunu düşünelim.

Hatta ileri gidelim, iş, Avcı'nın da söylediğinden vahim olsun, Fethullahçılar onun sandığından da başarılı, tüm Emniyet teşkilatını, bütün teşkilatları eline geçirmiş olsunlar. Ee? Sorun ne?

Gittik bir emniyet müdürüne, okul müdürüne, "Fethullahçı mısın?" diye sorduk. "Evet," dedi, "benim hocamdır, kendisine saygı duyar, tüm dediklerine inanırım."

Ne yapacaksınız? İşten mi atacaksınız? Hapse mi tıkayacaksınız? Daha başka kimler inancı yüzünden hapse atılmalı?

Benim cemaatlerle işim olmaz. Fehullah Gülen'le alakalı değil bu. Cemaat kavramı bana yabancı. Daha önemlisi, bir kişiye biat etme kavramı bana yabancı. Kendimi en uç solda, hatta onun ötesinde (Post-leftist) olarak tanımlıyorum, lakin Marx'a biat etmiyorum. Lenin'i eleştiriyorum. Kendi düşüncelerimi, ayrılıklarımı, farklı düşünce hakkımı bir bütünün içinde eritip yok edemem, bana uymaz, o yüzden cemaat kavramı bana yabancı ve Fethullah gülen cemaati benim gözümde makbul değil.

Zaten agnostiğim, dinim yok. Politik görüşüm de anarko-primitivizm. O yüzden cemaatin gözünde de muhtemelen ben makbul değilimdir.

Lakin, Fethullah Gülen cemaatinin de, herkes gibi, örgütlenme, düşüncelerini savunup yayma hakkı vardır. Bunu yaparken de inançları gereği baskıya maruz kalmama hakkı vardır.

Tabi ki bu süreçte birlikte verimli çalışacağı insanları kayıracaklar, atamalarda bu da göz önünde bulundurulacak. Ben de post-leftist bir düzen yolunda yapılmış bir devrim sonrası kurulan hükümette önemli bir yere gelsem, dava arkadaşlarıma, güvendiğim adamlara, birlikte verimli çalışabileceğim, geçmişini bildiğim adamlara öncelik veririm.

Bunun da bir sınırı var tabi. Tutup bir manav arkadaşımı Jeofizik Araştırma Komitesi'nin başına getirirsem, yasal mekanizmaların devreye girip beni Kars'a umumi bir tuvaletin sifon çekicisi olarak süreceğini bilirim. Ama bu, inançlarım yüzünden değil, görevimi kötüye kullandığımdandır.

İşbu yüzden, kim sınavda soru çalmış, kim arkadaşını hiç alakasız bir işe atamışsa, tutuklanmalı ve cezalandırılmalıdır. Lakin bunu sadece Fethullahçılar mı yapıyor? Bunun öyle olduğunu düşünecek kadar zırdeli olanlar var mıdır bilmiyorum. Ama iş öyle değil ve bu yüzden, Gülen cemaatinin özellikle vurgulanmasının nedeni başka.

Bunun nedeni de "Tehlikenin farkında mısınız?", "Ülke satılıyor, şeriat geliyor" propagandasının bir uzantısı. Bu bağlamda da beğenin ya da nefret edin, en başarılı cemaatlerden biri olan Gülen cemaatinin hedef gösterilmesi, Kemalist devletin İslam düşmanlığından ötesi değil ve bu oyuna kimi bilerek, kimi Nihat Gençseverler gibi nispeten gelenekçi tipler ise bilmeyerek alet oluyor.

Özetle, herkes örgütlenme, inancını yayma hakkına sahiptir. "Kimin neyi yayıp yayamayacağına devlet ve ordusu karar verir, yaşasın Kemalizm!" diyen kendini solcu zannedenler, dün yaptığı gibi yarın da solcu avına çıktığında o Kemalist devleti destekleyecek mi, merak ediyorum.

11 Aralık 2010 Cumartesi

Masumiyet Üzerine

Saldırıya uğrayan askerler için yürüyüşler düzenleniyor, marşlar söyleniyor, ardı arkası kesilmeyen lanetler medyada, sokaklarda, her yerde yankılanıyor. Öldürülenlere, yaralananlara, yıkılan ailelere, mahvolan hayatlara ben de üzülüyorum. Yalnız, itirazım bu üzüntüyü dile getirirken, öldürülen askerleri "masum vatan evladı" diye nitelendirip, masum edebiyatı üzerinden uygulanan karşı şiddeti meşrulaştırmak. Kimilerinin ellerinde Türk bayrakları, kimilerinin elleri ülkücü işareti yapmakla meşgul, hepsinin yakalarında Atatürk rozetleri, aynı sloganlar. "Ne mutlu Türküm diyene", "şehitler ölmez, vatan bölünmez". Masum askerlerimiz ölmüş, o yüzden misliyle karşı şiddet uygulamak da vatan borcu haline gelmiş.

Öncelikle, bir asker masum olabilir mi? Asker kelimesinin anlamı nedir? Basit bir tanımla asker, savaş sanatını öğrenmiş, erden mareşale kadar rütbelendirilen insandır. Yani, öldürmeyi öğretmişsin, eline silah vermişsin. Zaten onlar da bunun için teslim olmuş. Yanlış mı? Doğru. Bu tanım itibarıyla, asker masum olamaz. İkisi zıt kavramlar çünkü. Öldürmenin çeşitli yöntemleri kendisine öğretilmiş, silah tutan insandan bahsediyoruz. İlker Başbuğ, Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği Sempozyumu’nun katılımcılarına Merkez Orduevi’nde verdiği resepsiyonda, "Ben hâlâ kendimi teğmen gibi hissediyorum. Bazen teğmen bazen orgeneral gibi hissediyorum. Teğmen ne demek biliyor musunuz? Hücum eden demektir" demişti. Doğrudur. İyi asker de, iyi hücum etmeyi, iyi öldürmeyi bilen kişidir. Bu yüzden, savaş sırasında düşman askerini öldürmek suç kapsamına girmez, bir nevi nefsi müdafadır - ki neyin suç olup olmaması gerektiği konusu tartışılır, ben uluslararası hukuktan bahsediyorum.

Peki öldürülen askerlerin, ülkemizde masum görülmesinin sebebi ne? Çünkü hiçbiri esasında asker değil. Senin, 18-20 yaşında elinden zorla alınmış evladın, kuzenin, kardeşin, sevdiğin adam, nişanlın, kendi bedenin, senin hayatın ve bu mantıksızlığa, işkenceye dayanabilmek için bunu meşrulaştırmak zorundasın. Bunu da vatan, namus gibi kavramlarla da bir yere kadar gerçekleştirebiliyorsun. Yine de eline zorla silah verilmiş o "masum" insan geliyor gözlerinin önüne, canın acıyor, tek istediğin başkasının da canını acıtmak oluyor ve böylece senin de masumiyetin kayboluyor. Kabul edemiyorsun ki ölen ne vatan uğruna ölmüş bir kahramandı, ne de emin olmadığın öbür dünyada mükafatlandırılacak bir şehit. O da diğerleri gibi kullanılan, kutsadığın devletinin gözünde, emri altındaki ölmüş ve ölmeye hazır binlerce robottan sadece birisi olan, bir gariban ama senin için dünyanın en önemli varlığı, masum bir insandı.

Diğer tarafta kimler var? Hikayelerini çoğu insanın bildiği, çoğunun çarpıtarak yorumladığı, çoğunun da bu yazıyı "bu orospu çocuğu ne saçmalıyor?!" diyerek okuyacağı insanlar; Yani milli mücadelede kendilerine özerklik sözü verilmiş Türk olmayan, ama bu ülkede en az Türkler kadar söz sahibi, milli mücadele döneminde kurulan ilk mecliste resmen "Kürdistan, Lazistan mebusları" diye adlandırılmış kişilerin temsil ettikleri halklar. Sonrasında kendilerine verilen söz tutulmamış, Lozan'da bile temsil edilmemişler. İnönü, "onların temsilcisi de benim" demiş lakin Lozan'da verilen tüm tavizler Kürtlerin aleyhine olmuş. Bunun üzerine mecliste muhalefet yapmışlar, sonucunda meclis kapatılıp yerine Türkçüler getirilmiş ki Lozan bir an önce imzalansın da, meclis uluslararası meşrutiyet kazansın (Zaten yurrta sulh, cihanda sulh sözünün altında bu var. O antlaşma bir an önce imzalanmasaydı, herkesin foyası meydana çıkacaktı. Yoksa, onbinlerce kişinin öldürüldüğü, soykırım diyenlerin haklı argümanlarının olduğu Dersim katliamına savaş uçağıyla iştirak eden Sabiha Gökçen'i övecek, "Türk milleti kadınıyla, erkeğiyle askerdir" diyecek kadar Türklerin askerliğiyle, savaşçılığıyla daima övünen ulu önder barışa çok da meraklı değildi).

Neyse, Osmanlı öneminden beri şöyle ya da böyle itilmiş, sonrasında arkadan vurulmuş, yeni ırkçı-Türkçü yönetimin inanılmaz baskısına uğramış bu halkların bir kısmı ayaklanmış, en barbar şekilde bastırılmışlar. Büyük Türk askerlerin bu köyleri nasıl yaktığını, dereleri cesetlerle nasıl doldurduğunu, aman vermediğini gazeteler boy boy yazmış, övünerek. Bir yandan katletmiş devlet, diğer yandan da bölge halkını Türkleştirmek için "Kürt yoktur" diyen kitaplar bastırmaya başlamış. Lazlar zaten sinmiş, öyle asimile olmuşlar ki, Türkçülüğün en azılı savunucuları haline gelmişler (Ki bu durum ironik de olsa hep böyle işler; Örneğin kültürlerinden koparılan, atalarının kılıç zoruyla müslüman olduğu insanlar, İslam'ın en koyu savunucusu haline gelmişlerdir; Türkler, Pakistanlılar, Kürtler, Persler ve hatta Arapların büyük bir kısmı buna dahildir). Köy yakmak artık devlet politikası haline gelmiş. Binlerce köy yakılmış. Hani geçende öğrencilere uygulanan polis şiddetini eleştiriyorduk, bir kız, polisten dayak yiyerek çocuğunu düşürmüştü. Bugün terörist denilen kimbilir kaç Kürt kızı ellerine o molotof kokteyllerini alana kadar kaç çocuk düşürmüştür, kaç çocuk Kürtçe konuşuyor diye polisten dayak yemiştir, yaşlarının on katı hapis cezasına çarptırılmışlardır. Tarihle yüzleşmeyi hazmedebilecek kadar faşist olmamayı becerebildiyseniz, hamile kadınların karınlarının nasıl deşildiğini itiraf eden erlerin sözlerini okuyun. Kafanızdaki masum asker tanımına uymayabilir, lakin emir eri olmak, asker olmak böyle bir şey.

Katliamlar sonrası geriye kalanların çoğu Türkleştirme amacıyla batı illere, Türklerin çoğunlukta olduğu illere serpiştirilmiş. Buralarda da "dağdan inme ayı" diye muamele görmüşler. O zamanlar parti kurmak ne demek, Kürt diye bir şey var mı ki partileri olsun? Başvuracak mercileri yok. Bölge halkının istisnasız her bireyi, en az bir yakın akrabasını devlet terörüne kurban vermiş. Hesap soracak yasal bir merci yok. Bu arada solun dünya çapındaki yükselişiyle tekrar cesaretlenmişler, dağa çıkmışlar. Sonunda mecburen bazı temsilcilerinin meclise girilmesine izin verilmiş. Göstermelik tabi. Ya milletvekillikleri düşürülüp hapse atılmış, işkence görmüşler, ya partileri kapatılmış. Daha DTP kapatılalı, seçilmiş milletvekillerinin milletvekillikleri düşürüleli kaç ay oldu?

Kısacası, bizim masumiyetlimizi elimizden zorla alan, yerine tüfek veren aynı kişiler, onların da masumiyetlerini almış. Kabul edin veya etmeyin, düşük ölçekte seyreden bir iç savaş yaşıyoruz. Burada taraf olan, bu savaşın sürmesinden nemalananların ekmeğine yağ süren her piyon, her ölen insandan sorumludur. "Savaşın sürmesinden nemalananlar" ile kastım sadece PKK değildir. Şöyle bir sağlama yapalım, hangisini tercih edersiniz; Kürtlerin, ve yeryüzünde yaşayan tüm halkların, kendi kendilerini özerk bölgelerinde yönetmesini, çocuklarının istedikleri dilde eğitim almasını, hatta istedikleri takdirde bağımsızlıklarını ilan etme haklarının olmasını ve devletlerin insanların hayatlarına müdahale etmemesini mi, yoksa daha binlerce "kahraman askerin" kendini veda etmesini mi? Bu soruya yanıtınız ikincisiyse ve Kürtlerin anadilinde eğitim hakkını, kendilerinin istedikleri gibi, enselerinde devletin mermisini hissetmeden yaşamasını, bölücülük, dış güçlerin bize dayattığı bir oyun olarak görüyorsanız, Türkiye'nin tek tipleştirici üniter yapısına tapıyorsanız, sizin ideolojinizi oluşturan, size empoze edenlerin de, bu savaştan nemalandığı kanıtlanmış olur. "Benim dediğim gibi, hatta benim yaşadığım tarzda yaşayacaksın, aksi kanunlara aykırıdır, yaşam hakkını dahi elinden alabilirim" mantığı, tam da karşısında durduğunuzu sandığınız emperyalizmin ana felsefesidir. "Diyarbakır da Türklerin, Hakkari de Türklerin, hepsi bizim ve orada yaşayanlar bizim gibi yaşamak zorunda" diyorsanız, bu tam da yayılmacı, dayatmacı emperyalizmin kucağında oturduğunuz anlamına gelir. "Askeri mi kurban ederdin, toprak parçasını mı?" dendiğinde "Tabi ki askeri" şeklinde cevap veriyorsanız, sizin çocuğunuzu, kardeşinizi, sevgilinizi, hatta sizi kullananlar, sizin beyninize istedikleri operasyonu yapmış demektir.

İkincisi, böyle bir düşüncedeyseniz, eminim ki dağa, "birkaç askeri öldürmenin kar olacağını düşündüğü" için keyfi olarak çıktığını sandığınız "teröristlerden" hiçbiriyle konuşmadınız. Sizin beyninize bu düzen öyle güzel işlenmiş ki, doğduğunuzdan beri, annenizden, televizyondan, bakkaldan, hastanedeki beyin cerrahından, okuldaki resim öğretmeninden duyduğunuz puzzle parçaları beyninizde öyle bir harita olarak işlemiş ki, yolunu kaybetmiş bir aslan gibi oradan oraya saldırıyorsunuz, önünüze çıkanı parçaladıkça hayatınızı idame ettirebileceğinizi düşünüyorsunuz, bunu yaparken ekolojiyi mahvediyor, beslenecek bir şey bırakmıyorsunuz ve yolunuzu kaybettiğinizin bile farkınızda değilsiniz. Adamlar size, "ben farklıyım, senin gibi yaşamak istemiyorum" dedikçe, siz ona dalga geçer gibi "benim sahip olduğum haklara sen de sahipsin" diyorsunuz. Adamların tüm hukuki yolları kapatılmış, merkezi sistem, mecliste çoğunluk olmayanlara söz hakkı bile vermiyor ve ellerine silah almadıkları sürece tüm taleplerini küçük görerek reddediyorsunuz, sonra dalga geçer bir tavırla "çözümün yeri meclistir" diyorsunuz. Anlamıyorsunuz, anlamak da istemiyorsunuz. Şu kadarını söyliyeyim, sizin gibi, bu iç savaşta taraf olmaya zorlanmış, aslında asker olmayan o insanlar da birilerinin kardeşi, çocuğu, nişanlısı, kuzeni, sevdiği adam. Yalnız sizin farkınız, siz kendi "askerlerinize" şehit deyince vatansever kabul edilirken, bu adama terörist demeyen insanlar da devlet tarafından terörist ilan ediliyor. Soruyorum; Öldürülen askerlerin masum olarak görülmesi ve bunun neticesinde sizin masumiyetinizi kaybetmeniz, devletin uyguladığı karşı şiddeti "vatanı korumak" olarak algılamanız, yani o masum adamın zorla asker yapılması kimin işine geliyor? Kürt sorunu gerçeğini görmezden gelmek, Kürt hareketinin oldukça hiyerarşik, zalim, silahlı bir kanadının olması nedeniyle, devletin kendi eliyle yarattığı Kürt sorununu, dış güçlerin yarattığı ve ezilmesi gereken bir terör sorunu olarak görmeniz ve devletin, Kürt hareketinin şu ya da bu kanadında olan herkesi ezme politikasına destek vermeniz, kimin işine geliyor?

Askerler ne kurt işaretiyle, ne Türk bayrağı sallanarak, ne Atatürk rozetleri takılarak, ne slogan atılarak desteklenir. O "masum" 18'lik delikanlıyı savaşçıya çevirmeyeceksin, ölüme yollamayacaksın, en deli çağında "bu senin devlete borcundur" deyip sömürmeyeceksin o genci, ölmese de delirmesini sağladıktan sonra ona gazi ünvanı vermeyeceksin, masumiyetinin ırzına geçmeyeceksin bir zahmet. Kürt hareketinin silahlı, silahsız, az silahlı, çok silahlı, yasal, yasal olmayan tonla temsilcisi var, seç seç beğen. Ama birini seç artık ve masaya otur. Yoksa devletçi medya ve militarist eğitim sisteminin yapabileceği tek şey, batıdaki insanları kandırıp, doğuda olmuş ve olanları çarpıtarak, kendisi için ölmeye hazır rejim militanları yaratmak olmaya devam edecektir. Fakat bu, orada yaşayan, neyin ne olduğunu bilen, batıdaki insanlara "beyni yıkanmış" olarak gösterilen halkı ikna etmeye yetmeyecektir ve bu iç savaşta iki hiyerarşik düzen arasında taraf olmaya zorlanmış, aslında asker olmayan gencecik insanların ölmesinin devamı anlamına gelecektir. "Şehitler ölmez, vatan bölünmez", "vatan sağolsun" saçmalıkları da, bu çılgınlığı, kendi şaşırmışlığınızı bir süre örtmenizden başka bir işe yaramayacaktır.

Ben bu savaşta taraf değilim. Beni hayatta tutan şey de bu kutsanan toprak parçası olmadığı gibi, bu vatan, canımı da alamaz. Üstelik, dünyada kazanılmış hiçbir savaş yoktur. İnsanoğlunun birbirleriyle, hayvanlarla, doğayla girdiği ve girmekte olduğu her savaşı, kağıt üstündekiler ne derse desin, aslında iki taraf da kaybetmiştir ve etmeye mahkumdur. Devletin yarattığı ve üzerinden beslendiği bir sorun için, ne ben, ne sen, ne öteki, yeşil üniformayı giyip başka insanların kentlerine girmek, vatanı kurtarmak adı altında ölüme gitmek zorunda kılınamaz.

Not: Bu yazım Türk Ceza Kanunu'nun 318. maddesini ihlal etmiş bulunuyor. Kanun: "Halkı, askerlik hizmetinden soğutacak etkinlikte teşvik veya telkinde bulunanlara veya propaganda yapanlara altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilir" şeklinde. Yani halk askerliğe çok sıcakmış ama onları soğutmak yasak. Üç önceki paragrafta sorduğum "o masum adamın zorla asker yapılması kimin işine geliyor" sorusunun cevabı da bu madde. Kürtlerin de, Türklerin de masumiyetini yitirmesini isteyen, masumiyetimizin ırzına geçenler, bu maddeyi yürürlüğe sokanların ta kendileri. Çözümleri ne? Terörü ezmek adına bölgeye daha çok genç yollamak, daha çok ölüme sebebiyet, daha çok kan. Adeta kökleri kanla sulanan bir ağaç haline gelmişler.

Ve kimsenin cesaret edemediği şeyi söylüyorum;  Kürtlerin amacı ayrı bir devlet kurmak değil, lakin farzedelim ki öyle. Benim gözümde tek bir insanın, hatta bir kedinin canı bile, bir toprak parçasına feda edilemez. Eğer bağımsızlık isterlerse, bu, orada, Diyarbakır'da, Hakkari'de yaşayanların sorunudur, İstanbul'da yaşayan biri olarak benim sorunum değil. Oraya hiçbir askerin gönderilmesini, orada yaşayan insanlara "hayır, olmaz, burası bizim ve bunu kabul edeceksin" denilmesini, bölünme talebinin olduğu şartlar altında bile hazmedemem. Bölünülürse, bölünülür, nedir yani? Anlaşılmayan şey de bu zaten; Kürtler, onca şeyden sonra, onlara bölünme fikrini ifade etme hakkını dahi iade eden, güvenebilecekleri bir devlet istiyorlar. Askerleri madem o kadar çok düşünüyorsunuz, nedir bu gözünüzü doyurmaya yetmeyen toprak hırsı? Fazla toprağa sahip olmayı dünyanın en gelişmiş medeniyeti olmakla eşdeğer gören bir anlayışla büyümüş bir millet olarak, bu emperyalist bakış açısının kırılma zamanı sizce de gelmedi mi?

6 Aralık 2010 Pazartesi

1933 Bursa Nutku

Kemalistler bilirler. Atatürk'ün meşhur Bursa nutku vardır. Atatürk tarafından yapılıp yapılmadığı muallaktadır ya, ama biz yaptığını farzedelim.

Rivayete göre, Bursa Ulu Cami'de Türkçe ezan okunur. Cemaat, namaz çıkışı Evkaf Müdürlüğü'ne gidip, ezanın niye Arapça okunmadığını sorar. Malum, Türkçe Ezan yürürlüğe girip, okunması teşvik edilmemişti. Bizzat Paşa emretmişti, Arapça ezan yasaklanmıştı. Diğer "devrimler"de olduğu gibi, yenilik gelmekle kalkmamış, eskisi yasaklanmıştı. Neyse, cemaatin bu ziyareti üzerine Evkaf Müdürlüğü ne yapıyor? "Niye Arapça ezan yasak?" sorusunu soran cemaati cevapsız geri çeviriyor. Cemaat de toplanıyor, valiliğe gidiyor. Valilik telaşlanıp olayı kolluk kuvvetlerine bildiriyor. Atatürk'e de bir telgraf çekiliyor, "Ayaklanma girişimi oldu, valilik basıldı" diye. Yurt gezisinde olan Atatürk de Bursa'ya gidiyor, halbuki ortada ayaklanma girişimi falan yok. Lakin yemekte kendisine, Bursa gencinin olayı bastıracağını, ama zabıta ve adliyeye güvendiğinden ötürü bir şey yapmadıklarını söylüyor. Paşa'ya göre, bu ne büyük bir hatadır! Halbuki Türk gencinin işi, zabıta ve adliyeye bırakmaması gerekir. Derhal kalkıp bu konuşmayı yapıyor. Ne diyor Kemal:

"Türk genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük kıpırtı ve davranış duydu mu, 'Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır' demeyecektir. Hemen araya girecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; Nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır."

Yani, günümüzün çakma solcu Kemalist gençlerinin dediği gibi Atatürk, "kalkın gençler, devrim yapın" demiyor. Kendi yaptığı Türkçe ezan, şapka kanunu, rejim değişiklikleri gibi dönüşümleri devrim olarak nitelendiriyor ve gençlerin, bunların bekçiliğini yapmasını istiyor. Örneğin, Kemalist gençler, Atatürk'ün devrimlerine aykırı bir tavırla üniversitelere başörtüsüyle girenlerin başörtülerini önce açmanız lazım. Olmazsa, taşla, sopayla, silah zoruyla. Atatürk devrimlerini zayıflatıcı nitelikte sakalla, cübbeyle, çarşafla gezen insanlarla dolu olan Fatih Çarşamba semtini basıp, gereğini yapmanız lazım. Kenan Evren yapmış zamanında, bugün polisi, jandarması bir şey yapamıyor. Niye duruyorsunuz gençler? 1955'te azınlıklara uygulanan katliam ve yağmayı yapanlar ne kadar da Atatürkçüymüş meğer!

Ahmet Kaya, "Kürtçe şarkıma klip çekeceğim, yayınlayacak bir yürekli arıyorum" dediğinde polisi beklemeden Ahmet Kaya'nın kafasına çatal fırlatanlar, Atatürk'ün Bursa nutkuna uyan "vatansever"lerdi. Öyle ya, Kürtçe'yi yasaklayan Atatürk'tü.

Bahçeli ne diyordu devlet Kandil'e operasyon kararı aldığında ve DTP'nin "Operasyon olursa iç savaş çıkar" dediğinde? "Kandil'de ne yapılacaksa, ülkenin her yerinde o yapılır." Ne kadar vatansever bir tutum. Atatürk'ün de kastettiği tam olarak bu. Ülkenin her yerindeki gençler, sokaklara çıkıp ülkesini korumalı. Kimden? "Dahili bedbahtlardan", yani bu ülkenin vatandaşlarından. Yıllardır ülkücü gençlerin Kürtlere uyguladığı şiddet Bursa nutkuyla bire bir paralel. Aynı şekilde, Onur Öymen'in Dersim Katliamı'nı savunması da. Ne büyük Atatürkçü insanlarla dolu bir ülke!


Neyse, devam edelim, ne diyor ulu önder:

"Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, 'polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir' diye düşünecek, ama hiçbir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, 'Demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek!'"

Yani ne diyor Paşa, adalet örgütü de öyle bir şekilde düzenlenmelidir ki, Kürtçe konuşana çatal atmak, vatandaşın örtüsüne müdahale etmek, Atatürkçülüğe aykırı insanlara fiziksel baskı uygulamak, suç kapsamına girmeyecektir. Neden? Çünkü bu fiziksel şiddeti uygulayanlar "asıl suçlu" değil. "Asıl suçlu"lar, "Arapça ezan neden yasak?" diye soranlar, Kürtçe konuşanlar, Başörtüsüyle okumak, çalışmak isteyenler, Türk olmadığını söyleyenler, ne büyük suç bunlar, yaratıcı Atatürk aşkına! Yani ülkenin büyük bir kısmı suçlu, son referandumda da bir kez daha ortaya çıktı (Boykot edenlerin de evete daha yakın olduğunu düşünürsek, hain sayısı %60'ı geçer), bunlara Kemalistlerin baskı uygulaması suç olmamalıdır. Yasalar, onları korumalıdır. Şimdi niye Kemalistlerin darbe anayasasını savunduklarını daha iyi anlıyorum.


Gerçi polisler, ülkücü gençlerin eylemlerine göz yumar. Yani polisimiz "devrim polisi" olma yolunda hayli yol almıştır, uyguladıkları orantısız güç bakımından İran devrim muhafızlarının bile gözleri yaşarıyormuş diye duydum.

Sözlerini şu şekilde bitiriyor Kemal:
"... onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, İsmet Paşa'ya ve Meclis'e telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, 'Ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek benim görevimdir!' İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği!"

İnanç ve kanaatleriniz, sizden farklı düşünen "gericileri" elle, taşla, sopayla, silahla bastırmayı gerektiriyorsa, geri durmayın Kemalist gençler. Aslında bu uyguladığınız şiddeti hakediyor hepsi, insan hakları diye saçma sapan bir şey çıkarmışlar, buna göre herkesin yaşama hakkı ve inancını savunma özgürlüğü varmış. Ne kadar saçma, hep Atatürk devrimlerine tehlike oluşturacak nitelikte bunlar. Haydi sokaklara, sopaları, bıçakları alın, ortam hain kaynıyor. Ata'nızın kemikleri sızlamasın.

Kemalizm Yanılgıları

Yanılgı: Kemalizm, Türkiye'yi kurtaran ideolojidir.

Gerçek: Değildir. Savaş yıllarında kafasında Kemalizm diye bir ideoloji olan kimse yoktu, buna Kemal'in kendisi de dahil. O yıllarda yeni bir devlet kurma fikrinin Kazım Karabekir gibi bazı komutanların aklında sadece taslak olarak bulunduğu, Kemal'in ise padişahın yaveri olduğu bilinen bir gerçek. Tabi Kemalistlerin okumaktan çekineceği kaynaklarda olan bir gerçek.

Yanılgı: Atatürk olmasa, biz olmazdık.

Gerçek: Dünyada hiçbir halkın varlığı, bir insana bağlı değildir.

Yanılgı: Atatürk olmasa, Kurtuluş Savaşı'nı kazanamazdık.

Gerçek: Kurtuluş Savaşı diye bir şey yok. Bilinen anlamda yok. Birinci Dünya Savaşı sonrası, İngiltere'ye tek kurşun atmadık. İtalyanlara da atmadık. İngilizler, Türkleri yenmek için 400.000 kişilik bir orduya ihtiyaç olduğunu söylüyorlardı. Yunanlıların 100.000 kişilik bir ordusu vardı, İtilaf Devletleri'nin de savaşı sürdürecek gücü kalmamıştı. İngilizler, Sevr Antlaşması'nın ütopik olduğunu anlamış, Yunan ordusundan da desteğini çekmişti. İngilizlerin desteğini çektiği Yunanlılara karşı savaştık. Doğuda da Ermenilere karşı savaştık. Ne İngilizlerin, ne Fransızların, ülkeyi sahiplenme gibi bir derdi yoktu. Suriye, Fransızların mandası altındaydı, Mustafa Kemal zaten Araplarla ilgilenmiyordu. İngilizlerin gözü Orta Doğu'daydı, Musul'daydı, Kerkük'teydi. Atatürk İngilizlerle savaş değil, işbirliği yapmıştır. İngilizler istediğini, yani Musul ve Kerkük'ü almıştır, karşılığında da Lozan'ı imzalamaya diğer devletleri ikna etmiştir. Hatta Atatürk, mecliste bu basiretsizliğe karşı yükselen muhalefeti susturmak için, meclisi kapatmıştır. Yani Kurtuluş Savaşı dediğimiz şey, ülkede etnik temizlik, ülkeyi Türkleştirme eyleminin bir parçası, İngilizlerle bir anlaşmadır. Bu anlaşmayı İnönü de sonradan kabul etmiştir.

Yanılgı: Atatürk, emperyalistleri ülkeden kovmuştur.

Gerçek: Atatürk, Sivas Kongresi'nde mandacıların tarafını tutmuş, ABD'ye mektup göndermiştir. Belgeleri, Amerikan Mandacılığı ve Atatürk adlı yazımda mevcuttur. ABD mandacılığını da, İngiliz mandacılığını da, Bolşeviklerle birleşmeyi de düşünen İngilizler, Amerikanlar, Ruslar değil, Türkler olmuştur. Hiçbir işgalci devlet, sonsuza kadar buraya yerleşme amacında değildi ki, Atatürk onları "kovsun". Atatürk, bu ülkelerin hepsinin de mandası altına girmeyi zaman zaman düşünmüştür. Ne İngilizlerin Atatürk'e, ne Atatürk'ün İngilizlere ya da Amerika'ya bir sert sözünü duyamazsınız. Kaldı ki, Atatürk ülkeyi kurtarmış, kurmuş bile olsa, savaş 1922 senesinde bitmiştir. Ölene kadar yaptığı zulümler, iktidarda kalma hırsı ve ülkeyi taşıdığı konum, ülkenin kurucusu olduğu için haklı gösterilemez. Kurucusu olmayan ülke yoktur. Ama kurucusuna ilahlık atfeden de İran, Kuzey Kore, Türkiye gibi belli bir seviyenin altındaki ülkelerdir. Bu bir ilkellik göstergesidir.

Anti-emperyalist olmanın yolu Kemalizmden değil, anti-kapitalist olmaktan geçer. Kemalizm ise tam tersine bu ülkeye kapitalizmi sokan, yurdu emperyalistlere açan, emperyalistlerin diğer ülkelere yaymak için çabaladığı ırkçılığı Türkiye'de uygulayan kişi olarak emperyalistlere yardımcı olmuştur. Devlet kapitalizmini ülkeye Musollini korporatizmi sistemiyle getiren de odur. Kemalistlerin mantığıyla gidersek, Devlet Bahçeli de anti-emperyalisttir, şeriat düzenini savunan Bin Ladin katılığında, "gavur" ile her daim cihat halinde olan İslamcılar da anti-emperyalisttir. Gülerim.

Yanılgı: Atatürk olmasa, Türk kültürü yok olurdu, adımız Dimitri olurdu.

Gerçek: Yok öyle bir şey. Öyle bir şeye bu halk izin vermezdi. Atatürk olsun, olmasın. Kaldı ki, Atatürk sağolsun, milli mücadelede Türklerin yanında yer alan Kürtlerin adı Xezal, Aşti yerine zorla Yağmur, Bulut olmuştur. Kültür temizliğinde Atatürk'ün de içerisinden geldiği İttihatçıların üstüne yoktur.

Yanılgı: Atatürk olmasa, Sevr uygulamaya geçerdi.

Gerçek: Sevr'i İtilaf Devletleri de gerçekçi bulmadı. Sadece Yunanlılar imzaladı. Kaldı ki, yenilen devletlerle yürürlüğe konulmuş antlaşmalar, mesela Almanya'ya karşı Versailles, Sevr'den daha ağırdı ve uygulamaya kondu. Bu esaretten Almanya'yı Hitler kurtardı diye, ona ulu önder diyor muyuz?

Yanılgı: Kemalizm olmasa, bugün de Sevr gibi antlaşmalar uygulamaya geçer.

Gerçek: Bu da Kemalistlerin paranoyalarından biri. "Dünya, bize karşı" propagandası, 30'lı yıllarda savaştan yeni çıkmış ülkelerin faşist devlet adamları tarafından uygulandı. Bugün bir geçerliliği yok.

Yanılgı: Kemalizm, bu ülkeye demokrasi getirmiştir.

Gerçek: Kemalizm, bu ülkeye demokrasinin gelmesini geciktirmektedir. Kemalizm, Osmanlı'nın son döneminde geçilmiş ve yıllarca uygulanmış çok partili sistemi ortadan kaldırmıştır. 25 sene boyunca tek parti devletinin temsilcisi olmuş, muhalifleri de hain ilan edip astırmış, hapse attırmıştır.

Yanılgı: Atatürk, muhaliflerine izin verse ülkede kaos olurdu.

Gerçek: Atatürk, muhaliflerine özgürlük verse iktidarı kaybederdi sadece. Ülke ne bölünürdü, ne satılırdı. Atatürk'ü binlerce meczubun arasında tek dahi olarak gören Kemalistlerin savunmalarından biri bu. Atatürk diktatördü, iktidarını sağlamlaştırma niyetindeydi, bunun için de gereğini yaptı. İnkar etmeyin, Falih Rıfkı bile bunu inkar etmiyor, "Cumhuriyet, işi maskelemek amaçlıydı" diyor.

Yanılgı: Kemalizm, ülkeyi modernleştirir.

Gerçek: Kemalizm, ülkeyi geriletiyor.

Yanılgı: Atatürk, padişahı kovarak halkı esaretten kurtarmıştır.

Gerçek: Atatürk, kendisini 20. yüzyılın başından beri padişahların sahip olmadığı yetkilerle donatmıştır. Onu ölüm haricinde cumhurbaşkanlığından indirecek bir merci bulunmamaktaydı. Onun ölümünden sonra da İnönü kendisini aynı şekilde "değişmez başkan" olarak ilan etmiştir, dış konjonktürün değişmesiyle çok partili sisteme geçilme zorunluluğu olmasa, ölene kadar cumhurbaşkanı olacaktı. Bunun, padişahlıktan farkı nedir? Sadece anayasada "Devlet bir cumhuriyettir" maddesinin olmasından başka bir şey değildir. Şu an İngiltere'de anayasal krallık olduğu, kralın sembolik olduğu gibi, Osmanlı'da da son dönemlerde padişahlığın yetkileri anayasa ile sınırlandırılmış, sembolik hale gelmişti. Atatürk ise, kendisini son dönem padişahlarından çok çok daha fazla yetkilerle donatmıştır. Cumhuriyet ilanının nedeni de budur. 20-23 arası mecliste kendisine muhalefet yapılabiliyordu. Cumhuriyeti ilan ederek, kendisini değişmez Cumhurbaşkanı yapacak, istediği zaman başbakanı değiştirme yetkisi kendinde olacak ve milletvekili atamaları da artık kendi kontrolünde olacaktı. Cumhuriyet ilanı, meclis iradesini yok etmeye yönelik bir taktikti. Halkın esaretinden de bahsedecek olursak, şapka takmıyor diye halkı astıran, eski alfabeleyle yazılmış Osmanlı tarih kaynaklarını inceleyen tarihçileri hapse attıran, işçilerin grev ve sendika kurma hakkını ellerinden alan, Türkçe konuşmayanları cezalandıran bir devlet, halkı esaretten mi kurtarmıştır, esaret altına mı sokmuştur?

Yanılgı: Atatürk ve arkadaşları, bu devleti kurmuştur.

Gerçek: Doğrudur, İttihatçı zihniyetle bu ülkeyi kurmuşlardır, lakin o arkadaşlardan yarısı, sonradan muhalif olduğu, "iş diktatörlüğe gidiyor" dedikleri için asılmış, sürülmüş, hapse atılmıştır. Milli mücadele döneminin bazı yönlerden Mustafa Kemal'den de önemli sayılabilecek Kazım Karabekir, Ali Rauf Orbay gibi mimarları, bu akıbete uğrayanlar arasındadır.

Yanılgı: Atatürk, ordu ve siyaseti birbirinden ayırmıştır.

Gerçek: Atatürk, kendisine muhalif olan isimlerin ordudaki ağırlıklarının ortadan kalkması için, mebus olup siyaset yapmak istiyorlarsa askerlikten çekilmeleri gerektiğini söylemiştir. Hem asker, hem mebus, hem de Atatürk'e muhalif komutanların varlığı, Atatürk'ün iktidarını tehlikeye sokardı. Bunun üzerine muhalif kanattaki Kazım Karabekir gibi isimler, askerlikten çekilmiştir. Ama Atatürk'e sadık kalacak Fevzi Çakmak gibi askerler, asker olarak kalmış ve hiçbir zaman siyasetten ayrı durmamışlardır. Üstelik, Atatürk'e yakın, İnönü gibi isimler uzun süre hem asker hem mebus olarak görevlerine devam etmiştir. Atatürk'ün muhaliflerine "siyaset istiyorsanız askerlikten çekilin" emri, İnönü'nün "İsmet Paşa" olarak kalmasına engel olmamıştır. Yani Atatürk, sadece muhalif kanattaki komutanların ordu ile ilişkilerini kesmiştir, böylece onlar silahlı tehlike olmaktan çıkmıştır. Sonradan muhalif parti kurmalarına da izin verilmeyerek tamamen tasfiye edileceklerdir.

Yanılgı: Talihsiz darbelerle Kemalizme yeni şekiller verilmiştir.

Gerçek: Darbeler, Kemalizmi korumak için yapılmıştır. Kemalizmle zıt değil, Kemalizmin devamı niteliğindedirler.

Yanılgı: Kemalist milliyetçilik ırkçı değildir ve etnisiteye dayanmaz.

Gerçek: Kemalist milliyetçilik Türk etnisitesini ve kültürüne dayanır. Atatürk, binlerce mezarı açtırıp kafatası ölçümü yaptırmış, yurtdışına öğrenci gönderirken "Türk ırkından" olma şartı atamış, ana dili Türkçe olmayanları saygın makamlara gelmelerini yasaklamıştır. Kürtçeyi yasaklayan da odur. Türklüğü tanımlayan zamanın ders kitaplarında bu tanıma girmek için "Türk kanı taşımak" şartı konulmuştur. Gençliğe Hitabe'den Öğretmen Marşı'na, Andımız'dan Onuncu Yıl Marşı'na, Türkleri üstün ırk olarak gören dizeler, bunlarla paralellik içinde olan uygulamalar görebilirsiniz.

Yanılgı: Atatürk, ırkçı olsa önemli mevkilere Türk olmayanları getirmezdi.

Gerçek: Atatürk, Türk olmayanların itaat edip Türk gibi yaşaması için çabalamıştır. Bunun için de kendisine örnek modeller yaratması gerekecekti. Belli mevkilere gelmiş Türk olmayanların hepsi, ana dili Türkçe olan, Atatürk gibi Türkçü olan, Türkleşmiş kimselerdi. Ne atalarının kültürleriyle, dilleriyle ilgileri vardı. Kürtçe konuşan Kürtler, gayrimüslimler, hiçbir makama gelememiştir.

Yanılgı: Atatürk'ün milliyetçiliği Hitler'inki gibi olsa, Hitlerin yaptığı gibi Kürtleri soykırıma uğratırdı.

Gerçek: Zihniyetin aynı olup olmadığı, ölen kişilerin oranına ya da bir soykırım olup olmadığına bakılmaz. Hitler, Yahudileri asimile etme seçeneği olsa eder miydi bilinmez, lakin asimilasyon edilemeyecek Ermeniler'i, Atatürk'ün de içinden geldiği İttihatçılar zaten soykırıma uğrattılar. Kürtlerin içinden de "Türk'üm" demeyen, Türk gibi yaşamayan Kürtleri Atatürk bizzat katletti. Sadece bununla da kalmadı, içerisinde Türk'üm demeyenin olduğu binlerce köy yakıldı, çoluk çocuk denilmeden öldürüldü. Bunların olmadığına sadece Kemalistler inanıyor, inkar etmenin mümkün olmadığını bilen Onur Öymen gibiler ise bu katliamları haklı buluyor. Kaldı ki, Hitler zihniyetinde olmak, soykırım yapılabileceği anlamına gelmez. Bugün İsrail, topraklarında yaşayan Arapları kökten silebiliyor mu? Silemiyor. İsrail hükümetine karşı muhalif olmadığı sürece, Arapları parlamentosuna sokuyor mu? Sokuyor. Bu, İsrail hükümetinin ırkçı olmadığını, saf Yahudi bir devlet kurmak istemediğini mi gösterir? Hayır. Arapları öldürmeye, tehdit olarak görmeye, ikinci sınıf muamele etmeye devam ediyorlar. Ne yazık ki, BDP, Hamas ile PKK'yı karşılaştırmakta gayet haklıdır.

Yanılgı: Kemalizm olmasa şeriat gelir.

Gerçek: Gelmez. Türkiye'nin dünyada edinmek istediği konumdan dolayı gelmez. Kemalizm olmasa, İslam düşmanlığı olmaz, hepsi bu.

Yanılgı: Atatürk olmasa şeriat olurdu.

Gerçek: Olmazdı. Osmanlı'ya zaten şeriat devleti demek yanılgı olur. Özellikle Lale Devri ile birlikte Avrupa ile entegre çabaları, ülkenin çok dinli yapısı gibi pekçok nedenden dolayı Osmanlı devleti katı şeriat ile yönetilmiyordu. İlk laik mahkemeler Cumhuriyetten çok önce kuruldu. Suudi Arabistan'ın bugünkü resmi mezhebi olan Vahabiliği yasaklayan Osmanlı İmparatorluğu'dur. Atatürk zihniyetindeki insanlar iktidarı sahiplenmese, İslam düşmanlığı olmazdı.

Yanılgı: Atatürk, İslam düşmanı değildir.

Gerçek: İslam düşmanıdır. Medeni Bilgiler kitabında el yazısıyla şunları yazmıştır:

"Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arapların dinini kabul ettikten sonra bu din Arapların (..) Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilakis Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. (..)
"Türk milleti birçok asırlar, (..) bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur'an'ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndü. (..)
"Türk milletini Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah'la mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. (..)
"... din hissi, dünyanın acısı duyulan tokadıyla derhal Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti. (..) Artık Türk, cenneti değil, (..) son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin Türk milletinde bıraktığı hatıra..."

Atatürk, dini, devletin hükmü altına almıştır. Atatürk'e en yakın isimlerden Falih Rıfkı bunu inkar etmiyor: "Kemalizm, farz ibadetler dışında tüm İslam hükümlerini yürürlükten kaldırmıştır" diyor. Bunu da açıklarken, İslam'ın son din olmasından mütevellit, artık peygamber gelmeyeceğini, içtimanın insan beynine bırakıldığını ve Kemal'in de içtima yaptığını söylüyor. Hatta Falih Rıfkı'ya göre, Atatürk, Türklere özgü ibadet şekilleri icat edecekmiş. Mesela Türklere özgü namaz reformu yapacakmış, namazda uygulanan hareketleri, çöl halkına uygunmuş, değişmesi gerekiyormuş. Ezanın Türkçeleşmesi bunun ilk adımıymış. Haccın da artık farz olmadığını düşünüyormuş. Yani farz ibadetlere yönelik de içtima yapacakmış lakin ömrü yetmemiş.

Aslında Kemalistlerin, İslam dinini farz ibadetten ve içsel inançtan ibadet görmesi, yani namaz, oruç, zekat, kelime-i şehadet, hac dışında tüm İslami öğeleri, simgeleri, gereklilikleri gericilik olarak görmesi, Falih Rıfkı'nın "Kemalizm, farzlar dışında tüm hükümleri kaldırmıştır" tespitini tamamen doğruluyor. Türklere özgü bir İslam yaratıldığı gerçek. Bu saçmalığa göre de "dünya üzerindeki diğer tüm müslümanlar İslam'ı yanlış anlıyor, biz doğru anlıyoruz. İslam, aslında Atatürk laikçiliğiyle çelişmiyor." İslam düşmanlığını açık açık dile getiremeyenlerin Diyanet aracılığıyla verdirdiği fetva bu yönde. Kemalizmin İslam düşmanı olmadığını iddia etmek, İslam'ı ya da Kemalizmi bilmemektir. Kemalizmden gayrimüslimler de nasibini almıştır ya, o da ayrı bir hikaye.

Yanılgı: Cumhuriyeti Kemalizm kurdu.

Gerçek: Kurmadı. "Türkiye devleti bir cumhuriyettir" yazmayla cumhuriyet kurulmuş olmuyor. Cumhuriyet, kabaca "seçilmişlerin iktidarda olmasıdır". Bizde ise, cumhuriyet demek, Atatürk'e sınırsız yetkilerin ölümüne kadar verildiği anlamına geliyordu. Seçimin olmadığı, tek partili, cumhurbaşkanının padişahları kıskandıracak yetkilere sahip olduğu bir sistem, İran İslam Cumhuriyeti kadar bile cumhuriyet değildir. Ya da haksızlık etmeyelim, o kadar cumhuriyettir işte.

Yanılgı: Kemalizmi eleştirmek nankörlük, vatan hainliğidir.

Gerçek: Kemalizmi eleştirmek vatan borcudur. Foyalarının meydana çıkacağını bilen Kemalistler de kabadayılıkla, fişlemelerle, ad hominemle, şartlı refleksle ezbere konuşmaktan öteye gidemiyorlar. Bağırıp çağırmakla, her konuşmanın sonunu Nihat Genç gibi Fethullah Gülen'e bağlamakla Kemalizm savunulmaz.

Yanılgı: Kemalizm, yurt dışında saygı gören bir ideolojidir.

Gerçek: Hiç de değil. Kemalizmi, Türklerin şişirmeleri ve Atatürk'ün Nutuk'undan değil de objektif kaynaklardan öğrenmiş hiç kimse Kemalizm'i övmez. Hiçbir objektif tarihçi ne Kemalizm'i, ne de 30'lu yıllarda ortaya çıkmış otoriter siyasi düşünceleri benimsemez. Sırf bu yüzden, Kemalistler, yine başka Kemalistlerin uydurup email aracıyla yaydıkları "Che'nin çantasından Nutuk çıktığı", "Haiti cumhurbaşkanının 1996 yılında mezarına Atatürk'le ilgili övgü dolu sözlerinin yazılmasını vasiyet ettiği" gibi komik yalanlara başvuruyorlar. Çünkü Kemalizmin yurt dışında saygı gördüğüne dair bir tane adam gibi gerçek delil yok. Bu yalanların internet ortamında bu kadar hızlı yayılması da, Kemalistlerin bir avuç cahil topluluk olduğunu kanıtlar nitelikte. Cahil değillerse ve yine de bu yalanları yayıyorlarsa, o zaman su katılmamış yalancılar. Değil günümüzde, Atatürk'ün sağlığında bile Los Angeles Times'ta ve pekçok yurtdışı yayın organında "Türk diktatör" diye zikredilmesinden Atatürk'ün kendisi rahatsız olmuştur, sırf o yüzden Serbest Cumhuriyet Fırkası'nı göstermelik olarak en yakın arkadaşlarından Ali Fethi Bey'e kurdurtmuştur lakin CHP'nin ilk seçimlerde kaybedeceği ortaya çıkınca bu partiyi de kapattırmıştır.

Yanılgı: Dünya'da kadın hareketleri oluşmuş, kadınlar, seçme ve seçilme hakkını tırnaklarıyla kazanmışlardır. Ülkemizde ise ulu önder Atatürk sayesinde kucaklarında bulmuşlardır.

Gerçek: Ülkemizde 1800'lü yıllardan itibaren bir kadın hareketi olmuştur. Atatürk, kadınların örgütlenmelerini engellemiştir. Cumhuriyet'in ilk partisi olan Kadınlar Halk Fırkası'nı kapatmıştır. Kadınlar tüzüklerini değiştirip tekrar tekrar Atatürk'ün karşısına çıkmıştır. Atatürk, bu kadınları hiçbir zaman meclise sokmadığı gibi, kadına-erkeğe seçme hakkı vermemiştir. Konunun detayları Kadınlar, Kazanılarını Birilerine Borçlu Mu? isimli yazımda. Kadın haklarını savunanların okuması gerektiğini düşünüyorum.

5 Aralık 2010 Pazar

CHP, Sol Parti midir; Ulusal Sol ve Nasyonal Sosyalizm

60'lı yıllarla birlikte dünyada yükselen sol hareket Türkiye'de de etkisini gösteriyor, Türkiye İşçi Partisi'nin somut önerileri yaygın bir şekilde taban buluyordu. Adalet Partisi iktidarı, komünizm karşıtı şiddetli bir propaganda yürütmeye başlamıştı. Bolşeviklerle tek parti döneminde zorunlu yakınlaşmalarda bulunmuş fakat komünizme ideoloji ve uygulamaları yönünden karşıtlığı ile bilinen CHP, gerek bu yaygınlaşan sol tabanı kendine çekmek, yükselen solu tekeline alıp daima "devletle didişen" komünistleri tasfive etmek suretiyle rejimle sorunu olmayan bir sol yaratmak, üstüne AP'nin komünizm karşı propagandasından fazla yara almamak için, "ortanın solu" diye bir terim yaratacaktı. 60'ların ikinci yarısından itibaren çıkış yolu olarak görülen bu terim, Ecevit liderliğinde parti politikası olacak ve artık CHP "sol" bir parti olacaktı.

Fakat gerçekten öyle midir? CHP, sol ideoloji temelinde mi kurulmuştur? Atatürk, solcu muydu? CHP, günümüzde solcu mudur? Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, 1980'e kadar ülkede 17 seçim yapıldı, sadece 2'sinde iktidar seçimle gelip, seçimle gitti. Bu baskı ortamında, mitleştirilmiş bir Atatürk "izinde" giden tek tip halk yaratmaya çalışan cuntacıların bolluğunda, tüm kavramlar birbirine girmiş vaziyette. Seneler boyunca oluşmuş tabular bir anda yıkılmıyor, fakat biraz objektif yaklaşmaya açık kişiler için, gerek Atatürk CHP'sinde ortaya konan parti programları, uygulamalar, gerek CHP'nin muhalefette son yıllarda yaptığı icraatler ve desteklediği görüşlerden örnekler verip, bunları solun uluslararası arenadaki kabul görmüş argümanları ile karşılaştırıp, CHP'nin ne kadar sol olduğunu anlamaya çalışalım.

Solun ortak değerleri
Ne zaman CHP'nin sol olmadığına dair fikirler ortaya konsa ve solun babaları sayılabilecek düşünürlerin fikirlerinden hareketle CHP'nin bunlara ne kadar uzak olduğu söylense, Kemalist kesimden gelen tepki, "sol, komünizmden ibaret değildir" savunması oluyor. Tabi ki doğrudur, sol, komünizmden ibaret değildir. Fakat, solu sol yapan değerler vardır. Bütün sol partilerin ortak olarak benimsediği değerler vardır, sosyal demokrat, komünizm, sosyalizm ayrımları sonra ortaya çıkar, komünist ideoloji Torçkizm, Leninizm gibi kategorilere sonradan ayrılır. Nedir bu değerler? Eşitlik, adalet, özgürlük, bağımsızlık. Bu değerler, hafızalarımıza kazındığı gibi bir ülkenin bağımsızlığı, özgürlüğü değildir. İnsanın bağımsızlığı, insanın tam özgürlüğüdür. Sol, devleti bir baskı aracı olarak tanımlar ve bu baskının ortadan kalkması için uğraşır, ki insan tam anlamıyla özgür olabilsin. Marx dahi, devletin bir baskı unsuru olduğunu söyler, "komünist devlet" ya da "kapitalist devlet" diye ayırmaz. Devlet, halka karşı olabildiğince kısıtlanmalıdır ki halkın tabanından gelen hareketler baskı yoluyla sindirilmesin, insan, bireysel olarak özgür olabilsin. Bu bağlamda sol, insanların devlet için el ele çalışmasını savunan, bireyselliği ve sınıf ayrımını reddeden faşizmin karşısındadır. Sol, ırkçılığın ve milliyetçiliğin her türlüsüyle mücadele eder. Devletin ve ordunun, birey üstündeki otoritesini reddeder. Değişim, halk tabanından gelir ve bu değişim, halkın yararına yayılır. Yani bir partinin tepeden inme yaptığı değişim, Lenin tarafından bile olsa, sol tanımına aykırıdır.

Bir partinin sol olabilmesi için, bu değerleri benimsemesi gerekir. "Ortanın solu" olun, ne solu olursanız olun, bu değerler olmadan sol olmaz. Kemalistlerin bu değerlere değinmemesi gibi, solu tarifleri de bir garip. Sol partiler "laik, modern" iken, sağ partiler "şeriatçı, gerici". Yani ülkemizde sol, laik-laik karşıtı ekseni gibi dar bir alana sıkıştırılıyor. CHP, sol olduğunu iddia ederken MHP'den iki konuda farklı; Birincisi M ve C harfleri, ikincisi ise din konusu. MHP din konusunda muhafazakar bir rol üstlenirken, CHP ise laik tarafta. Peki, bu bir partiyi sol yapmak için yeterli mi? Milliyetçilik, militarizm, dış siyaset, Kürt sorunu, gayrimüslimlerin hakları, Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu, içerideki etnik unsurlar ve azınlıklar hakkındaki görüşleri gibi pekçok konuda aşırı sağcı MHP ile aynı çizgideyken, CHP sol olabilir mi? Bu konuyu açmakta yarar var.

Devletçi bir sol
Burada devletçilikten kastım, Atatürk ilkelerinin ekonomik ayağı olan devletçilik değil. Gerçi "devlet kapitalizmi" diye tarif edilen devletçilik, faşist İtalya'nın korporatizminin bir kopyası olarak aşırı sağ ideolojiden ülkemize ithal edilmiş bir ilke olsa bile, benim buradaki kastım ekonomik ilke değil, Kemalizm'in gerçek anlamda "devletçi" oluşu. Yani, Kemalistlerin kendilerini devletin koruyucusu olarak görmesi, bu paralellikte CHP'nin de, kendini devletin bekçiliğine soyunması, bunun için askeri vesayete destek vermekten çekinmemesi ve devleti, halka karşı koruması. Son yıllarda bunu kanıtlayan birkaç icraatlerine bakalım:

-CHP, 27 Nisan 2007 e-muhtırasını destekledi.
-CHP, meclis 411 milletvekilinin onayıyla başörtüsü sorunu çözülecekken, bunu Anayasa Mahkemesi'ne taşıyarak iptal ettirdi. Yani halkın seçtiği meclis iradesi, CHP'ye göre önemsizdir.
-Ergenekon'un avukatlığını yaptı, yapmakta.
-Anayasa değişikliğine hayır diyerek, yargıda asker ve elitistlerin hakimiyetinin azaltılmasına karşı çıktı.

En basidinden şöyle bir soru soralım: Bugün gidip CHP'ye bir şikayetinizi bildirseniz, bir bireysel özgürlük talebinde bulunsanız, CHP, bu isteğinizin uluslararası insan haklarına, bireysel özgürlük kavramına uygun olup olmadığına mı bakar, yoksa bu isteğinizin rejime aykırı olup olmadığına mı? Kesinlikle rejime ve Atatürk ilkelerine karşı olup olmadığına bakacaktır. Yani bu isteğiniz "devleti zayıflatma" potansiyeli taşıyorsa, buna karşı gelecektir.

Ergenekoncular, son zamanlarda bir laf attı ortaya. "Mevzu bahis vatansa, gerisi teferruattır" diye. MHP bunu afişlerinde böylece yazarken, CHP, "Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır" şeklinde değiştiriyor. Komik yanı, bu söz sanıldığı gibi Atatürk'e ait değil. Atatürkçülerin bunu öyle sanması, Atatürk'ü tanımadıklarının bir başka göstergesi. Neyse, çok da önemli değil, Kemalizmin Altı Oku yazımda söylediğim gibi, Atatürk, Şapka Kanunu arefesinde, "bazı kurbanlar verilebileceğini ve bunun önemli olmadığını" söylüyor, akabinde şapka takmayanlar "önemsiz kurbanlar" olarak idam ediliyordu. Yani "Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır" sözü Atatürk'e ait olmasa da, bu sözün "Atatürkçe" bir söz olduğunu söyleyebiliriz. Lakin işin daha vahimi, bu söz ulusalcılar tarafından "Mevzu bahis rejimse, gerisi teferruattır" şeklinde kullanılıyor ve siz "rejimi tehlikeye sokabilecek" bir talepte bulunursanız, bu talebiniz ülkede yaşayan hiç kimseye zarar vermeyecek olsa bile, "teferruat" oluyorsunuz ve tabi tutulduğunuz muamele de insan hakları ihlali değil, "teferruat" kapsamına giriyor. Bu mantığa göre, devleti kuran elitistler, birtakım hakları insanlara bahşetmiştir, bu hakların dışına çıkanlar "dahili bedbahtlar" kapsamına girer ve onların istekleri reddedilir. Yani, halka karşı, "kutsal devlet" korunur. Bu da "sol" kavramına aykırıdır çünkü sol, siyasette insanı odak noktası olarak belirler, devlete hiçbir kutsallık atfetmez, aksine, devletin baskısından insanı kurtatmayı amaçlar. Yani bu açıdan, CHP ve günümüze kadar izlemiş olduğu politikalar, sol ile taban tabana zıttır.

Sınıf farklılıklarını reddeden bir sol
Sayfa sayfa yazmaya gerek var mı bilmem, lakin solun özünde, toplumsal sınıfların analizi yatar. Sol, ezilen sınıflardan yanadır. Sınıfların varlığını inkar etmez, sadece sınıf eşitsizliğinin nasıl çözüleceği hakkında kafa yorar.

Atatürk CHP'sinin 1935 tarihli programında ise, halkçılık ilkesi altında, Türk milletinin sınıflardan oluşmadığı, tek vücut halinde olduğu belirtilmiştir. Zaten halkçılık da kabaca bu modeldir. Devletçilik de bu "sınıfsız" halkın, devletin yararına, "şef" liderliğinde, devletin tekeli altında çalışmasını savunur. Bu model de Atatürk'ün büyük dehasıyla oluşturduğu bir sistem değil, dönemin Avrupa'sında kullanılan korporatizmdir. Devlet korporatizmi, Musollini İtalya'sının, Hitler Almanya'sının kullandığı sistemdir. Yani aşırı sağla, faşizmle anılmalıdır, solla değil. Zaten bugün ırkçılara faşist yaftası yapıştırılsa da, aslında faşizm, halkı tek vücut bir yığın olarak gören, sınıf ayrımını reddeden, rekabet değil, uyum içinde, bir ulu önderin emri altında devlet yararına çalışılmasını zorunlu kılan sistemdir. Bu da halkçılık ve devletçilik sisteminin tarifi gibidir.

Nitekim yine Atatürk döneminde işçilerin sendika hakları elinden alınmış, grev ve lökavt yasaklanmıştır. Tek parti döneminde işçi sendikalarına izin verilmedi. Ne zamanki 60'lardan sonra halk bilinçlenmeye başladı, sol kesim taban buldu, o zaman CHP, sol parti olduğu iddiasını ortaya attı. Böylelikle hem devletle didişen sol örgütlerin önü kesilecekti, hem sol tabandan oy alınacaktı. Zaten CHP'nin seçimle iktidara gelişi de sadece sol söylemi zamanında oldu.

Atatürk döneminde ise devlet tekelinde olan dış ticaret sayesinde nasıl bazı kesimlerin zengin edildiği, halkın ve işçinin sömürüldüğü, sırf bu yüzden Atatürk'ün göstermelik kurdurttuğu muhalefet partisinin iktidara gelecek tabanı kucağında bulması ve halkın bu bezmişliğinin alenen ortaya çıkması anlaşılınca Atatürk'ün bu partiyi kapattığını Atatürkçü aydınlarımız söylemez. Hatta onlara göre "sınıf yoktu ki zaten canım, feodal sistem vardı, sınıflar oluşmuştu da Atatürk mü reddetti?" Yani böyle bir argüman bana "Urfa'da Oxford vardı da biz mi okumadık" ciddiyetinde bile gelmiyor.


Milliyetçi bir sol
Sol, daima ırkçılık ve faşizmin karşısında olmuştur. Milliyetçilik ise, faşist ideolojinin olmazsa olmaz direklerindendir. İnsanları birleştirici bir unsur olması, bireyselliği reddeden faşizmin kolu kanadı olmuştur. Bu bakımdan sol, milliyetçilikle daima didişmiştir.

Solun gerçekten milliyetçiliğe nasıl baktığına bakarsak, örneğin Marx'a göre, kapitalizmin, feodalizmin yerine geçmesiyle, kapitalistler, insanları merkeziyetçi yönetim etrafında bir arada tutmanın yolunu aradılar ve bunun sonucunda milliyetçilik doğdu. Gerçekten de, kapitalizmin ortaya çıkışı, kapitalist ülkelerin emperyalizm aracılığıyla diğer ülkelere müdahale etmeye başlaması, tam da milliyetçiliğin doruk noktasına çıktığı zamanla paralellik gösterir.

Yani sol ile milliyetçilik aslında zıt kutuplardadır. Lakin sol ve milliyetçiliğin, günümüze kadar yan yana anıldığı olmuştur. Buna göre, emperyalistler, kendi sömürgeci sistemleriyle diğer ülkeleri asimile etmeye çalışırken, diğer halkların buna karşı koyup kendi milli benliklerini koruma hakları vardır. Yani bir milli kültürü, etnik unsuru ya da ırkı üstün tutan sağcı milliyetçiliğin karşısında, kültürleri koruma amaçlı bir milliyetçiliktir bu. Diğer etnik grupların, halkların, ülke içindeki farklı kültürlerin ezilmesine de karşı çıkar bu sol nasyonalizm. Solun değerlerini yine bünyesinde barındırır, bireyselciliği odak noktasında tutmaya devam eder. Yani bireyselciliği reddeden, kendi kültürünü diğer kültürlerden üstün kılan, merkeziyetçi sağ milliyetçilikle alakası yoktur.

İşte bu yüzden, pekçok sol görüşlü düşünür, solcuların, milliyetçiliği tarif ederken, sağcı milliyetçilikle iç içe geçme tehlikesine dikkat çekmiştir. Mesela J. J. Schwartzmantel, bunu, "sol milliyetçi" teriminin önündeki engelleri sayarken en başa koyar. Kimi solcular ise, kendi kültürünü emperyalist güçlerden korumanın, milliyetçilik olmadığını, dolayısıyla sol milliyetçilik diye bir şeyin olmayacağını söyler.

Gerçekten de, "sol" ve "milliyetçilik" yan yana geldiğinde, sonuç çoğu kez trajik oldu. Önümüzdeki en büyük örnekler Saddam ve Stalin rejimleridir. İkisi de totaliter, milliyetçi ve asimilasyoncu olmalarına karşın, solcu olduklarını iddia etmişler, sonuç ise milyonlarca insanın ölümü ve pekçok kültürün kurutulması olmuştur. Peki "CHP'nin solu", "ulusal sol" diye tarif edilen şey, ya da anayasamızda övülen ve koruma altında olan, milli eğitim sistemimizde beynimize 5 yaşından beri sokulan "Atatürk miliyetçiliği", yukarıda tarif ettiğim, problemli bir kavram da olsa "sol milliyetçiliğe" ne kadar yakındır? Irkçılıktan ne kadar uzaktır? Sağ milliyetçilikle karşılaştırıldığında farkları nelerdir? Öncelikle milliyetçiliğin türlerini açıklayalım, sonra Atatürk dönemi uygulamalara, günümüzdeki CHP'li milletvekilleri görüşlerine ve partinin takındığı tavra bakıp, karşılaştıralım.

Ultra-milliyetçilik
Bu milliyetçilik türünün felsefesi "biz ya da onlar" propagandasıdır. Sıkı denetim altında olmadığı taktirde "bizi tehdit eden onlar" tarafından ulusun çökertileceği, bu bağlamda yurtdışına göçün olabildiğince kısıtlı tutulmaya çalışıldığı, hükümetin militarizm, popülizm yoluyla ve üretimde sıkı bir denetim yoluyla insanların milliyetçi duygularının kabartıldığı, böylece halkın, ulusal lidere sorgusuz ve sonsuz bir bağlılıkla devletin yararına çalışması sağlanan sistemlerin teşvik ettiği milliyetçilik türüdür. Faşist sistemler tarafından özellikle İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında kullanılmasıyla popülerlik kazanmıştır. Aşırı sağ milliyetçiliğe örnektir.

Ulusal Saflık (National Purity)
Bu milliyetçiliğe göre, hakim olan ulusun dışındaki uluslar, o ülkede gerçek vatandaş olarak görülmez. "Gerçek vatandaş"ların koruma altında olduğu gibi, dışlanan halklar, koruma altına alınmaz. Bu insanların akıbetleri genelde dış dinamiklere bağlı olarak değişir. Zaman zaman asimile edilmişlerdir, zaman zaman soykırıma uğramışlardır, zaman zaman ikinci sınıf haklara sahip olmuşlardır. Bazı zamanlarda, bir "anavatan miti" yaratılır ve o anavatana yerleşmek, "o ulusun hakkı" olarak görülür. İsrail hükümetinin İsrail'de yaşayan Filistinlilere bile ayrımcılık yapması, yerleştiği yerlerin işgalini, tarihin kendine verdiği bir hak olarak görmesi, buna tipik bir örnektir. Aşırı sağdır.

Etnik Milliyetçilik
"Ulus" kavramını, etnisiteye dayandırarak tarif eder. Irksal miras, ortak dil, ortak din gibi değerlerin hepsini ya da birkaçını esas alarak, bu öğeleri taşıyan insan gruplarını bir "ulus" olarak tanımlar. "Ermeni milliyetçiliği", "Brezilya milliyetçiliği", "Türk milliyetçiliği" gibi. Sağ kanattadır.

Etnosentrizm
Kelime anlamı olarak "etnik merkeziyetçilik" anlamına gelen etnosentrizme göre, bir ulus, ırk, kültür, davranış, medeniyet, dil, inanç gibi özellikleri bakımından, diğer uluslara göre üstündür ya da en azından, diğer kültürler incelenirken, bu söz konusu ulus baz alınmalıdır. Yani bu görüşe sahip insanları, uluslarını merkeze alır, diğer ulusları bu perspektiften inceler. Aşırı sağdır.

Liberal Milliyetçilik
Bu anlayışa göre ulus, ırk birliğinden ziyade, bir toprak üzerinde beraber yaşamak isteyen insanların oluşturduğu topluluktur. Etnik milliyetçiliğin karşısında olmakla birlikte, hem sağ, hem sol partiler tarafından kullanılagelmiş bir görüştür. Örneğin Britanya'daki sağ Muhafazakar Parti de, sağ denebilecek ABD'nin cumhuriyetçileri de, Kuzey İrlanda'daki Sosyal Demokrat İşçi Partisi de böyle bir milliyetçiliği savunurlar. Sol diyemesek de, yukarıdaki saydığım milliyetçilik türlerinden sola daha yakın olan ve en az tehlikeli milliyetçiliklerden biri olarak görünür. Günümüzün "ulusal solcu"ları da, Atatürk milliyetçiliğinin bu şekilde bir milliyetçilik olduğunu savunmaktadırlar, hatta MHP bile son yıllarda bunu savunuyor. Peki, Atatürk milliyetçiliği dediğimiz şey gerçekten bu mudur? Şimdi ona bakalım.

Atatürk Milliyetçiliği
Bir liderin, ya da o liderin emrindeki bir partinin herhangi bir ideolojisini anlamak istiyorsak, o liderin herhangi bir sözünü cımbızlayıp kanıt olarak kullanamayız. Önceki yazılarımda belirttiğim gibi, Atatürk'ün padişahı ululadığı, kendini hilafetin bekçisi olarak atfettiği sözleri de mevcuttur. O nedenle Atatürk'ün milliyetçiliğini anlarken, o dönemin ders kitaplarına, CHP parti programlarına, milliyetçilikle ilgili uygulamalara bakarsak daha doğru olur.

"Atatürk milliyetçiliği"nin bildiğimiz sağ, faşizmi besleyen milliyetçilikten ve ırkçılıktan farklı olup olmadığını belirlememiz için, şu soruları sormamız gerekir.

1. Atatürk milliyetçiliği, "Türk" terimiyle ırkı kastetmiş midir?
2. Atatürk milliyetçiliği, "Türklüğe" bir kutsiyet atfetmiş, onu, diğer milletlerden üstün tutmuş mudur?
3. Atatürk milliyetçiliği, Türk olmayanlara, CHP aracılığıyla, haksız uygulamalarda bulunmuş mudur?
4. Atatürk milliyetçiliği, bireyselliği reddedip, bir liderin önderliğinde kollektivizmi savunmuş mudur?

Bu sorulardan birincisine evet cevabı alıyorsak bu, yukarıda tarif ettiklerimden "etnik milliyetçilik" kapsamına, ikincisine evet cevabı vermemiz halinge "etnosentrizm"e, üçüncüsüne evet diyebiliyorsak "ulusal saflık" kavramına, dördüncüsüne evet dememiz halinde ise ultra-milliyetçiliğe girer, hepsi aşırı sağdır ve tehlikelidir. Aksine bunlara hayır cevabı verebilirsek, bu milliyetçilik, ülkenin her bireyinin elinden demokratik haklarını almayan, anayasal vatandaşlığı önde tutan ve sadece Türklüğe özgü kültürel öğeleri korumaya yönelik bir milliyetçilikse, Atatürk milliyetçiliği sola yakındır ve farklıdır diyebiliriz. Bakalım.

Ders kitapları önemlidir, çünkü ders kitapları, bir ülkedeki resmi egemen ideolojinin yansımasıdır. Bu konuyla ilgili Kemalizm'in Altı Oku adlı yazımda yaptığım alıntıları tekrar ediyorum:
"Bizim milletimiz, ‘Türk milleti’dir. Aynı soydan gelen, aynı lisanı konuşan, aynı adetlere tabi olan insan kümelerine ‘millet’ denir." Mithat Sadullah, 1927-1928 Yurt Bilgisi İlkokul 4. sınıf, s.10

Dönemin sonraki ders kitapları da hep aynı ifadeleri içermiştir:
"Türk Yurdu üzerinde yaşayan, Türk diliyle konuşan ve Türk kanını taşıyan insanların birliğine TÜRK MİLLETİ denir." T.C. Maarif Vekilliği, Yurtbilgisi Dersleri,1939. s. 13

"Bütün Türkleri bütün yüreğimle seveceğim. Çünkü hepimiz aynı kanı taşıyoruz, hepimiz aynı güzel toprakta yaşıyoruz. Aynı dili konuşuyoruz." Tezer Taşkıran, Türk Ahlakının İlkeleri, 1945, s.13

Ders kitapları dışında, bazı mesleklere alımlarda, "Türk ırkından" olma şartı aranmıştır. Söz konusu belgeleri, Kemalizmin Altı Oku yazımın "Milliyetçilik" başlığı altında bulabilirsiniz. Bunun dışında, 1940'ların sonuna kadar, Avrupa'ya okuma amaçlı gidebilmek için dahi, "Türk ırkından" olma şartı aranmıştır.

Ders kitaplarında, öğrenci ve mesleki alımlarda ırk ve kana verilen önem gibi, çıkarılan kanunlarda da bunu görebiliyoruz. 1934 tarihli İskan Kanunu'na bakalım.


Madde 4 - A: Türk kültürüne bağlı olmayanlar,
B: Anarşistler,
C: Casuslar,
Ç: Göçebe çingeneler,
D: Memleket dışına çıkarılmış olanlar, Türkiye'ye muhacir olarak alınmazlar.
Madde 7 - "Türk ırkından olmayanlar, hükümetten yardım istemeseler bile hükümetin göstereceği yerde yurt tutmağa ve hükümetin izni olmadıkça buralarda kalmağa mecburdurlar."

Madde 11 - A: Ana dili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmeleri yasaktır.
B: Türk kültürüne bağlı olmayanlar veya Türk kültürüne bağlı olup da Türkçe’den başka bir dil konuşanlar hakkında harsi, askeri, siyasi, içtimai ve inzibati sebeplerle İcra Vekilleri Heyeti kararile, Dahiliye Vekili lüzümlu görülen tedbirleri almaya mecburdur. Toptan olmamak şartiyle başka yerlere nakil ve vatandaşlıktan iskat etmek de bu tedbirler içindedir.
C: Kasabalarda ve şehirlerde yerleşen ecnebilerin tutarı belediye sınırı içindeki bütün nüfus tutarının yüzde onunu geçemez ve ayrı mahalle kuramazlar.

Madde 13 - Türk ırkından olmayanların serpiştirme suretiyle köylere ve ayrı mahalle veya küme teşkil etmeyecek şekilde kasaba veya şehirlere iskânları mecburdur.


Bu konuda örnekler çoğaltılabilir. Lakin ders kitabında "Türk milletini" tanımlarken "aynı kanı taşıma" gibi bir şart öne süren, Türk ırkından olmayanları öğretmenlik, askeri baytarlık gibi mesleklere kabul etmeyen, Türk ırkından olmayan çocukları yurtdışına tahsil görmeye yollamayan, kanunlarında "Türk ırkı" ifadesini kullanmakta bir beis görmeyen Atatürk ve tek parti dönemi CHP'sinin "Türk" ile kastettiği olgunun ırktan bağımsız, anayasal vatandaşlık olduğunu söylemek doğru mudur?

Günümüze geldiğimizde, Canan Arıtman, Abdullah Gül, Ermenilere özür kampanyasını desteklediği için, "Onun ana tarafını araştırın, onda Ermenilik var ondan destekliyor." anlamına gelen ırkçı söylemlerde bulunmuş, Onur Öymen, Dersim katliamını savunmuştur. Bu insanlar, günümüzde CHP milletvekilleridir.

Kısacası, 1. sorum olan "Atatürk milliyetçiliği, Türklük ile bir ırkı kastetmiş midir?" sorusunun cevabı malesef evettir.

Gelelim ikinci soruya. Atatürk milliyetçiliği, Türklük ulusuna bir kutsiyet atfetmiş, onu diğer milletlerden üstün tutmuş mudur?

Atatürk'ün desteklediği Türk Tarih Tezi'nin odağı zaten budur. Bu tez doğrultusunda yıllarca ders kitaplarında, Türklerin ne kadar üstün olduğu, dünyaya medeniyeti öğreten ırk olduğu anlatılmıştır:

"Orta Asya’dan sel gibi akıp yayılmış olan Türk milleti, dünyanın dört bucağına medeniyet ışığını ilk ulaştıran millettir. Mağara kovuklarına sığınan insanlara, evlerde barınmağı Türkler öğretti. Yüzlerce yıl evvel Türkün yaptığı eşsiz yapılara bugün bütün dünya şaşkın şaşkın bakıyor. Bütün dünya, kumaş dokumasını, hayvan yetiştirmesini Türkten öğrendi.
Binlerce yıldan beri kuvvetimiz ve kılıcımız önünde boyun eğen insanlığa; ata binmeği, kılıç kuşanmağı öğreten gene Türktür."
T.C. Maarif Vekilliği. Yurtbilgisi Dersleri, 1939, s. 14

Dikkatinizi çekerim, bunun savunması "ümmetçilikten milliyetçiliğe geçmek için Türklüğü övmek" olamaz. Ümmetçilik propagandalarıyla yıllarca beyni yıkanmış insanlardan bahsetmiyoruz, daha beyinleri tazecik olan çocuklardan bahsediyoruz. Çocuklara, Türklerin diğer milletlere kılıçla boyun eğdirmesini övgüyle anlatan bir sistemin çarpıklığını anlamak için uzun uzun konuşmaya gerek yok.

Atatürk milliyetçiliğinin, Türklüğe ve Türk ırkına üstünlük atfettiğini, marşlarımızda, Atatürk'ün konuşmalarında, hatta yaptırdığı kafatası çalışmalarında, her yerde görebiliyoruz. Öğretmen Marşı'nda "Yer yüzünde yoktur, olmaz Türk'e denk, korku bilmez soyumuz." sözleri, gençliğe hitabede "Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.", Andımız'da "Türk'üm doğruyum, çalışkanım" ifadeleri, Güneş Dil Teorisi ve Türkçe'nin yüceltilmesi, Afet İnan aracılığıyla Türk kafatası ölçümü ve "zekalarının üstün olduğunun kanıtlanması (!)" gibi pekçok icraatle, Türklerin üstünlüğüne Hitlervari bir vurgu yapılmıştır. Bu da malesef, Atatürk milliyetçiliğinin etnosentrik olduğunu gösteriyor. Yani ikinci sorumuzun cevabı da evet.

Gelelim üçüncü soruya. Tek parti döneminde, Türk olmayanlara karşı haksız uygulamalar yapılmış mıdır?

Cevabı şu, sadece Türk olmayanlara değil, Türk ve müslüman olmayanlara karşı haksız uygulamalar yapılmıştır. 1925 tarihli Şark Islahat Planı ile Türkler ve Türkmenler, Kürt bölgelere yerleştirilmiş, Kürtçe yasaklanmış, isyan bölgelerindeki kurumlara Kürt memur alımı durdurulmuştur. Ondan önce İsmet İnönü, 1925'te yaptığı konuşmada şu sözleri sarfetmiştir:

"Biz açıkça milliyetçiyiz. Milliyetçilik bizi birleştiren tek nedendir. Türk çoğunluğunun yanında diğer unsurların hiç bir etkisi yoktur. Her ne pahasına olursa olsun, ülkemizde yaşayanları Türkleştirecek, Türklere ve Türkçülüğe karşı çıkanları yok edeceğiz. Vatana hizmet etmek isteyenlerden her şeyden önce Türk ve Türkçü olmalarını istiyoruz."

Senelerce süren Türkleştirme, Türk dışındaki kültürleri yok sayma, Ermenileri ülkeden silme, Zilan Deresi Katliamı, Dersim Katliamı, Kürt köylerinin yakılması, Rumları mübadele ile göçe zorlama, Türkçe dışındaki dilleri açıkça yasaklama, Arapların ülkeye girişine izin vermeme, "Vatandaş, Türkçe Konuş" kampanyası, gayrimüslimlere yönelik "Varlık Vergisi" kanunları, İskan Kanunu, Şark Islahat Planı, madde 301 gibi pekçok ırkçı uygulama, "Türk-müslüman" bir ırk yaratma projesinin açıkça kanıtıdır ki bu da "Ulusal saflık" (National Purity) tanımına birebir uymaktadır.

Günümüzde CHP'nin Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılmasına yönelik hiçbir söz söylememesi, Ergenekon'un avukatlığını yaparken harcadığı emeğin onda birini Hrant Dink davasında harcamaması, ana dilde eğitime şiddetli bir şekilde karşı çıkması, Kılıçdaroğlu'nun tüm referandum kampanyası süresince "Kürt" kelimesini kullanmaması gibi pekçok olay, CHP'nin "national purity" mantığında yürüdüğünün kanıtıdır ki, bu da soldan hayli uzak bir duruştur.

Gelelim son soruya ki burada sol için olmazsa olmaz bir kavramdan bahsedeceğimiz için bu soru önemli: Atatürk milliyetçiliği, bireysel değerleri geri plana itip, bir önder altında kollektif yapıya bürünmüş bir milliyetçiliği mi savunuyor?

Örneğin CHP'nin 1943 tarihli programının "Eğitimde Birlik" bölümüne bakalım:

"Türkiye, fikirde, karakterde, bedende birbirinden ayrılmaz bir surette güdülür."

Her ne kadar bu program Atatürk'ün ölümünden sonra oluşturulmuş olsa da, Taha Parla'nın dediği gibi, Atatürk de Türk milletini tek bir vücut olarak görmüştür. Zaten Nutuk'un yazılış amaçlarından biri de budur. "Biz ve onlar" ayrımı yapılmış, tüm dünyanın bizim karşımızda olduğu, milliyetçi olmadığımız takdirde ülkenin yok olacağı, yıllar boyunca tüm halka endoktrinize edilmiştir. Bu anlayışa göre, "ebedi şef", yani ulu önder Atatürk'ün izinde, sınıf ayrımı olmayan bir milletimiz vardır, bu millet de, yine CHP'nin programında belirttiği gibi "ayrılmaz bir surette güdülür." Burada milletten kasıt, tek kültür, tek parti, tek önder, tek millettir. Bireysellikten uzaktır. Aslında ümmetçiliğin farklı bir versiyonu olan bu milliyetçilik türü, aşırı sol ultra-milliyetçiliktir ve Nazi Almanya'sında, Faşist İtalya'da kullanılmıştır. Solcu olduğunu söyleyen herkesin karşısında durması gereken bir milliyetçiliktir.

Diyeceğim şu, Atatürk CHP'si olsun, günümüz CHP'si olsun, savunduğu milliyetçilik soldan oldukça uzak, etnik kimliğe dayalı, etnosentrik, saf ulus oluşturmayı planlayan ve bu bağlamda asimilasyon politikalarını savunan ultra milliyetçiliktir.

Anti-demokratik bir sol
Bu aralar Kemal Kılıçdaroğlu, "işçi, emekçi" kelimelerini sık sık kullanarak tekrar sosyal demokrat görünümüne girmeye çalışıyor. Lakin sadece işçiyi savunarak solcu olunmaz. Kürtlerin anadilde eğitim, mahkemelerde kendini anadilde savunma hakları gibi demokratik taleplerine yanıt verebiliyor mu CHP? Yoksa faşist tutumunu devam ettirip kendi vatandaşını bir tehdit olarak görüyor, Türkçe'den başka bir dile tahammül edemiyor mu? Vatandaşların başörtüsüyle üniversitelere girme talebine cevap veriyor mu? Yoksa İslam düşmanlığına devam mı ediyor? Bu arada başörtüsü karşıtlığı İslam düşmanlığı değil denemez. Bir insan benim İslam görüşüm bu diyorsa, İslam'da öyle bir şey var mı yok mu tartışması, laik bir ülkede siyasetçilere düşmez. Bu, resmen İslam düşmanlığıdır, modern laikliğe de aykırıdır.

Onun dışında, Ergenekon ve darbe avukatlığını bırakacak mı CHP? Alevilerin cem evlerinin ibadet evi olarak tanınmasının peşini kovalayacak mı? Bu ülkede yerinden yurdundan edilmiş, katledilmiş gayrimüslimlere karşı tavrı değişecek mi?

Kürtçe'yi yasaklayan, dikte ettiği gibi giyinmeyenleri astıran, ordu-millet projesini yürürlüğe geçiren, ülkede etnik temizlik yapan, gayrimüslimleri yurtlarından eden, İslam düşmanlığı yapan ve Türklere özgü bir İslam yaratan parti, Atatürk'ün CHP'sidir ve bunlar hep tek parti döneminde yapılmıştır. Bunun adı ırkçılıktır, faşizmdir. Eğer CHP sol parti olma niyetindeyse, bunlarla yüzleşmelidir.

Devrim "bekçisi", muhafazakar bir sol
Atatürk hükümeti, yaptıkları dönüşüm ve toplum mühendisliğini "devrim" olarak nitelendirmişlerdir. Bu da "CHP, sol bir partidir" diyenlerin argümanlarından biri. Lakin, Kemalist devrim, bir Marx'ın öngördüğü gibi sol devrimcilikle alakasız, hatta taban tabana zıttır. Sol devrim, halkla birlikte olur ve bir yerde donup bitmez. Devamlılık vardır. Kemalist devrim ise, Atatürk'ün Cumhuriyet ilanı ile yaptığı tepeden inme dönüşümlerdir, halkla birlikte olmamıştır ve Kemalist devrimciliğin tanımı ise "bu devrimleri korumak"tır. Bunu, 1935 yılı CHP programında görebiliyoruz:

Parti devlet yönetiminde, tedbir bulmak için derecel ve evrimsel prensiple kendini bağlı tutmaz. Ulusumuzun sayısız özverilerle başarmış olduğu devrimlerden doğan ve olgunlaşan prensiplere bağlı kalmak ve onları korumak parti için esastır.

Görüldüğü gibi, devrimciliğin tanımı, yapılan "devrim"leri desteklemek ve onları ilelebet korumaktır. Yani, muhafazakarlık. Kemalizmin tutuculuk bakımından, İslami kesimden daha katı ve değişmez olmasının nedeni budur. Çünkü değişim üzerine değil, muhafaza etme üzerine inşa edilmiştir. Bu da sol devrimciliğe zıttır.

Solu laikliğe indirgeyen bir sol
Şimdi düşünün; Milliyetçilik, devletçilik, AB karşıtlığı, darbeci tutum, ergenekon meselesinde takınılan tavır, anayasa değişikliği referandumundaki bulundukları taraf, Kürt sorunu, bu daha uzar gider. Bu konularda CHP ve MHP'nin tutumunun aynı olduğunun farkında mısınız? Değilseniz olun.

CHP'nin MHP'den ayrıldığı tek konu, din. Laik düzen eyvallah, Marx da din, kitlelerin afyonudur demiş. Lakin solculuk, "halkın kendi haklarını tayin etme hakkı"nı daima göz önünde bulundurur. CHP ise, solu "laik-şeriat" eksenine indirgiyor, sağcılara "şeriatçı, gerici" diyor, kendi de din karşıtı olduğu için bir anda sol oluveriyor. Lakin siyasi konuları tartışırken, "Türban, Kuran'da var mı?", "Rahiba kıyafetine hayır!" gibi abuk argümanlarla dini doktrinleri referans almaktan çekinmiyor. Diğer tüm konularda MHP ile kanka olan CHP, iş dine gelince, solcu kesiliveriyor. Hayır, hayır, sol, laikliğe indirgenemez, CHP'nin laikliği de faşizandır, MHP ile CHP arasında bir harf dışında fark yoktur. MHP ne kadar sağ ise CHP de o kadar sağ bir partidir.

Ulusal sol ve nasyonal sosyalizm
Bu başlığı gören Kemalistler öfkelenebilir. Lakin eminim ki çoğu nasyonal sosyalizmi yüzeysel biliyordur. Şahsen, "ulusallık (Nationalism)" terimi ile solu yan yana getirebilmeyi başarmış bu iki terim arasındaki benzerliğin, sadece kelime bekımından olduğunu düşünmüyorum. Hiçbir yorum yapmadan, nasyonal sosyalizmin temel öğelerini yazıp, karşılaştırmayı okuyucuya bırakıp yazımı bitiriyorum.

Kültürel çoğulculuk karşıtlığı
Nasyonal sosyalizm, ülkeyi tek kültür üzerine inşa eder. Egemen ulusun kültürünü diğer ulusların kültüründen üstün görür, ülkede yaşayan diğer halkların kültürel taleplerine karşı çıkar.

Globalleşme karşıtlığı
Nasyonal sosyalizmin en büyük propagandalarından birisi, globalleşmenin, ülkelerini yıkacağı yönündedir. Dünya, bu yüce devlete karşıdır ve entegre olmak, söz konusu değildir.

Bireycilik karşıtlığı
Nasyonal sosyalizm, ulusu bir vücut olarak görür. Ekonomi sistemi bile bunun üzerine inşa edilmiştir. Tek tip düşünen insanlar yaratmak için yayın organlarını ve eğitim sistemini kullanır. Farklı düşünenleri, hain olarak fişleyip, vücutta kangren olmuş uzuv misali kesip atmaktan çekinmez.

Korporatizm
Sınıf varlığını reddeden, meslak gruplarını bir vücudun parçaları gibi gören korporatizme göre halk, ulusal önderin emri altında devlete hizmet için çalışmalıdır. Bu sistemden ayrılamaz, sendika hakkı yoktur, grev ve lökavt mı? Ne hacet.

Tek Parti
Nasyonal sosyalist bir devletin tipik özelliklerinden biri, tek parti iktidarıdır. Bu parti, halka tüm haklarını bahşettiğini, halkı dış güçlerden koruduğunu ve halkın kendisine borçlu olduğunu dikte eder. Halk da, çeşitli yollarla, bu borcunu devlete öder.

Bu sistemin bizde de 20'li yıllardan 40'lı yılların sonuna kadar kullanılmadığını söylemek zor. Günümüzde de ulusal solun bu tip bir Türkiye'yi savunmadığını söylemek zor. Türk kültüründen başka kültürlerin taleplerine tahammülsüzlük, AB ve uyum yasaları karşıtlığı, bireysel haklara "Atatürk ilkelerine ve rejime aykırı" diye karşı çıkmak, özelleştirme karşıtlığı ve sınıfsal farkları reddeden devletçilik ilkesi özlemi, tek parti düzenini "zamanın gereğiydi" diye saçma sapan bir argümanla savunan ve elinden gelse o sisteme dönecek olan, karşıt görüşlerin varlığına tahammül edemeyen, BDP'nin ve AKP'nin kapanması için can atan bir "ulusal sol". Kimse kusura bakmasın, nasyonal sosyalizmle bire bir uyuyor bunlar.