30 Mart 2011 Çarşamba

Hibrit

Kamâl.

12.5cm x 18.5cm boyut
Mürekkep + grafit + pastel
Süre: 9dk.

28 Mart 2011 Pazartesi

Gecikmiş Yazı

Aslında bu yazıyı dün yazmıştım. Lakin blogger ve bazı google uzantılı sitelerin güzelim mahkemelerimizce kapatılmış olmasından dolayı bloguma erişemiyordum. Ortaçağda kalmış yargıçlarımız tekrar kapatma ayıbını etmeden ben yazımı aşağıya yapıştırıyorum. Sağlıcakla.

"Bu bloga son uğradığım günden beri dünya çalkalanıyor. Türkiye, İmamın Orduları, Libya, NATO, ABD, Fransa, İbrahim Tatlıses, medyaya tabi ki yansımayan ve kimseye detayıyla yansıtma gereği duymadığım benim başıma gelenler. Peki ben ne yapıyorum? Bazı günler o mekan senin, bu mekan benim, bugün olduğu gibi bazı günler akşama kadar yataktan kalkmama isteği (Ki normalde bir mümin gibi imsaktan önce kalkma gibi bir alışkanlığım vardır). Yani hayatım tam da Bir Gün Tek Başına'daki Günsel'in dediği gibi, "küçük burjuva çelişkileri" ile dolu. Beynim uyuşurken, yazasım geldi. Ben de alafranga WC'ye koşar gibi PC'ye oturdum.

Yazacak çok konu var, hepsini özet geçmeyi düşünüyorum zira sersem gibiyim. Önce dış meselelerden bahsedelim, sonra içeri girelim. Amerika ve Fransa'nın Libya'ya girmesi konusu. Bu operasyondan zararlı çıkacak ülkeler, bu müdahaleyi yapanların kendileri olacak. Öncelikle İngiltere ve sonrasında Amerika'nın, 1900'lerin başından beri bölgede kontrolü elinde bulundurmak için acımasız diktatörleri desteklemesi taktiği artık işlemiyor. Ortadoğu halkının da, Amerika'nın piyon olarak kullandığı diktatörler desteklenemez duruma geldiğinde, bölgeye demokrasi ve insan hakları bahaneleriyle girmelerinin iç yüzünü kavrayacak kadar tarihi birikimi var. Dolayısıyla bu müdahaleler Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Hindistan'daki halkların diktatörlerine olduğu kadar, emperyalist güçlere de karşı tavırlarını şiddetlendirecek ve emperyalist ülkelerin bölge üzerindeki hakimiyet çabaları geri tepecek.

Bu tahmini fazla iyimser olduğum için yürütmüyorum. Ortadoğu'daki halk hareketleri ve alt yapısı yeni başlamış bir olay değil ve Amerika'nın izlediği politikalar özellikle son yıllarda, her seferinde kendisini yıpratmaktan başka bir işe yaramadı. Ayrıca, Libya'daki durum Mısır'dan farklıydı. Beğenelim ya da beğenmeyelim, Libya'daki muhalif hareket karşısında Kaddafi için açık bir destek de söz konusu. Yani iç savaş var ve iç savaşa müdahale etmek Amerika'nın bile diğer müttefikleriyle birleşse altından kalkamayacağı kadar komplike bir iştir.

Gelelim Türkiye'nin bu konudaki tutumuna. Başbakan "NATO'nun Libya'da ne işi var" derken, an itibarıyla NATO'nun emri altında başka bir ülkeye askeri müdahalede bulunabilecek bir konuma geldik. Bu noktada AKP'ye alternatif düşünülen meclisteki partilerin (Başta CHP) tezkereye onayı, Türkiye'de değişim isteyen ve bu değişimi bu muhalefetten bekleyen herkesin kararlarını bir kez daha gözden geçirmesi gereken bir olaydır. Fikrimce başta ana muhalefet, bu onayla, nasıl da emperyalist-kapitalist güçlerin sıkı bir müteffiki olduğunu kanıtlamış ve bir bakıma intihar etmiş oldu. Bu intiharla bence TBMM'den ve parlamenter sistemden herhangi bir beklenti veya umut kırıntıları da yok oldu (Ki o umut bende hiç olmamıştı).

Son olarak basılmamış kitabın imha edilmesi durumu. Aslında kanımca bu olayın yukarıdaki tutumla bağlantısı var. Çünkü bir polis devleti/diktatörlük yolunda ne kadar ilerlerseniz, emperyalist-kapitalist bloğun müteffikliği yolunda da o kadar ilerlersiniz. Türkiye tarihine bakın; Amerika uydusu olma durumunun zirveye çıktığı durumlarda, içerde de o kadar baskıcı bir devlet olmuştur. Ortadoğu'daki en büyük emperyalist işbirlikçiler, iç işlerinde o kadar baskıcıdırlar (Buna en açık örneklerden birisi Suudi Arabistan'dır). Amerika, onyıllardır yer yer ulusalcı, yer yer muhafazakar ama daimi kapitalist (Kimi zaman da sosyalizm adı altında devlet kapitalizmini en acımasızca uygulayan) diktatörlükleri desteklemiştir. Halklar ne zaman ayaklansa da, o diktatörlere demokrasi maskesi altında dirsek çevirmiştir. Halkların yanında durduğunu iddia eden emperyalist güçler aslında devrimleri bu yolla bitirmektedirler. Şu anda Libya'da yapılan budur. Amerikan uydusu yerel oligarşiler de halklarına karşı uyguladıkları zulümle devrimleri bitirebilir. Devrimleri ve muhalif halk hareketlerini önlemenin bu iki yolu her zaman paralel işler. O yüzden yazarlara uygulanan bu baskıyı, NATO tezkeresinin onayıyla son derece paralel görüyorum.

Bu da şu an baskı altındaki ulusal kesimi ideolojik olarak desteklediğim anlamına gelmiyor. Nitekim yerel oligarşilerin ve emperyalist güçlerin devrimi bitirmesi kadar, devrim adına devrime el koyan bürokrasiler de devrimi bitirir. İşte ulusal kesimin "devrim muhafızı" rolüne bürünmesini de (Türkiye'de vuku dahi bulmamış) devrime el koyan karşıdevrimci eylemlerden biri olarak görüyorum ve bunun da başımızdaki yarı ekonomik-yarı siyasi diktatörlükten daha iyi bir yol olduğu fikrine karşıyım. Zira yazarlara baskı yeni bir olay değil. Abdülhamit döneminden beri ülkede gazeteciler, yazarlar, düşünürler içeri atıldı, sansüre maruz kaldı, hatta öldürüldü. Atatürk döneminde de oldu bu, milli şef döneminde de, DP döneminde de, 27 Mayıs sonrasında da, 12 Mart'ta da, 70'lerde de, 80'lerde de, 90'lar ve 2000'lerde de. 2010'lara da aynen devam ediyoruz fakat bir farkla, AKP hükümeti ana medyaya da saldırdı.

Aslında bunun kamuoyunda oluşturduğu tepki açısından iyi bir gelişme olarak görüyorum çünkü hükümetin yazarına, gazetecisine yaptığı haksızlıklar topluma mal olmaya başladı ve böylelikle her kesimin bilinçlenip bu konu hakkında iktidarlara tümden başkaldırmasının önü açıldı. Chomsky'nin dediği gibi, en iğrendiğiniz insanların ifade özgürlüğünü savunmuyorsanız, siz zaten ifade özgürlüğü yanlısı değilsinizdir. O yüzden artık haksızlığa uğrayanların hangi güruhtan olduğunu bırakıp, baskı yaratan iktidarlara karşı tutum alma bilincine ulaşılmalı. Zaten yasalar yasa değil, fakat artık yürütme de yasaları dinleme gereği duymuyor. Basılmamış kitabı imha etmek, çarpık kanunlara bile aykırıdır. Bu olayın şu açıdan iyi olduğunu düşünüyorum; Her gelen baskıcı iktidarı destekleyen muhafazakar ve liberal kesimler dahi böyle bir olayı beklemedikleri için "AKP bizi rezil edecek" telaşına düştüler ve bu olaya tepki gösterme zahmetine giriştiler. Tabi makul olmayan baskıları eleştirirken kendilerince makul olanlara ses çıkarmadıklarını biliyoruz, bu da orta vadede değişecek bir tutum değil.

Kitapların, fikirlerin yasaklanmadığı, polis ve ordu güçlerinin ılga edildiği, ne yerel bürokrasilerin, ne dış güçlerin halklara müdahale edemediği bir dünya için... Şerefe."

12 Mart 2011 Cumartesi

İgnostisizm

Din konusunda tartışmayı sevmiyorum. Bunun çeşitli sebepleri var. Birincisi, hep aynı argümanları dinlemekten ve cevap vermekten yorulmuş olmam. İkincisi, bu tip tartışmalardan bir sonuç çıkmaması. Üçüncüsü ise insanların verdiği tepkiler. Din konusu açılana kadar, kutsala dokunduğunuz ana kadar insanlarla iyi geçinebiliyorsunuz lakin insanlar, sınırlarının geçildiğini hissettikleri an, size karşı tüm duyularını kapatabiliyor, karşı atağa geçebiliyorlar. O yüzden, iş din konusuna gelince, söyleyecek çok şeyim olsa bile susmayı tercih ederim. Lakin dün bir arkadaşım Japonya'daki felaket için "Allah yardımcıları olsun" dediğinde kendimi tutamayıp, "Allah varsa bu felaketi gerçekleştiren o değil mi? Aynı kişiden yardım beklemek çelişki değil midir?" dedim. Bu çıkışım kendisini oldukça kızdırdı tabi (Bu soruyu dünden beri üç kişiye sormaktan alamadım kendimi).

Türkiye'de Türk olmamak zor zanaat. Müslüman olmamak da öyle. O yüzden gayrimüslim azınlıkları anlayabiliyorum. Ama bir de benim gibi Türk olup müslüman değilseniz, "müslüman" olması gereken Türk kimliğinize ihanet etmekle suçlanabiliyorsunuz. İslam'dan çıkmak da zaten ayrı bir suç gibi görülüyor. Dinden çıkmış birisi olarak ahlak, vicdan, zeka yoksunu olduğunuza dair gülünç ithamlarla karşılaşmanız olası hale geliyor. Bu ithamların sahipleri de "dinsizlik" fikrine oldukça yabancı insanlar. Hemen "ateist mi oldun?" diye bir soruyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Kemalist olmayanlara AKP'li damgası vurulduğu gibi, müslüman olmayanlara da ateist fişlemesi yapılıyor. Ben aslında ignostiğim. Lakin sorana, agnostik olduğumu söylüyorum. Çünkü, insanlar ignostisizm hakkında hiçbir fikre sahip değil. Agnostisizm, buna nispeten daha bilinir durumda ve ayrıca bazı teologlar, ignostisizmi, agnostisizmin bir alt kolu olarak nitelendiriyor (Buna her ne kadar katılmasam da). O yüzden agnostik olduğumu söylemekte bir beis görmüyorum - ki aldığınız tepki genelde, "müslüman değilse hepsi bir" şeklinde oluyor. Bugün, ignostisizm üzerinde yazmak istiyorum.

İgnostisizm, agnostisizm de dahil tüm dinsel fikirlerin, tanrı üzerinde fazla varsayımda bulunduğunu savunan teolojik duruş. Açmak gerekirse ignostisizm, tanrının ne olduğu, yanlışlanamaz ve kognitif bir tanımla açıklanmadıkça, tanrının varlığı veya yokluğuyla ilgili bir tartışmaya girmeyi reddeder.

Tanrının ne olduğu ile ilgili tanımlamalarınıza karşı ise nonkognitivist bir pozisyonda durur. Buna göre, tanımınızda subjektif, idrak edilemeyen veya anlamı olmayan önermeleri reddeder. Örneğin, tanımınız "O, O'dur, tanımlanamaz ve idrak edilemez" gibi bir önermeden ibaretse, "O"'nun varlığını veya yokluğunu tartışmak gereksizdir çünkü bu tam anlamıyla düşünülemez önşartını ortaya koyan önermenin bir anlamı yoktur. Yine "X, zamandan ve mekandan bağımsız, görülemeyen ve ölçülemeyen, siyah renkten nefret eden beş kenarlı bir dörtgendir" gibi bir tanımlamada, X'in varlığı veya yokluğu hakkında tartışmayı reddeder çünkü X, kafamızda hiçbir konsept oluşturmamaktadır. Tanrının tam olarak ne olduğu hakkındaki bu tarz tanımlamalar, bir ignostiğe göre, Noam Chomsky'nin ünlü "Renksiz yeşil fikirler hiddetle uyuyor" cümlesi gibidir; Gramatik açıdan hatasız fakat semantik açıdan saçmalıktır.

İgnostisizm, ateizm değildir. Aksine, ignostisizm, "tanrıya inanmıyorum" diyen ateizmin, düşünülebilen, idrak edilen fakat kendisine inanmayı reddetmenin mümkün olduğu bir şeyin varlığını kabul ettiğini söyler. Aynı şekilde "tanrının varlığı veya yokluğundan, daha fazla kanıt olana kadar emin değilim" diyen agnostisizmden de ayrılır çünkü ignostisizm, bir şeyin varlığından emin olmamanız ve kendisi hakkında daha fazla kanıt beklediğiniz şeyin ne olduğunu anlayabilmiş, kavrayabilmiş olmanız gerektiğini savunur. Yani, varlık veya yokluktan bahsetmek için o şeyin ne olduğu hakkında tam bir fikre sahip olmanız gerekir. Bir ignostiğe göre ise tanrı, Allah, Yehova gibi ifadeler birkaç harfin diziliminden oluşmuş sözcüklerden ötesi değildir ve varlıklarını tartışmak için öncelikle tanımlanmaları gerekir. Yani bir ignostik, "bu harflerin toplamının benim kafamda oluşturduğu somut bir konsept yok, kimsede de olduğunu düşünmemi gerektirecek bir nedenim yok" der. Kıyaslamak gerekirse, "tanrı var mıdır?" sorusuna bir ateist "ben inanmıyorum", bir agnostik "emin değilim" diye cevaplarken, bir ignostik "tanrı derken ne kastettiğinden emin değilim" diyecektir. Ateist agnostik veya deist agnostik olabilirsiniz fakat ignostisizm, bunlardan farklı bir duruştur.

Bu duruş gayet tutarlıdır, çünkü binlerce tanrı anlayışı vardır. Ve bu yazıyı okuyan istisnasız herkes, bu binlerce tanrıdan hemen hepsine karşı inançsızdır. Örneğin "Allah'tan başka ilah yoktur." sözü binlerce tanrıyı reddediş, Allah'tan başka tüm ilahlara karşı ateizmdir. O yüzden pekçok ateist "siz, Zeus, Athena gibi antik tanrıları ve tanrıçalara ve şu an inanılan tanrıların hemen hemen hepsine inanmıyorsunuz, biz ise inanmadıklaırmızın listesine bir tanrı daha ekliyoruz, aramızdaki tek fark bu" der ki bu gayet doğrudur. İgnostiğin tutumu ise biraz daha farklıdır, tüm bu binlerce tanrının varlığı veya yokluğu hakkında, kognitif bir tanım olmadığı sürece, tartışmaya girmez. Yani bir müslüman aynı zamanda pekçok dine göre ateisttir, bir insan hangi tanrıdan bahsedildiğini tam olarak tanımlayana kadar, ateist mi, deist mi olduğunu söyleyemez.

İgnostisizmi, apateizmle de karıştırmamak gerekir. Apateizm, "tanrı vardır" cümlesini anlamsal yönden hatalı bulmayabilir, hatta "tanrı yoktur" bile demeyebilir, apateizm sadece "tanrının varlığı veya yokluğu ne beni, ne çevremi, ne hayatımı ilgilendirmez" der. İgnostisizm ise bir inanan veya inanmayana "varlığı hakkında tartıştığın şeyin tam olarak ne olduğuna dair bir fikre sahip değilsin" tezini öne sürer.

İnanışımı şöyle özetleyebilirim: Tanrıdan kastınız bir çocuğun inandığı gibi gökyüzündeki kocaman bir insansa, bir ateistim. Böyle bir antropomorfik tanrı idrak edilebilir ve inanıp inanılmadığına karar verilebilir, ben inanmıyorum ve bu tanrıya karşı ateistim, çünkü öyle bir adam olsa, uydularımız farketmiş olurdu (Bu konuda gidebileceğim en son nokta, daha fazla kanıt bulunana kadar böyle bir insansı tanrıya karşı ateist-agnostik bir tutum almaktır veya en fazla, böyle bir varlığın gereklilikliği ve olabilirliği konusunda tartışmaya başlamaktır). Yok eğer tamamen kapsayıcı, bütün varlıkların bir parçası olduğu, yani içinde bulunduğumuz kainatın eş anlamlısı bir tanrıdan söz ediyorsanız, o zaman deistim fakat o şeye kainat denmiş, kainata aynı zamanda tanrı demek bence mantıksız. Son olarak, tanrıdan kastınız, belli belirsiz bir şekilde tanımlanmış, varlığı test edilemeyen doğa üstü bir güçse, nonkognitivist bir tutum alarak o şeyin varlığı veya yokluğu hakkında tartışmanın tek boynuzlu görünmez pembe atın varlığı veya yokluğunu tartışmak kadar anlamsız olduğunu düşünürüm.

Umarım anlatabilmişimdir.

10 Mart 2011 Perşembe

Altın Çilek Sahtekarlığı

Geçen seneden beri altın çilek diye bir meyvenin varlığını duydum. Pekçok kuru meyve pahalıdır ya, bu şeyin fiyatı dudak uçuklatıcıydı, kilosu 60 liradan satıldığını görmüştüm. Geçen gün radyoda reklamını duyunca, bu çılgın fiyatın nedenini anladım. Ürün tanıtımında, meyve, dinleyiciye mucizevi bir şey olarak sunuluyor, nasıl hiç görülmedik hızda kilo verdirdiği ve kullananların sağlık durumunu artırdığı söyleniyordu. Merak ettim, araştırdım. Neydi altın çilekte olup da başka gıdalarda olmayan ve dolayısıyla onu mucizevi yapan şey?

Öncelikle ülkemizde "çilek" olarak ün yapmasına rağmen, aslında gerçek ismi "physalis" olan, çilekle bir bağı olmayan ve domates, biber, patlıcan gibi, patlıcangiller familyasından bir bitkiymiş kendileri. Şimdi kendisiyle ilgili sıralanan iddialara yakından bakalım:

İddia #1. Dünyanın en zengin lif oranına sahip meyvesidir, dolayısıyla diyabet hastalarına ve zayıflamaya yardımcı olur, kabızlığı ve kolon kanserini önler.

Yanıt: Lif sizi zayıflatmaz. Lifte hiçbir besin değeri yoktur, dolayısıyla kalori de yoktur. Midenizi besin değeri ve kalori olmaksızın doldurur, bu da zayıflamaya yardımcı olduğu konusunda bir argüman olarak kullanılsa da, lifli gıdalar sizi zayıflatmaz.

Aksine, lifin kendisini vücudumuz parçalayamadığı gibi, lif aynı zamanda diğer gıdaların emilimini de engeller ve özellikle kilo vermeye çalışan bir insan, gerekli pekçok gıdaları azaltacağı için, bunları da ememeyen vücutta sağlık sorunları çıkabilir. (1)

Gıdaların emilimi yavaşlatan veya bloke eden lif, dolayısıyla şekerin emilimini de yavaşlatır ve insülin seviyelerinin aşırı yükselmesini önler. Fakat bu, lifin diyabet hastalarına yardımcı olduğu anlamına gelmez. Diyabet hastalarının asıl yapması gereken şey, karbonhidratı kısıtlamasıdır. Siz şekeri diyetinizden elimine ederseniz, yavaş emilmesi için lifli gıdalara sarılmanıza da gerek kalmayacaktır.

Bir diğer yanılgı da lifsiz bir diyetin kabızlığa yol açtığı yönünde. Lifin bir "artık" olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Gıdaların artığı ne kadar çoksa, o kadar sık tuvalete çıkarsınız. Ama lif azlığından dolayı sadece kurtulmanız gereken artık azalacaktır ve daha seyrek tuvalete çıkacaksınız demektir. Bunun anlamı kabızlık değildir. Kaldı ki, lifli gıdaları aşırı derecede tükettiğinizde muhakkak gaz ve ishal şikayetleriniz artacaktır. Yani lifsiz bir diyet sizi kabız yapmaz lakin aşırı lif, ishale neden olur. Söylenildiği gibi aşırı lif tüketimi basur hastalarına yardım etmez, aksine zarar verir (1).

Ayrıca, lifin kolon kanserini önlediğini kanıtlayan tek bir laboratuar çalışması yoktur. Tam tersine, tüm şartlar eşit tutulup, diyetlerde lif oranının artırıldığı çalışmalarda, kansere sebebiyet veren kolon poliplerinin gelişimi arttığı gözlemlenmiştir (2) (3) (4). Aynı şey bizzat Dr. Öz'ün başına geldi. Seneler boyunca yüksek lifli diyetleri öneren ve kendisi de uygulayan Öz'de kansere yol açan poliplere rastlandı. Aşırı lifin bağırsak duvarına nasıl zarar verdiğine yönelik çalışmalar mevcuttur (5) (6).

Şunu da belirteyim; Liften kaçınmamız gerektiğini savunmuyorum. Fakat günlük sebze-meyvesini tüketen bir insanın, bunun üstüne daha da ekstra lif içeren besinleri tüketmesinin yarardan çok zarara yol açacağını söylüyorum. Öyle olmasa dahi, çevrede herşeyde lif bolca varken, lif için bir meyveye 40, 50, 60 lira yatırmak deli saçmasıdır.

İddia #2. Altın çilekte, antioksidan oranı yüksektir.

Yanıt: Neymiş efendim bu antioksidanlar? Öncelikle C vitamini. Ne kadar C vitamini varmış altın çilekte peki? 100 gramda 43 gram. Bu da günlük ihtiyacın %30'u bile etmiyor. Oysa ki yüz gram kırmızı biberde günlük C vitamini ihtiyacımızın %210'u, maydanoz'da %220'si, dalakta %85'i, portakal'da %90'ı, yeşil biberde %130'u, brokolide %150'si var. Altın çilek bu konuda hiç de özel bir yerde değil.

Bir diğer antioksidan ise cryptoxanthin. Bu antioksidan ß-karoten ile çok benzer, tıpkı onun gibi vücutta A vitaminine dönüştürülme özelliği var ve kansere karşı koruduğu düşünülüyor. Lakin cryptoxanthin sadece altın çilekte yok. Yumurta sarısında, tereyağında, elmada da var (7). Yine çok bağlantılı olduğunu söylediğim beta-karoten, havuç, patates, ıspanak, balkabağı, karalahana gibi yiyeceklerde bolca mevcut (8).

Ayrıca şunu da belirtmek gerek, bitkilerden alınan karotenler, vücutta A vitaminine, yani retinole pek de etkili bir şekilde dönüştürülemiyor. Araştırmalara göre, özellikle kadınların yarısından çoğunun vücudu, bitkilerdeki karotenleri A vitaminine dönüştüremiyor ve bu yüzden retinolün, yani direkt kullanılabilen A vitamininin kaynağı olan hayvansal ürünlerin tüketimine muhtaçlar (9). O yüzden altın çilek de dahil hiçbir bitkisel gıdada bol vitamin A olduğu yönündeki bir iddiaya inanmamanızı öneririm.

Ayrıca antioksidan dediğimizde belki de en başta düşünülmesi gereken E vitamini bakımından altın çilek hiç de zengin değil, zaten E vitamini çok bolca bulunan bir antioksidan değil. O yüzden biraz pahalı ve bolca antioksidan içeren bir yiyecek almak istediğinizde, bir numaralı E vitamini kaynağı olan badem, fındık gibi kuruyemişleri öneririm. Kuruyemişleri çilek, böğürtlen gibi meyvelerle birleştirip, bir porsiyon da sebze tükettiğinizde, ekstra antioksidana ihtiyacınız kalmayacaktır.

İddia #3. Altın çilek, potasyum açısından zengindir.

Yanıt: Potasyum açısından çoğu ürün zengindir. Doğada potasyum kaynağı denilebilecek bir gıda yoktur. Başka bir deyişle, tıpkı tuz gibi, hemen hemen tüm gıdalarda potasyum olmakla birlikte, hiçbirinde günlük ihtiyacımızın tümüne yetecek kadar potasyum yoktur. Altın çilek de tesadüf değilmiş, zira 100 gram taze altın çilekte günlük potasyum ihtiyacımızın %4'ü varmış. Kurusunda daha fazla olacaktır lakin onun nedeni, kurutulurken gıdaların suyunu kaybetmesidir. Yani 15 adet taze altın çilek yüz gram çekiyorsa, 50-60 adet kurutulmuş altın çilek 100 gram gelir. Fakat bununla doğru orantılı olarak 100 gram kurutulmuş altın çileğin kalori miktarı da o kadar fazla olacaktır. O yüzden tüm kurutulmuş meyvelerin besin değerleri ile birlikte kalori miktarı da fazladır. Bu gerçek de, kurutulmuş bir meyvenin kilo verdirebileceği yönündeki iddia ile epey çelişmektedir.

İddia #4. Altın çilekte bolca kalsiyum bulunur.

Yanıt: 100gram taze altın çilekte, 7mg kalsiyum bulunuyor. Bu da günlük ihtiyacın %1'i. Yani 10 kilogram taze altın çilek yerseniz, günlük kalsiyum ihtiyacınızı gideriyorsunuz. Epey bolmuş (!).

İddia #5. Altın çileğin öksürük, ateş, boğaz ağrısı, apse gibi problemlere iyi geldiği gözlemlenmiştir.

Yanıt: Nerede gözlemlenmiştir? Geleneksel Çin tıbbında (10). Yani alternatif tıpta kullanımı olan bir bitki physalis. Lakin alternatif tıp, kocakarı ilaçları mı rehberimiz olacak, modern tıp mı? Kaldı ki bu şikayetlere iyi geldiği bilinen onlarca bitki var. Altın çileği mucizevi olarak nitelendirerek akılalmaz fiyatlara pazarlamanın hiçbir etik değeri yok.

Özellikle zayıflama iddiası konusunda tekrar konuşmak istiyorum çünkü kilo vermek benim neredeyse uzmanlık alanım diyebileceğim bir konu. Bir senede 40 kilo yağ yakmış ve yağ oranımı o zamandan beri düşük tutmuş birisiyim. Şu kadarını söylemeliyim, sizi "zayıflatacak" bir yiyecek, bir içecek, bir ürün yoktur. Tek yapmanız gereken, yediğinden fazlasını yakmak. Zayıflamak matematik gibidir, hem de gayet basit bir hesaplamayla. Şöyle ki, hergün yediğinizden 500 kalori fazlasını yakmanız durumunda, ayda iki kilo verirsiniz. Sıkı bir egzersiz programı ile günlük yaktığınız kalori miktarını 2500-3000'e çıkarabilirsiniz. Yani 2000-2500 kalorilik bir diyetle rahatlıkla ayda 2 kilo verebilirsiniz. Hem hızlı kilo kaybı olmadığından, hem de egzersiz yaptığınızdan dolayı, kas ve güç kaybınız da olmaz, yanan kitle kas değil yağ olur.

Ayrıca egzersiz için de salonlara gitmeniz şart değil. Hatta açık havada serbest koşu, sprint çalışması en etkili kilo verme egzersizidir. Haftada 3-4 gün, günde 20 dakika süren sıkı bir koşu programı, vücut ağırlığıyla yapılan birkaç egzersizle birleştirildiğinde işinizi görecektir. Beslenme alışkanlıklarınızda yapacağınız küçük değişiklikler size günde 1000 kalori kurtarır. Örneğin haftada 80 gramlık iki çikolata yerine 40 gramlık bir bitter çikolata, 1200 kalori daha az tükettiğiniz anlamına gelir. Alkolü kesmek, yemeklere bitkisel yağ eklememek, kızartmadan kaçınmak, ekmeği azaltmak gibi pekçok küçük çözüm, egzersiz harici ekstra bir şey yapmadan kilo vermenizi sağlar. Altın çilek, kekik suyu, zayıflama hapı, gibi ürünlere vereceğiniz parayı da, daha kaliteli, sağlıklı, yüksek protein içeren gıdalara harcarsanız, hem sağlıklı kilo verirsiniz, hem de yediklerinizden zevk alırsınız.


Referanslar:
(1) Kok-Yang Tan, Francis Seow-Choen, Fiber and colorectal diseases: Separating fact from fiction
(2) British Journal of Nutrition (2008), 100, 711–721
(3) J. Nutr. 118: 840-845, 1988
(4) Cancer Research 46, 1727-1734, April 1986
(5) K. Miyake, T. Tanaka, P. McNeil Disruption-Induced Mucus Secretion: Repair and Protection
(6) Michael Eades, A cautionary tale of mucus fore and aft
(7) Merck Index, 11th Edition
(8) USDA National Nutrient Database for Standard Reference, Release 21
(9) Some women may lack vitamin A
(10) J. A. Duke, E. S Ayensu, Reference Publications, Inc. ed., Medical Plants of China, 1985

9 Mart 2011 Çarşamba

Dünya Kadınlar Günü ve Kadınları Özeleştiriye Çağrı

Aslında sosyalist kökenli ve 20. yüzyıldaki çalışma şartlarının sonucu kabul edilmiş, kapitalist Batı'nın çok sonralar kabul ettiği 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nde, medyaya göre ülkede neler olmuş diye beş dakika bir göz attım televizyona. Başbakan "dinimizde ve kültürümüzde kadına şiddet yoktur" diyerek biraz fazla iyimser laflar etmiş, Kılıçdaroğlu "bizim iktidarımızda dayak, tarihe karışacak" diyerek kara mizah içeren uçuk vaatlere bir yenisini eklemiş, kimi kadın da erkekler ne yaparsa, biz de yaparız yazılı pankartlar açmış.

Ben bugün hiç de kadına şiddeti lanetlemeyi, cinsiyet ayrımcılığının tarihe karışmasının gerekliliğinden bahsetmeyi falan düşünmüyorum. Aksine, kadınların bu utanç verici durumdaki payı ve çözüm yolunda kadına düşenler hakkında fikirlerimi söylemek istiyorum.

Kadınlar, nüfusun yarısı. İş ve siyaset dünyasındaki kotalardan önce, doğa onlara bu kotayı koymuş. Bu, çok büyük bir güç. Yani kadınların birlik olmaları durumunda, erkeklere ihtiyaçları olmadan, bu düzeni yerle bir etmeleri gayet mümkün. Fakat bence asıl sorun, kadınların, bir şeylerin değişmesini gerçekten istememeleri veya sorunun analizini hatalı yapmaları.

En başta şunu söylemek şart: Erkekleri yetiştirenler kadınların kendileri. Hep erkek egemen toplumun zararlarından bahsederiz lakin kadınlar, yani anneler, çocuklarına o erkek egemen kültürü aşılayan insanlar. Erkek çocuklarını "aslanım, padişahım, askerim" diye yetiştiren anneler, kızlarını yürürken aşağıya bakan, sessiz, hep kendisiyle ilgili bir şeyleri "mahrem" kılıp saklaması gerektiğini bilen tipler olarak yetiştirmeyi yeğliyorlar. "Erkek" olmayı öven anne figürü, örneğin çocuğunun eşcinsel olduğunu öğrenince "tam erkek" olmadığını düşünüp evlatlıktan reddetme noktasına gelirken, oğlunun elinin başka bir erkek eli tutması fikrinden tiksinirken, çocuğunun asker olup, o elin silah tutmasıyla, "vatan uğrunda savaşma" fikriyle gurur duyabiliyor. Bu da dominant erkeklerin, itaatkar kadınların yetişmesinde önemli bir faktör. Bu durumu hiçbir iktidar düzeltemez. Burada şart olan kültürel değişimi mümkün kılmak için, iktidarda olmanıza gerek yoktur. Kadın hakları da hiçbir erk iktidarın kadınlara bahşedeceği bir şey değildir. Kadınlara, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusunun birtakım haklar "hediye ettiğini" düşünenler, Kadınlar, Kazanımlarını Birilerine Borçlu mu? adlı azıma bir göz atabilirler. Yine kadınlar özgürleşmek istiyorlarsa, bunu sadece kendileri yapabilir. Kılıçdaroğlu'nun "iktidarımızda dayak tarihe karışacak" sözünün gülünçlüğü ortada.

İkincisi ise din konusu. Bugün dünya üzerindeki herhangi bir dini kitabı alın, açıp okuyun. Bir erkek tarafından yazıldığını anlarsınız. İncil'de kadınların dini toplantılarda susup itaat etmesi gerektiğini yazar, bizde de "Bir koca karısını yatağına çağırır da -karısı gelmezse- sabaha kadar ona melekler lanet eder", "Kulun kula secde etmesi caiz olsaydı kadınların kocalarına secde etmelerini emrederdim" gibi hadisler, erkeklerin kadınlara göre bir derece üstün olduğunu belirten Bakara Suresi'nin 228. ayeti vardır. Nisa Suresi 34. ayette erkeklere, kadınlara vurma vizesi verilmiştir. Kadınlar, erkekleri boşama hakkını elde edebilmek için, önceden bir anlaşma yapmış olmalıdır. Yoksa büyük ölçüde boşanma hakkı sadece erkektedir. Hıristiyanlık'ta da İslam'da da, erkeklerin birden çok kadınla evlenilmesine izin vardır. Söylendiği gibi bunun "belli şartlar altında" caiz olduğu konusuna katılmıyorum. İslam öncesi dönemde de çok eşlilik vardı, Hıristiyanlık öncesi dönemde de ve bu dinler, çok eşliliği ortadan kaldırmadı, hepsi bu. Kölelik sistemini ortadan kaldırmadıkları gibi. Diyeceğim şu; Dini, kadına şiddete karşı argümanmış gibi gösteremezsiniz. Ortadoğu'da kadınların statüsü ortada. Hadisle birebir uyum içerisinde olan, kadınların sağlık problemi olmadığı takdirde kocalarını yatakta reddetmelerini yasaklayan Afganistan yasasına, dini kullanarak karşı çıkamazsınız. Bu utanç verici durumu, "dini gereği gibi uygulayamıyorlar" şeklinde izah edemezsiniz ve erkek egemen kültüre dinlerin nasıl hizmet ettiğini inkar ederseniz gülünç olursunuz. Yani başbakanın "kültürümüzde kadına şiddet yoktur, cennet anaların ayakları altındadır" jargonu havada kalmaktadır.

Kaldı ki, sorun sadece üç büyük din denilen İbrahimi dinlerde değil. Şiddet konusunda İbrahimi dinlerden daha ileride ve daha barışçıl olan uzakdoğu dinlerinde de durum farklı değil. Örneğin Bhutan'daki Budist kadınların katıldığı bir araştırmada, bölge kadınlarının %70'i, çocuklarını ihmal ederlerse, kocalarıyla tartışırlarsa, yemeği yakarlarsa ve kocalarını yatakta reddederlerse, dayağı hakettiklerini düşündüklerini söylediler. Bunu bizzat kadınlar söylüyor. Diyeceğim şu, kadınların inandığı, erkekler tarafından yazılmış kitaplar, kendilerinin özgürleşmelerinde en büyük engellerden biri. Kendilerini aşağılayan kültürlere, dinlere itaat ettikleri sürece, çocuklarını da bu kültürde yetiştirmeleri kaçınılmaz olacaktır.

Tabi temelde dinin olduğu fakat din dışı öğelerle de inşa edilmiş gelenek faktörünü de unutmamak gerekir. Ülkemizde ve dünyanın pekçok yerinde kadınlar ikinci, üçüncü kadın olmayı kabullenmek (Veya kabullenmeye zorlanmak) ile kalmıyor, boşanma hakları da ellerinden alınıyor. İlk olarak ekonomik özgürlükleri olmadığı için katlanıyorlar. İkincisi ise "dul" olmak iyi gözle bakılan bir şey olmayabiliyor. Evlilik öncesi birlikteliklerde kadın "kirletilen", erkek "kirleten" konumuna konuluyor ve kadınlar da bunu böyle görüyor. Tüm bu tabular ve geleneklerin ışığında, kadınların "dindar, gelenekçi" evlatlar yetiştirmelerinin kadınlara çok büyük zararları olduğunu düşünüyorum. Tabi itaatkar, eğitim seviyesi ve iş deneyimi düşük, kocasına bağlı bir ev kadını olmak size mutluluk veriyorsa, o sizin seçiminiz.

Bir diğer sorun da, kapitalist sistemin kadın vücudunu kullanması ve kadınların buna izin vermesi. Araba tanıtımlarında, afişlerde, defilelerde, filmlerde, heryerde kadın vücudu ön plana çıkarılıyor. Aslında buna modern fuhuş da diyebiliriz. Adını hatırlamadığım Amerika'lı bir kadın aktrist, biz modern fahişeleriz diyerek demek istediğimi özetliyordu. Bu konuyu açmam gerekecek; Şöyle ki, kadınlar "beğenilmesi gereken" konumuna getirilmiş durumdalar. Kime? Erkeklere. Şimdi şu argüman kullanılabilir; Herkes güzel görünmek ister. Doğrudur, buraya kadar sorun yok. Lakin milyar dolarların döndüğü kıyafet, estetik, kozmetik sektörü, kadınların beğenilen bir objeye indirgenilmesi yönünde evrilmiş halde. Kadınların, kendi aralarındaki güzel görünme yarışı da, erkeklerin beğeni kriterlerine göre inşa edilmiş sektörlerden faydalanarak mümkün olabiliyor. Yani aslında kadınların, erkeklere daha güzel görünmesini sağladığı umulan ürünlerle, kadınlar iktidar savaşına girebiliyorlar. Medyanın pompaladığı ideal bayan yüzü ve vücuduna kavuşmak bir anda hedefleri olabiliyor.

Bu noktada kadınların vücudunun estetik olduğu, o yüzden her tanıtımda, afişte kadın vücudunun kullanılmasının normal olduğu tezi hatalı. Çünkü kadınların doğuştan gelen estetikliği varken, erkek vücudunun ise hormon farklılıklarından dolayı, doğanın kendisine bahşettiği, vücudunu doğal yollarla daha estetik hale getirme yeteneği vardır. Yani vücuduna saygısı olan her erkek, vücudunu Yunan tanrılarından daha estetik haline getirebilir ki bu imkan kadınlarda çok daha kısıtlıdır. Son tahlilde, kendisine bakan bir erkeğin vücudu, bir kadın vücudu kadar estetik olur ki zaten bu iki vücut estetiklik bakımından birbirini tamamlar niteliktedir ve uyum içindedir (Sanat tarihi boyunca erkek estetikliği, kadın estetikliği kadar kullanılmıştır). Lakin günümüzde, kadın vücudu bir çeşit "tatlı", "zevk aracı" haline gelmiştir, aynı zevklere kadınların da sahip olduğu unutulmuş, erkek beğenen, kadın beğenilen olmuştur. Halbuki doğa gereği, kadın seçen, erkek seçilendir. Değişen düzenle de kadının zekası, entellektüel birikimi, dünya görüşü gibi pekçok faktör ikinci plana itilmekte, kadınlar, bir haftada saatlerini sadece "güzel görünmeye" çabalamaya ve dişiliklerini kullanmaya zorlanmaktadır (Bunun iş dünyasında bir avantaja döndüğü gerçeği de ayrı bir trajedidir). Bu da kadınlara suni mutluluk verirken, bunun erkek cinsel tahakkümünün bir türü olduğu gerçeğinin de üstü maskelenmektedir. Kadınları "beğenilen" konumuna sokmuş aynı kültür, taciz, tecavüz, kadın ticareti gibi cinsel şiddetin de sebebidir.

Son olarak eleştireceğim kesim de gelenekçi kadınların karşısında gibi görünen kadınlar, yani "Erkekler ne yaparsa biz de yapabiliriz"ciler. Aslında bu sözün altında dahi erkeklerin yaptıklarını yüceltme var. "Erkeklerin yaptığı" şeyler değil midir bu dünyayı mahveden? En tehlikeli çıkış yolu da, erkeklerle bir yarış haline girmek, onların yaptığı şeyleri taklit etmeye çalışmaktır bana göre. Bu sizin kadınlığınızı alacak, sizi erkek gibi düşünen ateşli bir siyasetçi, insafsız bir iş kadını, eli kanlı bir asker yapacaktır. Dünyanın özgürleşmiş, ayakları üstünde durabilen, vücudu yüzünden değil fikirleri ve becerileriyle değerlendirilen fakat kadınlığını tüm duygularıyla, zevkleriyle, inceliğiyle, düşünceleriyle korumuş kadınlara ihtiyacı var. Erkekleşmiş kadınlara değil. Dünya nüfusunun yarısını oluşturan erkekler dünyayı bu hale sokmuşsa, bir bu kadar daha erkekleşmiş insanı hiç kaldırmaz bu gezegen. O yüzden siz siz olun, "kadın olun".

Not: Şunu da söylemeliyim, kadınların "masum, kırılgan" olduğu genel görüşü de canımıza okuyor. Kadın insandır, insan da şeytanidir. Hatta kadınlar, hep gizleyici şekilde yetiştirildiklerinden dolayı daha kolay entrika çevirebiliyorlar. Bunu da bir parantez açarak belirtmek istedim.

7 Mart 2011 Pazartesi

Anadilini "Öğrenim" Saçmalığı

Geçenlerde Kılıçdaroğlu'nun "anadilinde eğitim olmaz ama öğrenim olabilir" dediğini duyunca güldüm. Yani devlet, Kürtlere anadillerini "öğretebilir"miş, fakat o dilde eğitim, ülkeyi bölermiş. Sonrasında CHP'nin seçim vaatleri arasına "Kürtçe'nin okullarda seçmeli ders olarak okutulması"nı da sokacağını duydum ve gazetelerin bunu CHP'den radikal 'ana dil' çıkışı! olarak nitelendirmesine bir kez daha güldüm. Tabi, Kürt sanatçı gruplarının oluşturulmasına bile yasak koyan İskan Kanunu'ndan beri bu kadar ilerlemiş olmalarının radikal (!) olduğu kanısına varılmış olabilir ama son dönemlerde duyduğum en büyük fiyaskolardan biri de bu vaatti.

Öncelikle o kadar milletvekili, milletvekili adayı, aydınlar, Kılıçdaroğlu'nun "Oxford mezunu gençleri listeye koydum keh keh" diye tarif ettiği sivri zekalar şunu bile anlayamamış: Anadili denen şey, zaten doğumdan itibaren öğrenilen dildir, annenin konuştuğu dil olması şart değildir. Yani anadilini, devlet öğretemez, anadili zaten çocuğun ilk öğrendiği dil ya da dillerdir. Bu seçim vaadi, yani herhangi bir dilin seçmeli ders olarak konulması, batıya göçe zorlanmış, Türkleştirilmiş ve kendi dillerinden kopmuş milyonlarca Kürde yönelik uygulanabilir. Hatta, UNESCO'nun raporuna göre Türkiye'de Gagavuzca, Hertevin, Abhazca, Adige, Hemşince, Kapadokya Rumcası, Ladinoca, Süryanice gibi 15 dil yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Tüm bu dilleri, Tevfik Esenç'in 1992'deki ölümüyle yok olan Ubıhça'nın kaderine mahkum etmemek için, okullarda bu diller, bölge halklarına öğretilebilir.

Fakat, Kürt sorunu çok farklı bir halde. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki çocukların, Kürtçe "öğrenme" sıkıntısı yok. Bu dil onların halihazırda "anadili", yani evlerinden öğrendikleri, okul çağına gelene kadar çevreleriyle iletişime geçmek için kullandıkları dil. Ve biz anadili Türkçe olanların aksine, bu çocukların bir senesi okulda okuma yazma öğrenip diğer derslere geçme seviyesine gelmekle geçmiyor. Onlar önce Türkçe'yi öğrenmek, öğretmenlerinin direktiflerini anlama seviyesine gelmek zorundalar. Türkçe bilmeden "Türk'üm, doğruyum, çalışkanım" dedirtilip, and içiriliyorlar. Bu travmayı biz anlayabilir miyiz sizce? Oysa ki dünya üzerindeki tüm dilbilimcilerin hemfikir oldukları şey, çocukların eğitimi anadillerinde aldıklarında daha başarılı oldukları yönünde. Anadili bir dünyadır. Siz çocukların içsel dünyalarını okulların kapısında bırakıp öyle girmelerini isterseniz, o çocuklar sağlıklı bireyler olmakta zorlanırlar. Siz "Kürtçe dersi seçmeli olsun" derseniz, doğu illerinden bihaber batı medyası ve Oxford mezunu genç adaylarınız bunu "radikal" olarak değerlendirebilir fakat bölge halkı buna güler.

Tüm ülkeyi, bölge farklılıklarını gözetmeksizin Ankara'dan aynı yasalarla yönetmek, istediğiniz kadar iyi niyetli olun, sorunlar doğuracaktır. Lakin, bu sistemde, bu ulusçu ve merkeziyetçi anlayışla dahi, yurtdışında başarıyla uygulanmakta olan çok dilli eğitim (Multilingual education) modelleri uygulanabilir. Örneğin, UNESCO'nun 4 aşamalı bir modeli var. Buna göre:

İlk aşamada çocuğa tamamen anadilinde eğitim veriliyor (Okuma-yazma ve diğer konular).
İkinci aşamada, anadilinde akıcı hale gelmiş çocuğa, sözlü olarak ikinci dil tanıştırılıyor.
Üçüncü aşamada, çocuğun ikinci dilde sözlü olarak akıcı konuşur haline gelmesi sağlanıp, bu dilde okuma-yazma öğretilmeye başlanıyor (Bu seviyeye kadar, diğer konularda çocuk, anadilinde eğitim almaya devam ediyor ve müfredatte geri kalmıyor).
Dördüncü aşamada ise çocuk iki dilde de eğitim alabilecek seviyeye geliyor ve iki dilin de kullanımı, müfredat tarafından yönlendiriliyor. Böylelikle ikinci dil bir köprü görevi görüyor, diğer geçiş modellerinin aksine, çocuk anadilini bir aşamadan sonra bırakmaya zorlanmıyor, anadilini ve diğer dili ikili olarak kullanma becerisini elde ediyor ve hiçbir travma yaşamıyor.

Bu model aslında, UNESCO'nun azınlıklara yönelik önerdiği model. Yani gayet yukarıda saydığım Türkiye'de konuşulan, kimsenin haberi olmadığı ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan dillerin sahiplerine yönelik uygulanabilir nitelikte. Lakin biz, azınlık olmayan Kürtlere bile çok görüyoruz bunu. Soruyorum, yukarıdakine benzer bir model, ülkeyi nasıl bölebilir? Çocukların eğitim güçlüğü çekmeyeceği, kendisini "yabancı bir okulda" hissetmeyeceği ve batıdaki yaşıtlarından bir adım geride başlamasının önüne geçileceği bir modelden ötesi değil bu. Sadece pedogoji ve dilbilim yönünden incelesek, çocukları düşünsek ve herşeye siyaseti karıştırmasak, bu "anadilde eğitim" talebinin ne kadar insani bir talep olduğunu anlarız.

Siyasetçilerin de halkın gözünün içine baka baka yalan söylemeleri tam bir felaket. Anadilde eğitim konusuna CHP kadar soğuk bakan AKP sözcüleri "Avrupa Birliği'nde ve dünyada böyle bir şey yok" deme cüretini gösteriyorlar. Öncelikle, Avrupa Birliği, Amerika falan özenilecek sistemler değil, kopya edilecek sistemler hiç değil. Lakin, Avrupa Birliği kurumlarının personel çocuklarına yönelik açtığı okullar var (Kontenjan sayısına göre paralı olarak personel çocuğu olmayanlar da bu okullara kabul edilebiliyor). Bu okullarda, anadilinde eğitim veriliyor. Çin'de Uygurca'da, Tibetçe'de eğitimler mevcut. Avustralya'da çift dilde eğitim hep olmuştur, hükümetlerin bu konudaki tutumu ve desteği değişse de. Dil konusunda son derece tutucu olan ve aslında adını bile anmamam gereken Fransa'da bile Oksitanca'da, Bretonca'da Korsikaca'da eğitimler, yerel yönetimlerin desteğiyle mümkün olabilmektedir. İspanya'da Katalanca, Galiçyaca, Baskça, Aranca koruma altındadır ve bu dillerde eğitim verilmektedir. Amerika'da çift dilde eğitim veren okulların olduğu eyaletler vardır. Hindistan'da eğitim imkanlarının kısıtlı olduğu bölgelerde bile üç dilli eğitim dahi uygulanmaktadır. Summer Institute of Linguistics International gibi kuruluşların çalışmaları vardır, dünyada çift dilli eğitimin görülmemiş bir şey olduğu yalanını söylemek için biraz fazla geniş mizacınızın olması gerekiyor, bu da siyasetçilerimizde bolca mevcut.

Tekrar başa dönecek olursak, CHP'nin "Kürtçe'nin seçmeli ders olarak okutulması" önerisi Kürt halkının ağzına bal çalma denemesinden ötesi olmamakla birlikte, Kürt sorununa hala ne kadar yabancı olduklarının da bir göstergesidir.