18 Haziran 2011 Cumartesi

Kim Kimi Düzmüş?

Geçenlerde, sonradan Bengü Türk TV diye bir kanalın sunucusu olduğunu öğrendiğim kişinin canlı yayında Taraf Gazetesi'ni yırtışını internette görünce gülümseyerek izlemiştim. Söz konusu sunucu, sabah programında gazete manşetlerini okurken, sıra Taraf'a geliyordu ve sunucu, "Türkiye Türklerindir saçmalığının" kelimelerini okuduğunda, cümlenin gerisini bile okumadan duvara çarpmışa dönüyor, sinirleniyor, kelime-cümle ayrımını bile unutuyor, gazeteyi tek hamleyle yırtıyordu.

Ben bu olayı izlediğimde gülümsemiştim, çünkü karşımda sadece sıradan, şartlanmış bir insan duruyordu. Kafamızda dönen (Max Stirner'in tabiriyle) "tekerleklere" sert bir cisimle dokunulduğunu hissettiğimizde kızarız, şartlı refleks bizi avuçlarına alır. Bu da şartlanmış insandan gelen basit bir refleksti. Şahsen ben vatanseverlik, milliyetçilik, ırkçılık gibi konularda zamanında çok düşündüğüm, onları kıyasıya eleştirdiğim için mental anlamda boşalmış biri olarak, bu olaya gülümseyerek baktım. Fakat sonra internette yapılan yorumlara baktığımda, Taraf Gazetesi yazarlarına "babası belli olmayan şerefsizler" şeklinde ithamlar, "Türkiye TÜRK'lerindir, beğenmeyen piçleri sınır kapıları bekler" gibisinden aforizmalar, Bengü Türk TV sunucusunun tepkisine de "her TÜRK'ün vereceği tepkiyi verdi" yakıştırmaları, bende yine ereksiyona sebep oldu. Dedim ya, "mental anlamda".

Öncelikle belirteyim, Taraf Gazetesi'ni pek sevmem. Bünyesinde sıkı yazarlar barındırsa da, genel anlamdaki liberal çizgileri yüzümde ekşi süt içmiş hissi uyandırır. Eskiden bu hissi Cumhuriyet Gazetesi için duyardım, fakat yukarıda belirttiğim gibi, onların ideolojilerine boşaldım, oysa liberallere henüz doluyum. Neyse, konumuzdan sapmayalım.

"Babası belli olmayanlar". Yani Türkiye'nin Türklerin olduğunu saçmalık olarak addedenlerin babası belli değil, başka bir değişle, kesin Türk değillerdir, kanları bozuktur. Böyle düşünenlere kendi dilleriyle sesleniyorum: Sizler, dünya görüşünüzü, siyasi pozisyonunuzu, ananızı kimin siktiği üzerinden mi şekillendiriyorsunuz? Bu tabiri kullanmamın nedeni, bu görüşteki insanların direkt olarak kadını "sikilen", erkeği "siken ve soyu belirleyen" taraf olarak görmeleridir, yoksa annelerinin hiç suçu yok ve kendilerinden de özür diliyorum.

Tüm bu yorumları okurken aklıma ilkokul müdürüm geldi. Yine bir ulusal bayram günü törende, kendisi yaptığı konuşmada, "Atatürk olmasa soyadlarımızın Papadopoulos olacağını" söylemişti. Yani benim özgürlüğümün, yaşam koşullarımın, ekonomik durumumun, içerisinde yetiştiğim kültürün ne kadar sağlıklı oluşunun ve dahasının hiçbir önemi yok, annemi becermiş adamın soyadı tüm önemli olan şey! Allah allah, oysa ben hiçbir Yunanlı'nın da "adım neden Ayşe değil" diye depresyona girdiğini görmedim. Yunanlı olmak, Türk olmaktan daha aşağı bir şey değil çünkü. O gün o müdür bu gerçeği gözardı ettiği gibi, ülkede kalmış tek tük Rum'dan birinin de o törene katılmış bir çocuk olabileceği ihtimalini umursamamıştı.

Bir diğer konu, Türkiye'nin Türklerin olduğu iddiası. Karşı çıkıldığında "her TÜRK'ün kanıyla canıyla savaşması" farz olan iddia. Bu iddia bana Atatürk'ün 1923 yılında Adana'da yaptığı ve ünlü "Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur" sözünün geçtiği konuşmayı hatırlattı. Atatürk'ün konuşmasına baktığımızda, Adana'lı esnaflara verilen mesaj şu; Türkiye daima Türklerindi. Sonra Romalılar, Ermeniler falan işgal etti, önce Romalıları buradan püskürttük, büyük devletler kurduk, sonrasında Ermenileri buradan sildik. Hakları falan yok, hepsi orospu çocuğu. Bu konuşma ne zaman yapılıyor? Yüzbinlerce Ermeni'nin zorla evlerinden çıkartıldığı, öldürüldüğü, tecavüz edildiği, kimisinin de makul Türk komşularına sığınıp Türk gibi davranmak, müslüman olmak zorunda kaldığı yıllardan sadece birkaç sene sonrası. Sağ kalanlara da mallarının iade edileceği taahhütü verilmiş, Mustafa Kemal'in Osmanlı'da önemli göreve getirilmesinin bir nedeni de, Ermeni kırımında suçlu komutanlar arasında bulunmamasıdır. Mustafa Kemal, milli mücadele yıllarının ilk döneminde, bizzat kendisi, bu katliamda suçlu olanların cezalarını çekeceğini söylemişti. Fakat ipleri eline alınca, Ermeni kırımının çıkış noktası sayılabilecek Adana'da, bu manidar konuşmayı yaptı. Ki burada küçük bir parantez açmalıyım, soykırıma uğramış insanların, nefret kustuğumuz Ermeni çeteleri ile tek ortak noktaları Ermeni olmaktı, başka bir deyişle, masumlardı ve hiçbir şekilde onlara iktidardaki komutanların yaptıkları aklanamaz.

Atatürk'ün yaptığı konuşmanın tarihsel yanlışlığını, yani aslında Türklerin bu toprakları istila edip devlet kuran en son millet olduğunu bir kenara bırakıyorum. Sorgulamak istediğim konu şu: Bir ülke, bir toprak parçası, bir kişiye, zümreye, millete ait olabilir mi? Yani İsrail'in "kutsanmış toprak" olarak gördüğü ve gerçek sahibi olduğunu söylediği yerde Araplara uyguladığı zulüm meşru mudur, veya Türkiye'nin Türklere ait olması, Almanya'nın Almanlara ait olması gibi bir durum sözkonusu mudur?

Bunu kişisel anlamda düşünürsek, ticari bir mal olmayan, üzerinde kimsenin bir emeğinin olmadığı bir arazinin para karşılığında zimmetlenmesine, bunun nesilden nesile miras yoluyla geçmesi hakkına karşıyım. Doğal kaynakların, arazilerin, üzerinde kendi emeğimizin olmadığı hiçbir şeyin sahiplenilemeyeceğini savunan birisiyim. Kişilerin özel mülk sahibi olması, bu mülkiyetin miras yoluyla gelecek nesillere geçmesi, insanların genel tarihine kıyasla, yeni keşfettikleri bir şey ve günümüzde, kapitalist sistem gereği düzen böyle işliyor. Yine de, insan yapımı ürünlerin, araçların kişiye özel mi, yoksa topluma ait mi olması gerektiği, özel mülkiyet korunacaksa bu dağılımın nasıl yapılacağı, mülkiyet kavramı kalkıp ürünlerin tüm topluma ait olması, yani kişilerin şahsa ait hiçbir şeylerinin olmaması ama aynı zamanda üretilen her şeye herkes kadar sahip olması durumunda mekanizmanın nasıl çalışacağı gibi konular, kapitalizme alternatif geliştirilmiş sistemlerde tartışıladursun, benim taviz veremeyeceğim tek konu, doğal kaynakların kişisel mülkiyet kapsamına giremeyeceğidir. Belli süreler için belli kişiler kullanabilir, lakin zimmetleyemez, miras yoluyla aktaramaz.

Bunu devletler anlamında düşünürsek: Hiçbir çizilmiş sınırın gözümde bir değeri yoktur. Hiçbir toprak parçası, hiçbir ülke, bir millete, bir ırka dahil olamaz. İkincisi, "Türkiye Türklerindir" sözü bu ülkede yaşayan Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Araplar gibi pekçok unsura olduğu kadar, Türklerin ezilen sınıfına da hakarettir. Çünkü sınırlar, zaten burjuvazi için yok. Onlar, istediği yere gitmekte ve buralarda kendi evlerinde hissettirilme şansına sahipler. Sınırlar, ezilen sınıfı kontrol altına alıp daha kolay yönetmek için konulmuş çiftlik çitleridir adeta. Yani dünyayı milletlere bölmek, toprakları da onların üstüne zimmetlemek, bir ilüzyondur ve Almanya Almanlarındır, Türkiye Türklerindir demek, her ezilen sınıfı kafese kilitlemektir. Sistemi yönetenler bu ilüzyonun bilincindedirler ve ezilen sınıfı bu şekilde kontrol altında tutarlar. Siz "burası benim" dersiniz ve o toprağı "kazanılmış" olarak görürsünüz, belki o toprak parçasını dünyanın diğer yerlerinden üstün görür, orada yaşamaktan gurur duyarsınız, lakin farkında değilsinizdir ki aslında dünya sizindir, ve ezilen sınıf, siz, biz, hepimiz, dünyanın kendisi bizizdir lakin kendi kendimizi bu kalıplarla kafese tıkıyoruz.

Lafın kısası, "Türkiye Türklerindir saçmalığıdır" sözüne, bir Türk olarak katılıyorum ve internet faşizanların iddia ettiği gibi, "her Türk'ün vereceği tepkiyi" vermiyorum. Bu ülkede (Her ülkede olduğu gibi) herkes, Türk olduğunu söylemeden yaşamaya, istediği dili konuşmaya, istediğine inanmaya özgürdür. Eğer devlet tarafından, toplum tarafından bir kısıtlama varsa, bu baskıdan derhal kurtulmak gereklidir.

Bunları savunurken, düşüncelerimi de annemin ilişkiye girdiği adamın, yani babamın kökenine göre oluşturmuyorum. Diyelim ki düşüncelerimi kökenime göre temellendiriyor olsaydım ne olurdu? Bunun cevabını da aylar önce yazdığım "Aslını İnkar Etmek" yazısında vermiştim. Aşağıya bu yazıyı iliştiriyorum, isteyen okusun. İyi haftasonları.


Aslını İnkar Etmek
"Soyunu inkar etmek" hep utanç kaynağı olmuştur. Mesela Emir Kusturica Türkiye'ye geldiğinde Bosna katliamının abartıldığını söylemesinden çok, nasıl da kendisinin aslen Bosnalı olduğu yazılıyordu. Yani Sırp olsa, inkar etme hakkı vardı da, "bu nasıl Bosnalı" sorusunu tartışıyordu medyamız. Gerçi o da saçmaladı, Bosnalılar aslında Osmanlılar'ın işgali sonrası müslümanlaşan Sırplardır dedi. Dediği doğruydu, lakin buradan Sırpların da aslında Slavlar olduğu, daha öncesinde Avarlar olduğuna gidersiniz, işin içinden çıkılmaz. Yani bir bakıma da Kusturica'ya göre, Sırp olduğunu inkar eden Bosnalılar da soyunu inkar etmiş oluyordu. Vay böylelerinin haline!


İlkokulda "nerelisin" sorusunu hiç anlamazdım. İstanbul'da doğup büyümüş birisi olarak, İstanbul'luyum derdim. Tabi akabinde gelecek "Ya baban?" sorusuna da alışkındım. Dedeleri bile İstanbul'lu olan birisi olarak İstanbul'lu olduğumda ısrar ederdim. Bir keresinde bir öğretmenim "İstanbul'lu olamazsın. Öyle olsan ya çingene ya Rum olman gerekirdi" demişti. Sanırım benim gibi örnek bir öğrencinin Rum ya da çingene olma ihtimalini düşünmek bile istemiyordu, Allah'tan benim de bildiğim kadarıyla Rum ya da çingene bir akrabam yoktu ama öyle olmak kötü bir şey miydi? Hem babaların, dedelerin kökeni önemliyse, herkes tek kökenden gelmiyor muydu? Ben bu soruları sorardım hep. Türk olduğum için, travma yaşamadan sorabiliyordum bunları lakin her arkadaşım öyle şanslı değilmiş. "Nerelisin?" sorusuna Siirt'li cevabını verince öğretmeninden "pis kürt" karşılığını alan arkadaşım var örneğin.


Soy ve ırk, ne kadar önemli?
İlk insan ırkı, 200.000 yıl önce Afrika'da ortaya çıktı. Bahsettiğim insan, anatomik olarak, iskelet ve beyin yapısı olarak, görünüş olarak, senin benim gibi modern insan. O ilk insandan geriye gittikçe insana daha az benzeyen, 7 milyon yıl önce şempanzelerin ve bizim ortak atamıza giden tonlarca fosil var. Bu, tam insan olmayan atalarımızın yaptığı aletler, silahlar var. Hatta yaratılışçı kesim, bunları "alet yapmış maymunlar" olarak açıklıyor. Biz üstünüz ya, bu tam da insan olmayan canlılar bizim atalarımız olamazlar, haşa!


Lakin artık bilimin geldiği nokta, aletlerle de açıklanmıyor. Bir primat düşünün; Orangutanların, gorillerin, bizim ve şempanzelerin atası. Sonra bu primatın torunlarının torunları giderek farklılaşıyor, orangutanların ataları, gorillerin, şempanzelerin ve bizim ortak atamızdan ayrılıyor. Sonrasında gorillerin ataları, şempanzelerin ve bizim ortak atamızdan farklılaşıyor. En sonunda ise bizim atalarımız, şempanzelerin atalarından ayrılıyor. Ve tüm bu farklılaşmaların tarihleri dahi, günümüzde moleküler biyolojinin ışığında belirlenebiliyor, aletler ve fosillere gerek bile kalmadan. Yani günümüzdeki maymunlardan gelmedik, modern maymunlar da en az insan kadar komplike ve mutant canlılar. Hepimiz toptan, primatların atası olan, 65 milyon yıl önce yaşamış Plesiadapis'ten geliyoruz. Bunları biliyoruz çünkü bilim, tüm canlıların DNA'larını inceleyebilir, o DNA'ların arasındaki uzaklıkları ölçebilir ve ayrılma tarihlerini saptayabilir, bu değişimlerin ne koşullar altında oluştuğunu tahmin edebilir hale geldi.


Başa dönersek, 200.000 yıl önce Afrika'da ortaya çıkmış insanların bir kısmı, 80.000 yıl kadar önce Afrika'dan çıkıp, Kızıl Deniz'in güneyinden Asya'ya geçmiş. Kimi orada kalmış, kimi devam edip 20.000 yılda Avustralya'ya ulaşmış. Kimi de Hindistan üzerinden Kuzeybatı'ya dönmüş, 40.000 sene önce Avrupa'lı olmuş. Bir kısmı da Kuzey'e gitmiş ve 12-13.000 yıl önce Amerikalı olmuş. Kimi zaman maceraperest olduklarından, kimi zaman iklim koşullarından yapmışlar bunları.


İnsanlar Afrika'dan ayrılmadan önce nüfuslarının 10.000 kadar olduğu biliniyor. Afrika'dan çıkanların sayısı belli değil, ama keşfedilen fosillere baktığımızda, 50 kişi kadar az sayıda olabilirler. Şu an Afrika'da yaşayanların dışında herkes, bu 50 kişinin torunları. Yani hepimiz çok çok yakın akrabayız. Bu insanlar Afrika'dan ayrıldıklarında aynı dili konuşuyorlardı. Bu dil de Türkçe değildi.


O günden bugüne kadar da insanlar anatomik olarak evrimleşmedi. Yani ten renkleri, göz renkleri, simaları değişti, lakin yeni bir insan türü ortaya çıkmadı. Halbuki daha birkaç onbin yıl önce, farklı insan türleri vardı. Bu insan türlerinin beyin kapasitesi, iskelet sistemi, anatomik yapıları farklıydı, soyları tükendi. Bugün "ırk" denen bir şey varsa, insan ırkı vardır çünkü yeryüzündeki tüm insanlar aynı türdür.


Bunu neden söylüyorum? 1930'lu yıllarda oluşturulan ve bugün hala TDK'nın sitesinde yayınlanan, Türkçe'nin tüm dillerin atası olduğunu iddia eden Güneş-Dil Teorisi'nin, yine aynı yıllarda oluşturulan, tüm medeniyetin Türklerin dünyaya armağanı olduğunu iddia eden Türk Tarih Tezi'nin, "Ne mutlu Türk'üm diyene" sözünün, Türk olmama rağmen bir üst kimlik olarak "Türklük" teriminin bana ne kadar uzak olduğunu belirtmek için. Her kültür, her dil, okyanustaki balıkların çeşitliliği gibidir. Hiçbiri, diğerinden üstün değildir. Dünya üzerinde tek kişinin konuştuğu dil bile, milyonların konuştuğu dil kadar değerlidir, ne az, ne fazla. Dilinizin kaç insan tarafından konuşulduğu o dilin değerliliğini değil, biraz da sizin yayılmacı politikalarınızda, sömürgecilikte, asimilasyonda ve savaşta ne kadar iyi olduğunuzla alakalıdır.


Hiçbir kültürün yok olmasını istemeyeceğim gibi, Türk kültürünün de yok olmasını istemem. Ya da kültürlerin yok olmasını istiyorsam, Türk kültürü de yok olmalıdır. Lakin, Türklük adı altında başka kültürlerin yok edilmesine, Türklüğün yüceltilmesine sonuna kadar karşıyım. Hatta ileri gidiyorum, ve Türk diye bir ırkın olmadığını söylüyorum. Tüm ırkları reddettiğim gibi. Bir bakıma, "soyumu inkar ediyorum". Çünkü milliyetlere bölünmenin, X ırkından olduğunu iddia etmenin gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu biliyorum.


Bu bağlamda, aslımızın "insan" bile olmadığını söylüyorum. Yukarıda açıkladım, maymundan gelmiyoruz, bir bakıma zaten maymun türüyüz, primatız. Primatların içinde en komplikesi değiliz. Fiziksel olarak çoğundan eksik yönlerimiz var, sadece gelişkin bir beynimiz var ve dolayısıyla daha komplike diller, iletişim yolları geliştirmişiz. Primatlar da memelilerin bir kolu ve dolayısıyla aslımın "insan" bile değil, primatlar olduğunu, bir memeliden ötesi olmadığını söyleyebilirim.
Hatta şaşırtıcı gelebilir lakin moleküler biyoloji ışığında biliyoruz ki, hamsinin DNA'sı bile insanınkinden çok farklı değil. Hamsiyle de ortak bir atamız var. Aslında, dünyadaki tüm hayvanları incelediğinizde, hepsinin, aynı şeyin farklı şekillere bürünmüş hali olduğunu gözlemleyebiliriz. Zaten kökenimiz aslen tek hücrelilere dayanıyor. Yaşam, 4 milyar yıl önce basit hücrelerle başladı. 2 milyar yıl önce kompleks hücreler ortaya çıktı, 1 milyar yıl önce çok hücreli varlıklar oluştu ve 600 milyon yıl önce hayvanlar ortaya çıktı. Yani ben aidiyetimi Türklüğe, insanlığa, primatlara, memelilere, hamsiye, hayvanlar alemine dahi değil, o basit hücreli hayata bağlıyor, onun da gelişim sürecini dikkate aldığımda, evrendeki tüm varlıklara ait olduğumu söylüyorum.


Bu yüzden çiçeklerden, böcekten, bakterilerden o kadar farklı olmadığımızı, bu düzenin bir parçası olduğumuzu söylüyorum. Hayvanlara karşı işlenen suçları dahi insanlara işlenen suçlardan ayrı tutmuyorum. "Türklük" uğruna, vatan uğruna öldürmeyi, Türklük, Boşnaklık, Sırplık gibi terimleri kendimden ne kadar uzak gördüğümü umarım anlatabilmişimdir.


İnsanın seçemediği tek şey olan milliyeti üzerinden eleştirilmesini bırakın, milliyet kavramının bir yalandan, ilüzyondan ibaret olduğunu söylüyorum. Kendimi o tüm canlıların evrildiği basit hücreye ve onu oluşturan evrenin bileşenlerine ait gören ve herhangi bir hayvandan farklı olmadığımı söyleyen biri olarak, insanların sonradan ekonomik çıkarlar uğruna uydurduğu "milliyet" kavramının gerçek olmadığını söylüyorum. Bunların bağlamında felsefi ve siyasi görüşlerimi ortaya koyunca da "Sen ne biçim Türksün!" deniyor genelde.


Ben Türk'üm demiyorum zaten, insanlar öyle demiş. Ben "insanım, primatım, basit hücreden evrilmiş milyarlarca canlıdan biriyim" diyorum.
Bana "aslın" diye dayatılan aslımı inkar ediyorum yani. Bunu da "Bosnalılar aslında asimile olmuş Sırplardır" gibi bir argümanla yapmıyorum. Ben "aidiyet" kavramının yalan olduğunu söylüyorum. Yani yeryüzünde utanılacak ya da gurur duyulacak bir ulus olduğuna inanmıyorum.

Not: Afrika, 50 milyon yıl sene sonra Avrupa'ya çarpacak ve birleşecek. O zaman Türkiye de dahil, akdeniz ülkeleri bir sıradağa dönüşecek. İtalyanlar, İspanyollar nasıl kaçışacaksa, Türkiye Türklerindir diyen Türkler de bu söylemin ne kadar boş olduğunu anlayıp, tüm dünyanın bir bütün olduğunu görüp, ülkelerin hiçbirinin diğerinden daha kutsal olmadığını anlayıp, öyle kaçışacaktır (Tabi o zaman resmi adı Türkiye olan bir ülke kalmış olursa). Bu da bana ironik geldiğinden belirteyim dedim.

10 Haziran 2011 Cuma

Oy Vermeyen Bilinçli Seçmen

"Gelişme, bilim ve ilerleme çağıyla böbürlenip duruyoruz. Öyleyse, hala putlara tapmamız garip değil mi? Doğru, putlarımızın şekli ve maddesi farklı, fakat insan beyni üzerindeki gücü bakımından, eski insanların putları kadar korkunçlar.

Modern putumuz evrensel seçme hakkı. Bu hedefe henüz elde ulaşamayanlar, onu elde etmek için kanlı devrimlere girişiyorlar, onun saltanatın tadını çıkaranlar ise, bu herşeye gücü yeten ilahın sunağına ağır kurbanlar sunuyorlar. Bu tanrıyı sorgulayan kafire eyvahlar olsun!"

Emma Goldman, 100 yıl önceki "Kadınların Oy Hakkı" adlı makalesinde bu cümleleri yazdığından beri dünya, tarihin en kanlı savaşlarını, devrimlerini, nükleer silahların kullanımını, demokratikleşme adına sayısız reformu, kurumları gördü, fakat seçimlere bakış konusunda dünya genelinde değişen pek bir şey olmadı. Aç kalmaya, sokak sokak dolaşıp iş aramaya ne kadar özgürseniz, oy verme özgürlüğünüz de öylesine geniş. Yani, en alt tabakadan mısınız? Sorun yok. Seçim günü eşitsiniz! Memnun değilseniz, gidin ve yönetiminizi değiştirin. İşte demokrasi, herşeyi kolay kılıyor!

Cumhuriyet Açmazı
Nedir cumhuriyet? Anaokuldan lise sona, alakasız bir bölüm de okusanız üniversite bire kadar, hele bir de tarih falan okuyorsanız ömrünüzün sonuna kadar beyninize işlenir: "Cumhuriyet, halkın kendi kendini yönetmesidir." Yani ben, kendimi yönetiyorum, başbakan benim kimliğime bürünmüş, milletvekilleri eşittir "ben" demek. Halk, kendi kendini yönetiyor! Yani vekiller, yasama organı, yasaların bile üstünde, ama onlar demek "ben" demek, yani aslında yasaların üstünde olan benim. Böyle mükemmel bir sistemi kuranlara selamlar olsun!

Şaka bir yana, cumhuriyetin gerçek tanımı, seçilmiş bir zümrenin, yasalarla belirlenen süreler içerisinde iktidarda olması demektir. Bu yasaları belirleyen de yine seçilmiş bir zümredir. Cumhurbaşkanının ölene kadar bu yetkisini koruduğu bir sistem cumhuriyet olarak nitelendirilebilir mi? Nitelendirilebilir, buna örnek de ilk cumhurbaşkanımızdır (İkincisi de, yani "milli şef" eğer sistem değiştirilmek zorunda kalınmasa, aynı yetkilere sahipti). Bugün İran bir cumhuriyet midir? Cumhuriyettir.

Cumhuriyetin, iktidarın saltanatla değiştiği monarşiden farkı, devlet başkanının, makamını, doğuştan gelen, miras yollu seçilmişlikle değil, sonradan, seçim sistemiyle gelen seçilmişlikle elde etmesidir. Aristokrat aileden gelişiniz nedeniyle değil, iyi propaganda yapma imkanı bulmanız nedeniyle iktidara gelirsiniz ve anayasal monarşiden farksız, yasalar üstü konuma ulaşırsınız. Bu bakımdan cumhuriyetin, monarşi kadar ilkel, baskıcı bir rejim olduğunu savunduğumda, tepki alıyorum. Çünkü, kafalardaki tanrıyı, yani "seçim hakkı" fikrini ve bu hakkı onlara bağışlamış peygamberlerini, yani ulu önderi sorgulamış oluyorum.

Öncelikle, seçim hakkı bir hak mıdır? İnsanlar, cehalet ve yüzeysellikten ötürü, bir cezalandırma şeklini bir hak olarak görebiliyor. Belli bir zümrenin yasama hakkını ele geçirip, diğer bir zümreye, kendi oluşturduğu yasalara uymayı dayatması, cezaların en büyüğü değil midir? İşte övündüğümüz seçim hakkı budur. "Oyum sana, çık ve beni yönet, uymam gereken yasalar koy, ait olduğum sürüyü güt" demektir.

"Temsili Demokrasi" Çelişkisi
Pekçok ülkede cumhuriyetçiler ve demokratlar karşı karşıya gelirken, bizim ülkemizde cumhuriyetin, demokrasi ile eş anlamlıymış gibi kullanılması gariptir. Yukarıda söylediğim gibi, cumhuriyet, belli bir zümreye, belli bir süreliğine, iktidarın teslim edildiği yönetim şeklidir. Demokrasi ise, bir bölgede halkının tüm bireylerinin, kendilerini ilgilendiren bir karar alınacağı zaman, eşit şekilde bu karar alımına iştirak etmeleridir. Yani herkes kendi temsilcisidir, akşama ne pişireceğinizi düşünüp markete, manava gitmeniz gibi, yaşadığınız bölgeyi etkileyecek kararlara da iştirak etmenizdir. Cumhuriyet ve demokrasi arasındaki uçurumu umarım anlatabilmişimdir. Demokrasi her ne kadar, çok büyük sorunları olan bir sistem olsa da, cumhuriyete kıyasla çok daha insancıldır.

İşte ezen sınıf, demokrasiyi hala ayakta tuttuğunu iddia ederek, benim yukarıda bahsettiğim doğrudan demokrasinin aksine, "temsili demokrasi" saçmalığını savunur. Yani, "oyunu bana ver, ben seni temsil edeyim, işlerini kolaylaştırayım." Cumhuriyetle, parlamenter sistemle yanyana gelebilecek demokrasi çeşidi de bu temsili demokrasi saçmalığıdır. "Ben, beni kimsenin temsil etmesini istemiyorum" deyip sivil itaatsizliğe giriştiğinizde, sizden oyunuzu isteyen bu temsilciler, ne kadar demokrat olduklarını, ülkede ne kadar demokrasi olduğunu, üzerinize askerini, polisini yollayarak kanıtlarlar. Ve bu ezen sınıf, başkaldırıcıları, medyasını kullanarak, terörist, eşkiya, bir avuç çılgın olarak lanse eder. Temsili demokrasinin monarşiden de kötü olan yönü, tüm baskılara rağmen, ülkede özgürlük olduğu yanılsamasıdır. Beğenmiyorsan, temsilcini değiştirme hakkın var, daha ne olsun! Temsili demokrasi, bu düşünceyle eğitilmiş halkı uyutmaya birebirdir.

Kaldı ki, ülkemizde bu kan emici temsili demokrasi bile yok. %10'luk bir barajın olduğu bir ortamda, ne temsilinden, ne seçiminden bahsediyoruz? %11 oyda kalan parti bile, diğer partilerin baraj altında kalmasıyla, koltukların %100'üne sahip olur. Muhteşem temsiliyet! Geçenlerde başbakan, bu sistemin ve dolayısıyla kendisinin anlayışını, BDP'li adayları eleştirirken özetliyordu: "Barajı kaldırın diyorsunuz. Öyle diyeceğinize etnik söylemleri bırakın, bizim gibi kapsayıcı olun, siz de barajı aşın!"

Ne kadar hoş değil mi? Meclise girmek istiyorsanız, kapsayıcı olacaksınız, başka bir deyişle, siz de diğer partiler gibi, popülizm yapacaksınız, insanların duymak istediklerini söyleyeceksiniz. Bu nasıl bir saçmalıktır? Benim amacım, meclise girip eşcinsellerin haklarını savunmaksa, yeşilci parti kurmak istiyorsam, vejateryenlerin, veya hayvanseverlerin meclisteki sesi olmak istiyorsam, benim gibi düşünmeyenlerden bana ne? Savunduğum şey, toplumun sadece %3'ü tarafından destekleniyorsa bile, %70 oyla iktidara gelen partinin savunduklarından daha geçersiz olamaz. Aksi takdirde o ülkede, çoğunluğun azınlığa tahakkümü vardır. Bu da çoğulcu demokrasi falan değil, çoğulcu despotizmdir, toplum baskısıdır.

Ekonomik Eşitsizlikte Politik Eşitlik Mümkün mü?
Liberallik! Kulağa ne hoş geliyor. Serbest piyasada hepimiz serbestiz, tıpkı sandıkta özgür olduğumuz gibi. Herkesin bir ucube gibi korktuğu şey; Politik eşitliğinin elinden alınması. Hukuk devletinde, herkes kanunlar önünde eşit, yani artık tek bir adamın (Kral) önünde değil de, devletin önünde eşitiz gibi bir inanış var. Bu eşitliğimizin elimizden alınmasından korkuyoruz.

Lakin, dünyayı ve ülkeyi yönetenler, şirketler. Yükseldiğiyle övünülen milli gelirin yarısı, çok küçük bir sınıfın tekelinde. Ülkenin asıl yöneticileri bu sınıf. İşçilerin ücretlerini, şartlarını belirleyen, yasaların kendi leyhlerine işlemesini sağlayan, işçilerin ürettiklerinde hiçbir emekleri olmamasına rağmen onları sahiplenen ve bundan kâr eden, iktidarların dayandığı sınıf bu sınıf. Bu sınıfın çocukları da, miras kanunuyla, ezilen sınıfın fakir çocuklarını yönetmeye devam edecek. Yani gözle görülmeyen bir ekonomik diktatörlük, bir saltanat, aristokrasi mevcut. Ve ben miras kavramının yürürlükten kalkmasını söylediğimde, en fazla dandik bir evden başka bir şeyi olmayan cahil ezilen zümre, buna karşı çıkıyor. Milyonlarcasınız, miras kanunları bir avuç burjuvanın mülkünü korumak için düzenlenmiş kanunlar ve siz bu kanunları destekliyorsunuz. Ne garip değil mi? Aynı şekilde bu insanlar, gelirinin kırkta birini fakirlere dağıtarak, devlete vergi vererek, fakirlik adına üzerlerine düşeni yaptıklarını sanıyorlar. Halbuki onlara "fakirlik/zenginlik kavramını kaldıralım" dediğinizde suratları ekşiyor, "fakirlik de Allah'ın bir lütfudur, kaldırılamaz" diyorlar. Halbuki fakir olan kendileri ve bunun bir lütuf olmadığının bilincindeler. Bu anlayış da bir zümrenin, diğerine olan hükmünü güçlendiriyor.

İstediğiniz kadar iktidar değiştirin, yeni gelen parti/zümre, bu iş adamlarının, ezen sınıfın sözünden çıkmayacak, aksine o sınıfa otomatik olarak dahil olacak, onlarla işbirliği olacaklar. "İşsize iş" vaadi diğer bir deyişle, işverenlerin, şirket sahiplerinin, kısacası gerçek yöneticilerin ordusuna, bir ücretli köle daha eklemek demektir. Dikkat ederseniz hiçbir partinin, sosyalist diktatörlük (Ki bu da devlet kapitalizmidir) dışında, kapitalist sisteme karşı bir itirazı, buna alternatif bir ekonomi politikası yok. Sadakaları artırmak, ücretli köleler ordusuna bir yenisini eklemek vaatleri konusunda birbirleriyle yarışıyorlar ve halk da bunu kanıksamış durumda.

Fakat, ekonomik eşitlik olmadan, politik eşitlik gerçekten mümkün mü, veya bunun bir anlamı var mı? Bunun ezilen sınıf açısından bir anlamı olmadığı halde, açlıktan ölen iki vatandaş, "politik eşitlik"lerini birbirlerine kanıtlamak için, laiklik-islam, millet-mezhep gibi konular üzerinden birbirlerini yiyorlar, farklı partilere meylediyorlar. Halbuki hepsi bir ve bu bölünme, sadece ezen sınıfın işine geliyor. Asıl sorun olan ekonomik eşitsizliğin üstü böyleylikle örtülmüş oluyor. Yani, ekonomik eşitsizlik içerisindeki sözde politik eşitlik, ezilen sınıfın ezen sınıf ile kendisini kanunlar önünde eşit sanması, sadece ezenlerin işine geliyor. Hangi parti safında olursanız olun, sadece onlara yardım etmiş oluyorsunuz.

Eleştirilere Cevap
Yukarıda dilim döndüğünce yazdım ki, ben temsil sistemine karşıyım. Bir diktatörü devirdiğinizde, yerine başkasını getiriyorsanız, hiçbir şey devirmemişsiniz demektir. Fakat oy verme hakkınızı kullanmayacağınızı söylediğinizde, vay halinize. Bir anda "umarsız", "yandaş", "küçük burjuva", "apolitik" ilan ediliyorsunuz. Verilmeyen her oy, AKP'ye gidiyormuş. Vah vah! Peki oyumu atsam kime atmalıyım? CHP'ye mi? Bugün ülkenin en büyük sorunlarının çıban başı CHP değil mi? MHP'ye mi? Milliyetçiliği ilkel bir halet-i ruhiye olarak nitelendiren biri olarak bu, yapacağım son iş olur. Militarist, Kemalist TKP'ye mi? Kalsın. Zavallı bir avuç ergenekoncu, Cumhuriyet Güç Birliği denen kaçık bağımsızlara mı? Kime? Emek ve Demokrasi Bloğu'na oy verecekler, en anladığım seçmen grubunu oluşturuyor. Fakat bu bağımsız adaylarının da sisteme entegre olacağı konusunda çekincelerim var çünkü parlamento tarihi bunu gösteriyor.

Herşeyin başında, seçim ile hiçbir şey değişmeyeceği gerçeğini ortaya koymamız gerekli. Tarih boyunca, hiçbir düzen, hiçbir rejim, seçimle değişmedi. Aksine, en faşist yönetimler, Hitler dahi, seçimle başa geldi. Faşizmin iktidara gelmesi ya askeri darbeyle, ya seçimle olur - Bizde her ikisi de olmuştur. Bir partiden daha çok özgürlük beklemek ise, senelerce dans eğitimi alarak bir enstrüman çalmayı öğreneceğinize inanmanız gibi bir şey. Halka özgürlük vermek demek, yönetenlerin, kendi sahalarını daraltması demektir. Herkesi tektipleştiren, tek meclisten oturup insanların çocuğunun eğitim almasını istediği dile karışan, işverenlerin sözünden çıkamayan sistem partilerinden umudunuz nedir? Yalanlarla dolu, o koltuğa oturmak için her yolu deneyen, gürültü kirliliği yaratan, hazineden alabildiğine çalan, afişler için ağaçları, doğayı mahvetmekten, çevreyi kirletmekten çekinmeyen partilerden gerçekten beklentiniz var mı? Anayasanın değiştirilmesinde hemfikir partilerin ellerinde bir taslak olması, seçmenlerine bu taslakları sunmaları gerekirken, bize oy verin, 367 milletvekili çıkartıp anayasayı hazırlayalım diyen partilerden demokratik bir anayasa gerçekten bekliyor musunuz?

Oy vermemek için ve sistemin çarpıklığını göstermek için sayısız neden sayabilirim. Fakat oy vermemenin bugünkü şartlarda bir "pasiflik" olduğu eleştirisi gelebilir. Fakat, asıl pasiflik, gidişattan memnun olmayıp da, seçimleri beklemek, "yasal" yollarla yeni bir diktatör başa getirmeye çalışıp ondan medet ummaktır. İnsanların devleti "baba" gibi görmeyi kestiği, partilerden medet ummayı bırakıp oy vermediği ve kendi sivil kuruluşlarını, örgütlerini, kendi özerk sistemlerini kurdukları gün, gerçek özgürlük var olacaktır. Çünkü insanlar, kendi birimlerini, kendi sistemlerini sadece kendileri oluşturabilir, özgürlük tepeden inme iktidarlar tarafından halka bağışlanmaz, halk, birey, özgürlüğünü kendisi kazanır. Oy vermek, daha doğrusu, tanımadığım, parti başkanlarının atadıkları vekilleri onaylamak, "o mu çobanım olsun yoksa bu mu" diye bir seçim yapmak bana göre baskıcı, merkezi parlamentoyu meşru gördüğümü onaylamaktır. O yüzden ister AKP'li olun, ister CHP'li, ister MHP'li, bana göre hepiniz dans etme kursuna gidiyorsunuz fakat aslında birinizin amacı ney, diğerinizin amacı piyano, ötekinizin amacı borazan çalmak. Dost acı söyler; Bunların hiçbirini çalmayı, dansınızı geliştirerek öğrenemezsiniz. Bu yüzden benim seçim günü üzerinde düşüneceğim tek konu, fantezilerime hangi kadınları sokacağımdır. Bunun benim için seçim oyununa katılmaktan daha zevkli olduğundan eminim.

Emma Goldman'la başladım, yazımı bu muhteşem kadının bir sözüyle bitireyim: "Eğer oy vermek bir şeyleri değiştirseydi, yasaklanırdı."