27 Temmuz 2011 Çarşamba

Evrim Aldatmacası

Lise yıllarımdayken, beyinlerimizde resmi tarih, resmi din, hangi bölümün bize uygun olacağı sorunu, ilk gerçek sevgili deneyimlerimizi yaşama merakından başka hiçbir şey yokken, yazarı Harun Yahya olan böyle bir kitap, bedava dağıtılırdı. Ben, henüz, Avrupa ve Amerika'da, evrim karşıtı hıristiyan yaratılışçıların olduğunu ve evrim hakkında bir lise öğrencisi kadar bile bilgisi olmayan ve ingilizcesi bir ortaokul öğrencisinden daha düşük olan Adnan Oktar'ın, tercümanlarına, bu yaratılışçıların çalışmalarını çevirtip, bunların basit kopyalarını Harun Yahya mahlasıyla piyasaya sürdürdüğünü bilmiyordum. Bu kitapları okuyan öğrenciler, kitabı bitirdiklerinde, evrim ile ilgili o zamana dek duyduklarından veya öğrendiklerinden daha fazla öğrenmiş olmuyorlardı; aksine, bu kitaplar onlara evrimi unutturuyor, onları daha cahilleştiriyordu ve öğrenciler, allahu ekber nidalarıyla sokağa çıkıp evrim tartışacak kadar hevesli hale geliyorlardı.

Bu kitaplar hala dağıtılıyor mu bilmiyorum. Aslında yazımın konusu da evrim karşıtlığı, din karşıtlığı değil, Harun Yahya'yı hicvetmek ise aklımdan bile geçmiyor. Bu başlığı seçmemin nedeni, biraz arama motorlarında daha çok denk gelmek isteği, biraz da ilgi çekmek. Zira bu yazı, hem liberallere, hem Marksistlere, hem muhafazakarlara, hem sosyalistlere hitap edeceğini düşündüğüm bir tez üzerine olacak.

Dünya görüşünüz ne olursa olsun, büyük ihtimalle şu konuda hemfikirsinizdir; İnsanlar binlerce sene ilkel olarak, ideal olmayan şartlar altında yaşadı, sonrasında bu binlerce yılın bilgi birikimi, araç gereçlerin gelişimi bizi buralara getirdi. Örneğin, Marxistlerin sınıflandırmasına göre, australopithecine türünden sonra, yani ilk homo (insan) türünden, homo gautengesisten homo sapiens sapiense, yani moden insana kadar vahşet çağında yaşadı, sürekli gelişim uğruna, bu vahşet çağından çıkmak uğruna ileri adımlar attı, homo s. sapiens "anatomik olarak hayvanlardan tamamen ayrılmış" tür olarak bu vahşet çağından, üretici güçlerin olgunlaşmasıyla alt barbarlık çağına geçti ve sonunda uygarlık dönemi geldi. Her üretici güçlerin olgunlaşmasıyla, üretim aletlerinin gelişmesiyle de yeni sosyal yapılar, bu yapılara uygun devletler ortaya çıktı. Kapitalizm, yani yönetimin aristokrasiden burjuvaziye geçmesi de bu aşamalardan birisiydi ve kaçınılmazdı.

Marksizmi, Darwin'i ve evrimi unutun, diyelim ki Kuran doğru ve insan çok ayrı, özel bir tür (Yukarıda dediğim gibi, zaten çoğu komünist de insanı farklı göregelmiştir). Geldiğimiz nokta çok da farklı olmuyor. Bu inanca göre de, insan ırkı en az 600.000 senedir dünya üzerinde olmak zorunda. Zira artık 200.000 sene diyemiyorum, çünkü tamamen farklı bir insan türü olan ve 600.000 sene önce ortaya çıkan ve 30.000 sene önce soyu tükenmiş neanderthallerin aslında bizim türümüz homo s. sapiens ile ürediği, günümüzde Afrika'nın yerlileri hariç tüm insanlarda neanderthal geni olduğu keşfedildi. Yani homo sapiens gibi, neanderthalleri de "ademoğlu" olarak kabul etmemiz gerekiyor. Ve bu ademoğlu, bir inanana göre de 590.000 bin sene çok kötü şartlarda yaşamış, sonra, tüm dünyanın ona hizmet etmek için yaratıldığını anlamış ve bu nimetleri kullanarak, Allah'ın ona bahşettiği aklın yardımıyla bugünlere gelmiş, medeniyetler kurmuş, hiçbir varlığın yapamadıklarını yapmış.

Burada iki zıt kutupta gibi görünen ideolojinin ortak noktası, gelişimi övmeleri. Nereye dönseniz, antropologlar, psikologlar, sosyologlar, filozoflar, ekonomistler, siyasetçiler, doktorlar, kapitalistler, din adamları, kısaca herkesin ortak noktası bu, gelişimin övülmesi konusu. Arkeologlar, atalarımızın nasıl da ilkel şartlarda yaşadığını kanıtlamak için birbiriyle yarışmakta ve bulunan her alet, onların zafet madalyası olmakta. Herkesin politik sloganı farklı olabilir, fakat tek sloganda birleşilir; "Yaşasın uygarlık". Uygarlık, teknoloji, adeta sizin farklı bir tür, istisna bir tür, insan olduğunuzun kanıtıdır. Dünya ülkelerini de "birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü" sınıf gibi tanımlarla kategorize ederiz. Amacımız bellidir, tüm dünya birinci sınıf ülke seviyesine gelmeli! Bu, refah demektir, kültür demektir, uygarlık demektir. Buna karşı çıkan, nazikçe "teknolojinizi istemiyoruz" diyen kabilelere de hayvan gözüyle bakarız.

Ben bu konuda çok çok farklı düşünüyorum. Tezim ise şu, dünyada iki düzen vardır; tarih öncesi ve tarih sonrası. Bugün dünyada hayvan gibi bakılan ve tarih kitaplarına asla geçmeyecek, tarih öncesi devirleri yaşayan topluluklar, soyları tükenme ile karşı karşıya da olsa mevcut. Bu "tarih öncesi" ve "tarih sonrası", yani ilkel ve uygar toplulukların özelliklerini kıyaslarsak, şöyle bir taslağa varırırz.

Tarih öncesi -ilkel- topluluklar:

1. "Biz dünyaya aitiz" felsefesi üzerine kuruludur. Buna bağlı olarak her varlığa bir anlam yükler ve hiçbir türü yok etmek gibi bir niyeti yoktur. Aksine, hayvanların kabiliyetlerini iyi izlerer ve kuzenleri olarak gördükleri bu hayvanların en iyi özelliklerini kopya ederler.

2. İhtiyaçtan fazla mal biriktirmek yoktur. Örneğin avcı-toplayıcı veya yarı tarım hayatı yaşayan topluluklar, sadece önlerindeki kış boyunca yetecek kadar yiyeceği toplar, bir sonraki seneyi düşünmezler. Tarım yapsalar da, bundan sıkıldıkları zaman bırakma özgürlüğüne sahiptirler, bunu zorunluluktan yapmazlar. Herkes ihtiyacı kadar biriktirdiği için, nüfus kontrolü otomatik olarak sağlanmıştır.

3. Özel mülkiyet kavramı yoktur. Daha doğrusu, herkes, ihtiyacı olduğu kadarına sahiptir ve doğal kaynaklar, toplumun beraber yaptığı işler, eserler, tamamen toplumun ortak malıdır. Kimse bir ormana, bir arsaya, bir tarlaya el koyamaz.

4. Çekirdek aile kavramı yoktur. Kimi kabilelerde, tüm kabile bir aile bile kabul edilebilir. Bu topluluklar, kendi inşa ettikleri büyük evlerde, çadırlarda, oyuklarda, yani ortak yerlerde yaşarlar.

5. Genellikle anaerkillerdir. Fakat bu da bizim devletçi düşünmeye şartlanmış, "insanın olduğu yerde yönetici vardır" diye telkin edilmiş beynimizin koyduğu bir tanımdır. Aslında bu topluluklarda "erk" kavramı çok kısıtlıdır. Belirgin bir yönetici yoktur. Toplumun en büyük kadınları, kültürleri bir sonraki nesle aktarmakla, karar alma toplantılarına öncülük etmekle yükümlüdürler, hepsi bu. Ataerkil tarih öncesi toplulukların bile erk tanımı, bundan öteye gitmez.

Ayrıca, cinsel obje konumunda olan erkeklerdir. Başka bir deyişle, erkek seçilen, kadın seçen konumundadır. Erkekler, süslenip püslenip, çeşitli törenlerde birbirlerine karşı güç gösterisi yaparak, yeteneklerini göstererek, kadınlar tarafından seçilmeyi beklerler. Bu da daha güçlü genlerin gelecek nesillere aktarılmasına, yani evrime yardımcı olur. Çoğu hayvan türleri de bu şekilde gelişmektedir. Bu aynı zamanda, kadınların cinselliğini özgürce yaşamasına olanak sağlar.

6. Anaerkil oluşları, dinlerine de yansımıştır. Organize din ve gayba iman yoktur. Doğanın, dünyanın, toprağın insanlara sunduklarının, güneşin, ayın, yani görülen herşeyin kişiselleştirilmiş sembolleri vardır ve buna tapınılır. Örneğin Kibele, dünyayı temsil eder ve buna tapınmak, sadece bir şükran niteliğindedir.

7. İş bölümü yoktur. Bu, şu anlama geliyor; Herkes doğada kendi başına hayatta kalma yeteneği edinir ve bağlı bulunduğu topluluk bir iş yapma kararı aldığında, bu işe herkes eşlik eder. Örneğin bir duvar örülecekse, toplumdaki herkes bu işi yapar. Yani özel "duvarcı", "madenci", "tekstilci" diye bir şey yoktur. Tüm bu işler, birer oyun kıvamında geçer ve bitince herkes hayatına geri döner.

Şimdi tarih sonrası diye adlandıracağım bölüme gelelim. Bu dönem, Mezopotamya kabilelerinin "tarıma geçiş" diye adlandırılan, 8.0000-10.000 sene önce tarih sahasına çıkışıyla başlıyor. Tarih sonrası -uygar- topluluklara bakarsak:

1. "Dünya, bize aittir" felsefesiyle kuruludur. Bu yüzden kendilerine yararı olmayan tüm canlıları öldürme hakkını kendilerinde görürler. Yeşili yok edip daha fazla verim veren buğday ekimini tercih etmişler, tarıma zararı olan tüm kuşları, fareleri, böcekleri öldürmekte, avlanırken rakip olarak gördükleri avcı hayvanları katletmekte beis görmemişlerdir.

2. Dünyanın kendilerine ait olduğu ve insanların özel bir ırk olduğu düşüncesi, diğer türlerden farklı olarak, ihtiyaç fazlası mal biriktirme geleneği başlamıştır. Daha fazla stok, daha fazla nüfusa sebebiyet vermiş, bu da yaşamı tamamen tarım üzerine endekslemiş, tarım zorunlu hale glemiştir ve fazla nüfus, sahip olunan tarım arazilerinin yetmemesine neden olmuştur. Dolayısıyla komşu topluluklara istilalar başlamış, bu da savaş teknolojisini ortaya çıkarmıştır. Aynı zamanda, komşu kabilelerin zaptedilenleri, tarım işinde kullanılmaya başlanmış ve kölelik kavramı oluşmuştur. İşleri kölelerin yapması, daha da çok ürün alınmasına sebep olmuş ve böylece ticaret başlamıştır.

3. Fazla mal, ticaret ve kölelik, özel mülkiyet kavramını ortaya çıkarmıştır.

4. Özel mülkiyetle birlikte, mülkiyetin dağılımı ve kontrolü için, çekirdek aile kavramı ortaya çıkmıştır. Böylece insanlar farklı evler inşa etmeye, kendi küçük kurumlarında, özel mülkiyetleriyle yaşamaya itilmişlerdir

5. Güç üzerine kurulan politika, ataerlik toplum yapısını ön plana çıkarmış ve artık erkek gücü, kadını cezbetme değil, kadını baskı altında tutma aracı haline gelmiştir. Ataerkil ve gücün ön plana çıkışı, kadını seçilen, erkeği seçen konumuna getirmiştir.

6. Ataerkil kültür, dinlerin de ataerkil hal almasını sağlamıştır. Yunan mitolojisine, Mısır mitolojisine bakın, onların tarih öncesi anadolu tanrıçalarının evrimleşmiş halleri değil, onlara baş kaldırış olduğunu, bu mitolojilerde kadınlara tecavüz eden tanrıların bolluğuyla, kral tanrı figürünün baskınlığıyla görebilirsiniz. Yani aslında uygarlıkların çıkışıyla oluşturulan organize dinler, tarih öncesi dinlerin tanrılarını da öldürmüştür. Zira İbrani dinler son noktayı koymuş, kendi tanrısının dışında tüm tanrıları reddetmiştir. Fakat Mısır dinlerindeki tanrı kral figürü korunmuştur (İslam tanrısının da ne kadar kral özelliği taşıdığını farketmişsinizdir). Bu, güce dayalı ataerkil politikanın gereğidir.

7. Daha çok ticaret, daha çok mal ve rekabet, iş bölümünü ortaya çıkarmıştır. Artık her köle, belli işe atanır, onlardan belli işleri belli zamanda bitirmeleri beklenir hale gelmiştir.

Yani bu iki toplum yapısı, birbirinin devamı olmadığı gibi, bunlar tamamen zıt felsefeler üzerine kurulmuşlardır. Uygar toplulukların kurumları, dinleri, tarih öncesi toplulukların kurumları ve dinlerinin daha komplike, gelişmiş hali değil, onların tamamen antagonistidir. Ortada, modern mitolojimizin bize dikte ettiği gibi üretim güçlerinin olgunlaşması, üretim araçlarının gelişmesinden kaynaklanan bir değişim falan yok. Tarım araçları, hayatı idame ettirmeye yönelik üretim güçleri, daima vardı. Hatta şempanzelerle bizim ortak atamızın bile alet kullanıyor olabileceğine dair çarpıcı kanıtlar yok değil. Asıl değişen şey, insanların, dünyanın hakimi olma konusunda aldığı karardı. Bu da tarih öncesi tanrıları öldürüp, insan kavramını evrenin tanrısı haline getirmiştir.

Aslında bunun etkilerini, dini kitaplarda da görebiliyoruz. Uruklar, Lagaş halkı ile birlikte kanal kurma kararı alır, zira iklim, onların tarım yapmasına izin vermemektedir ve onlar doğanın bu isteksizliğine karşı gelirler. Sonrasında Lagaşların kanalı taşıp Urukların arazilerine zarar verir. Bunun üzerine Uruklar, Lagaşlara baskın yapar, hem kendi kanalını tamir etmelerini hem zararlarını gidermelerini isterler, bunu yapamayan Lagaşları vergiye bağlarlar. Uruk şehri, tarihte ilk devlet diyebileceğimiz kurumdur artık ve Lagaşlara saldırıları sürer. Bu olay sonraları Mezopotamya'nın güneyine inecek, Arap yarımadasının sınırına dayanacaktır. Lugaşlara saldırırlarken Uruklar, o zamanki Samileri, yani yahudilerin ve Arapların atalarını vururlar. Bunun intikamını almaya geldikleri bahanesiyle, Uruklar, Samilere inanılmaz şiddetli saldırılarını artırırlar ve artık Samilerden köle ve ganimet almak, gelenekleri haline gelir. Samiler tarım köleleri olurlar.

Samiler o zamanlar, hayvancılıkla geçiniyorlardı ve kuzeyden gelen istilacılar, ilk devlet, tarımcıydı. Habil-Kabil hikayesini bilirsiniz. Ziraatçi Kabil, hayvancılıkla uğraşan Habil'i öldürmüştür. İşte Samiler, Kabilin, yani kuzeyden gelen tarımcının, gelip kendilerini, kardeşi Habil'i öldürdüklerine dair ağıt yaktılar. Bunun sebebi de şuydu; Adem, yani Sami dilinde insan, tanrıların adaleti sağlamakta kullandıkları bilgi ağacının meyvesini yemiş, kendisini dünyanın sırrını çözen varlık olarak görmeye başlamış, kimin ölüp kimin yaşayacağına karar verir hale gelmişti. Bu gayet hüzünlü ağıt ve hikaye, zamanla İncil'e ve oradan Kuran'a sokularak tamamen anlamından saptırıldı, üstüne o meyve kadına yedirtilip günahkar hale getirildi. Yani aslında Adem'in elmayı yiyişi, Kabil'in Habil'i öldürüşü; anarşinin bittiği, "tarih öncesi" devrin kapandığı ve tarihin başladığı andır. Yahudiler, bundan binlerce yıl sonra, Musa'nın önderliğinde Mısır'dan kaçarken, Eden'e, yani cennet bahçesine, başka bir deyişle, o tarih öncesi zamana, Marxistlerin "vahşet çağı" olarak nitelendirdiği zamana dönmek istiyorlardı. Fakat Musa da kendi kurallarını, On Emir'i yazdı. Yahudilerden tüm peygamberlerin, yahudi kralların nefret edişinin nedeni, yahudilerin tüm fırsat bulduklarında o tarih öncesi döneme dönme istekleri, uygarlığı reddetmeleri, baş kaldırışlarıdır. Fakat sonra o baş kaldırdıkları canavarın en büyük savunucusu oldular. Cennet bahçesi olarak gördükleri kurtuluş yeri, basit bir şehir ismine döndü ve o şehirde şu anda müslümanları ve aslında kendilerini de cehenneme mahkum eder oldular.

Diyeceğim o ki, övünülen, "barbarlıktan uygarlığa geçiş" de işte bu kıyımlardır, köleliktir. Arkeologlar, mimarlar piramitlere bakıp, onların zamanın çok ötesinde yapılar olduklarını düşünürken, astrologlar onların uzaylıların eserini olduğunu söylerken, bu övünülen yapıların inşasında onbinlerce kölenin nasıl zorlandığını akıllarına getiriyorlar mı?

Bir kadın hayal edin. Yazılı kuralları yok, toplum geleneklerine uyup uymamakta özgür. Çayırlara gidiyor, hayaller kuruyor, etraftaki her şey onun, para diye bir şey orada yok. Kıyafetini bitkilerden elde etmeyi bildiği ipliklerden yapıyor, doğanın ona sunduğu her şeyi alıp yemekte özgür. Dilediği gibi çocuk yapabiliyor, topluma göre yeni doğan çocuk kutsal ve tüm halk ona, sonradan değiştirme hakkının olduğu kutsal bir isim veriyor. Bu kadın, çocuğu hastalandığında hangi bitkileri kullacağını biliyor. Çocukları okula gitmiyor, ihtiyaçları yok. Öğütleri verilip, doğaya bırakılıyorlar. Büyüdüğüklerinde bu kadının bir kızı geleneklere karşı çıkıyor, oğlu gelenekleri seviyor. İkisi de dışlanmıyor, küçük kız, kendi kurduğu geleneği, yani kendi hayalini yaşıyor. Bu insanlara gelişmiş gemilerle, ağır silahlarla geliyorsunuz, onlar karşı çıktığında da gazetecileriniz, medyanız, bu insanları "teknolojinin nimetlerinden yararlanmayı reddeden aşağı barbar kavim" olarak nitelendiriyor. Kızılderililere tam da bu yapılmadı mı? Asıl sorulması gereken, onların neden teknolojinin nimetlerine yıllar boyu karşı çıktıkları mı, yoksa bizim ne zaman nesnelere köleleşecek kadar delirdiğimiz mi?

Marxistlerin söylediği gibi üretim araçlarının gelişmesi yeni düzenlere neden olmamıştır, kurulan düzenlerin ayakta kalabilmesi için araçlar geliştirilmiştir. Osmanlı, savaş teknolojisi çağdaş imparatorluklardan ileride olduğu için kurulmamıştır, tersine, ayakta kalabilmek için teknolojisini geliştirmek zorunda kalmıştır. Ve tarihin hiçbir yerinde, insanlar "daha çok gelişelim" diye kendilerini köleleştirmemiş, yani gelişimin kölesi olmamıştır. İnsanlar köleleştirilip, devletin hayatta kalabilmesi için kullanılmışlardır. Avrupa, sanayi geliştiği için burjuva devrimi yaşamamıştır, işçilerin, kölelerin ayaklanmaları sonucu, yine bu kölelere, sanayi makineleri yaptırılmak zorunda kalınmıştır.

Bugün de aynı şey geçerlidir. Fakat günümüzdeki sistemde, kölelik gönüllü hale gelmiştir ve "teknoloji nimetleri" denilen yalanla, hayatımızın büyük bir kısmını çalışarak geçirmemize rağmen, bize, hayatımızın kolaylaştırıldığı masalı anlatılmaktadır. Dünya koca bir iş hanıymış, insanlar da çalışmak için dünyaya geliyormuşçasına beyinlerimize gelişim ve medeniyet empoze edilmekte. Dahası, fırsat eşitliği olmadığı için, insanlara yeteneklerini keşfedip geliştirme imkanı da sunulmamakta. Fırsat eşitliğinin göreceli daha iyi olduğu ülkelerde bile, çocuklara, bir konuda yeteneği fazla olan bir makine muamelesi yapılmakta, o yeteneğin üstüne gidilmektedir. Örneğin bir çocuk, mühendis olursa, artık o, toplum için bir insan değil, bir mühendistir. Başka konuda konuşma hakkı yoktur, bir mühendis olarak başarısız olduğunda işe yaramaz insandır. Bir insan, ömrünün 3'te birini, bir toplu iğne üreticisi olarak geçirebilmektedir. Gelişim uğruna, "bir işte ustalaşıldığında daha kaliteli ürün alındığı" fikrinden hareketle, iş bölümü inanılmaz boyutlara gelmiştir. Örneğin, çöpçülük diye bir mesleğin olması utanç verici değil midir? Önceleri zorunlu, günümüzde gönüllü kölelik olmasa, benim, senin çöpünü, hangi insan gönüllü olarak, severek toplardı? Hepimiz devlet denen suni canavarın iç organları gibiyiz. O yüzden "toplumda birileri de çöpçü olacak" diye düşünmeye programlısınız. Hatta muhtemelen çalışmayı kutsal görüyorsunuz, "çöpçüler kendileriyle, namuslarıyla övünmeliler" diyorsunuzdur. Hayır hayır, çöpçülük, lağımcılık, çoğu meslek gibi, insanlığın değerini düşüren mesleklerdir. Hatta yukarıda belirlediğim gibi, bir mesleğe bağlı olmak bile insanın değerini düşürür, onları makineleştirir. Aslında hepimiz birer makineyiz ve o yüzden doğamıza aykırı hareket ediyoruz. Gelişim ve ilerleme adına doğadan kopartılıyoruz ve doğaya zarar veriyor, hayvanlara, bitkilere, atmosfere, denizlere katliam yapmaktan çekinmiyoruz. Teknolojinin bize getirdiği yeni hastalıklarla, her sene daha çok doktora, her sene daha çok kimyasala bağımlı hale geliyoruz.

Marxizme karşı oluşumun nedenlerinden biri de bu. Tarih öncesi kavimlere burun kıvıran, kapitalist üretimi daha da geliştirerek devam eden, insanları köleleştiren ve işçiliği öven bir sisteme neden sahip çıkayım? Sovyetler Birliği çok gelişmişti, astronomide, sporda, teknolojide çağ atladılar. Fakat bunu halk isteyerek mi yaptı, yoksa Komünist Partisi'nin insanları köleleştirmesiyle mi? Soljenitsın'ın Sovyetler Birliği'ndeki işçi kamplarını anlatan Arhipelag Gulag adlı belgesel niteliğindeki eserini okumanızı tavsiye ederim.

Aynı şekilde, Stalin örneğinden korkan, anarko-sendikalistlere de itirazım var. İş bölümü aynen devam ettiği, üretimin ve gelişimin azılı bir şekilde kutsandığı sistemde, ya ekonomik diktatörlük, ya Stalin tipi devlet diktatörlüğü olmadan, toplumun birbirini tamamlayan makinelerden oluşacağını beklemek fazla iyimserlik. Ortada kişisel bir diktatörlük olmayabilir, fakat, çalışmadığınız ve alınan kararlara uymadığınızda sizi aforoz edecek bir toplum varsa, orada görünmeyen diktatörlük vardır.

Özetle, insanlar, 3 milyon sene boyunca "tarih öncesi" topluluk olarak yaşadı. 3 milyon sene diyorum, zira tüm homo habilisten homo erectusa, homo ergasterden homo sapiens sapiens'e kadar tüm homo türleri insandır. Kimisi bizim atamız falan değil, aynı ataları paylaştığımız tamamen farklı insan türleridir, kimileri de kendilerinden evrimleştiğimiz atalarımızdır fakat biz bitmiş bir ürün, veya evrimin amacı değiliz. İnsan, australopithecine'den homo habilis'e, homo habilis'ten homo ergaster'e, homo ergaster'den homo heidelbergensis'e, homo heidelbergensis'ten homo sapiens'e, "tarih öncesi - ilkel" toplulukların yaşadığı tarzda yaşayarak gelmiştir. Yani, 200.000 sene önceki insan ile günümüzdeki bir insanın anatomik yapısı aynıdır ve son 10.000 yıllık "gelişim" denen şey, insanlığın kanıtı falan değildir. Aksine, insan, kendisini "bitmiş ürün" olarak görerek, kendisine bu anatomik yapıyı, bu zeka kapasitesini vermiş olan hayat tarzını bırakarak, evrime meydan okumaktadır. Kendisini dünyanın hakimi gören dindar veya din karşıtı tüm sistemler, doğanın en azılı katilleridir ve dünyanın sonunu getireceklerdir. İnssanları doğasından koparan, her birimizi potansiyel suçlu hale getiren, psikolojimizi bozan ve hatta psikoloji biliminin bile kölesi haline geldiği şey de bu felsefedir.

Ayrıca göz ardı edilen bir diğer gerçek de, insanların evrimin harikası olmadığı gibi, diğer türlerin de halen geliştikleri gerçeğidir. Birkaç milyon yıl sonra bir aslanın insanın bugünkü beyin kapasitesine ulaşmayacağı garantisini kim verebilir? Bu bir ihtimal değil, kaçınılmaz bir gerçek. Çünkü evrim, her canlıyı en basitten en komplekse götürme potansiyeline sahip ve biz zihinsel kapasite olarak, bu noktaya ulaşmış ilk türdük, son olmayacağımız kesindi. Fakat kendimizi tamamen farklı görüp, diğer türlerin gelişimine son 10.000 yıldır balta indirdik, indiriyoruz. Bu arada kendi doğamde ızdan kopup, kendimize zihinsel ve fiziksel olarak gerileyeceğimiz bir ortam yaratıyoruz. Hiç doğada yalnız kaldınız mı? Tüm duyularınız bir anda harekete geçer, sürekli beyninizi, görme duyunuzu, tüm algılarınızı açık tutmak zorunda kalırsınız. Aynı zamanda vücudunuzu da en aktif şekilde kullanırsınız. Evinizde veya işyerinizde oturup, çaycınızın çayınızı getirmenizi beklerken, işlerinizi mouse yoluyla hallederken de tam tersi, potansiyelinizin çok çok azını kullanırsınız. Tüm işlerimizi elektronik eşyalardan ve insanlardan oluşan kölelerimize yaptırırken, kendimiz de birilerinin kölesi olurken, bedenimizi 20 saat hareketsiz tutarken, bunların ne çeşit körelmelere ve evrimsel gerilemelere neden olacağı, birkaç onbin sene içinde ortaya çıkacak. Tabi o süre içinde gelişim adına kirlettiğimiz doğa, deldiğimiz ozon, yüksek radyasyon seviyeleri, kuruttuğumuz denizler, bizi dünyadan silmiş olmazsa. Ama "zaten kıyamet kopacak" veya "ben karışmam, dünyaya hakim olmaya devam edeceğim, gelecek beni ilgilendirmez" deme hakkına sahipsiniz.

O zaman daha çok insan hakları yazın, daha çok insan merkezli yasalara destek verin, gelişmenize devam edin. Fakat kendinize bir sorun, gününün üç saatini yiyecek bulmakla geçiren, geri kalanını oyun oynamakla, şarkı söylemekle geçiren bir serçe kadar özgür müsünüz? İşte yamyamlıkla, vahşetle itham edilen tarih öncesi insan, yani atalarımız, onlar kadar özgürdü. Ve onlar kadar barışçıl.