16 Şubat 2011 Çarşamba

Orhan Çeker De Tecavüze Uğrayabilir

"Eğer kadın düzgün giyindiyse tecavüzde erkek yüzde yüz haksızdır, ama ortada başka türlü bir tarz, kıyafet varsa suç eşittir."

Sabah sabah televizyonumdan gelen bu sözlerle uykulu gözlerim açıldı, irkildim. Normalde böyle düşünen bireyleri, kanunlarını bu düşünce üzerine inşa eden devlet adamlarını bilirim ama güne yeni başlarken, o sersem halimle NTV gibi ulusal bir kanalda böyle bir söylem duymayı beklemiyordum. Kimdi bunları söyleyen? Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Bölüm Başkanı Orhan Çeker. Sıradan bir konumda değil, gençler yetiştirmekle yükümlü, "profesör" ünvanı verilmiş bir şahıs. Az önce internete şöyle bir göz attım, benzer demeçleri başka yerlere de vermiş. Bakın bu kişi Haber Türk sitesindeki demecinde ne demiş:

"Sorunun odağında kim var? Kadın var. Kardeşim sen dekolte giyinirsen bu tür çirkinliklerle karşılaşman sürpriz olmayacaktır. Tahrik ettikten sonra sonucundan şikâyet etmen makul değildir. Bu konuda suçu işleyenleri savunduğum anlaşılmasın. Elbette işlenen suç son derece iğrençtir. Lakin bu suçun işlenmesinde dekolte ve tahrik edici kıyafetler giyinen kadının da etkisi küçümsenmeyecek kadar büyüktür. Bu konuda tabii ki erkek suçludur, ama kadının da suçu göz ardı edilirse meseleyi çözümde yanlış adım atmış oluruz. Bu olayda her iki taraf da suçludur."

Dekolte giyen kadının suçlu olup olmadığına birazdan değinmeyi düşünüyorum da, öncelikle bu sözlerin ne anlama geldiğine bakalım. Şu söz konusu hadım etme olayı soruluyor kendisine, "Ama ortada başka türlü tarz, kıyafet varsa, suç eşittir" diyor Çeker. Bunun anlamı şudur: Tecavüz edilen kişiye de ceza verilmeli, aksi halde "kadının suçu da göz ardı edilirse meseleyi çözümde yanlış atmış oluruz".

Bunu yapan ülkeler yok mu peki? Var. Örneklerle gidelim. Somali'de, büyükannesine giderken üç kişi tarafından tecavüz edilen 13 yaşındaki kız, pekçok kızın yaptığı gibi sinip kabuğuna çekilmiyor, yetkililere gidiyor. Sonuç mu? Bu kız, zina yaptığı gerekçesiyle recm cezasına çarptırılıyor. 2008 yılında taşlanarak öldürülüyor. Kızın şikayet ettiği adamların hiçbiri bulunamıyor. (1)

Başka bir örnek ise Suudi Arabistan'da. Bir çete, 19 yaşındaki bir kızı, kendileriyle görüşmesini yoksa kızın ailesine onun bir adamla flört ettiğini söyleyecekleri şeklinde tehdit ediyorlar ve flört etmek Suudi Arabistan'da bir suç. Kız da korkup istenilen yere gidiyor ve kıza bu çete, 14 kez tecavüz ediyor. Mahkemeye çıktıklarında, kızda da suç olduğu söyleniyor ve Kuran'da geçen, zina yapan kişiye 100 kamçı cezasıyla cezalandırılıyor. Kız, üstüne abisinden, aileye leke getirdiği şeklinde suçlanıp dayak yiyor, intihara teşebbüs ediyor. (2)

Örnekler o kadar fazla ki. İran'da Sakine'nin idam cezasına karşı uluslararası yürütülen kampanya haklıydı. Lakin medyada bu olayın çokça yer almasını, başta Amerikan uydusu konumundaki Suudi Arabistan'da olan pekçok akıl dışı uygulamaya kimsenin ses çıkarmamasını garipsemiştim. Gerçek şu ki, İslami yönetimlerde tecavüze uğrayan kadınlar, tecavüze sebebiyet vermediğini kanıtlamakla yükümlü hale gelebiliyor. "Başka türlü bir tarz, kıyafet varsa, suç eşittir" sözünün de gideceği yer budur. Ayrıca, tecavüzün, erkeklerin cinsel isteği ile doğru orantılı olduğu yanılgısına düşerseniz, Afganistan'da, batının, hakkında çok yaygara kopardığı "kadınların, kocalarına hayır deme yasağı"na onay vermiş olursunuz ve cinsellikte aç erkeklerin tecavüz suçlarından karılarını dahi sorumlu tutmaya kadar gider iş. İronik olarak, 22. maddesinde "İnsan haklarına uygun olarak, cinsiyetten bağımsız, kanun önünde herkesin eşit olduğu" belirtilen Afgan yasasının konuyla ilgili maddelerine bakalım:

Madde 27 - Kızlar ergenliğe girdiklerinde evlendirilebilirler (Ülkemizde bazı ilahiyatçılar, Ayşe'nin Muhammed'le 15-19 yaşları arasındayken evlendiğini söylese de, din adamlarının çoğu, peygamberin Ayşe ile 6 yaşında evlenip 9 yaşında gerdeğe girdiğini kabul ediyor ve pekçok İslami ülkede bu gelenek devam ediyor).

Madde 132 - Erkek seyahatte olmadığı takdirde, karısıyla en az dört gecede bir cinsel ilişkiye girme hakkı vardır. Kadın hasta olmadığı veya cinsel ilişkinin kötüleştireceği bir rahatsızlığı olmadığı sürece, kocasının cinsel arzularına olumlu yanıt vermekle yükümlüdür (Başka bir deyişle bu yasayla, kocaların eşlerini tecavüz etmesi yasallaştırılmış oluyor).

Madde 133 - Kadın, tıbbi veya başka bir aciliyeti yoksa, kocasının izni olmadan, evden dışarı çıkamaz. (Maddeleri The Times'dan direkt çevirdim) (3)

Bu yasayı 15 Nisan 2009'da protesto etmek için sokağa dökülen 300 Afgan kadını, erkekler, "Defolun orospular" sözleriyle taşlamışlardı (Ki bu maddelere göre kadınların eşlerinden izinsiz "defolması" bile yasal değildi) (4).

İlk kız arkadaşım Suudi Arabistan'lıydı. Çocukluğu orada geçmiş, erkeklere karşı fobisi varmış. Bu fobinin nedenini sonra öğrenmiştim. Öz abisi, kendisine 6 yaşında tecavüz etmişti. Genç yaşta bana çok uçta gelen bu olay bende de travma etkisi yaratmıştı. Olayı, o zamanlar hala aynı çatı altında yaşadığı abisi, kendisi ve benden başka bilen yoktu. Ne kadar uğraşsak, psikologları aşındırsak da olmadı. Belki de onun artık aile kurmasını, bir insanı sevmesini imkansız kılan bu olayın aslında hiç de uçta olmadığını, ne kadar sık yaşandığını sonradan öğrendim. Kadınlar kültürel olarak ne kadar özgürleştirilip, bilinçlendirilip, yasalarla ne kadar korunursa, bu olayları o kadar fazla gün ışığına çıkarabiliyor, yetkili mercilere başvurabiliyorlar. Penise Ehliyet yazımda belirtmiştim, kadınların görece daha özgür olduğu Amerika'da dahi, her yüz cinsel suça bulaşmış kişiden sadece altısı ceza evine giriyor. Ülkemizde kadınların tecavüzde dahi suçlu olarak görüldüğü, polislerin ön yargılı olduğu, kızların aileye leke getirmek, sonrasında daha çok şiddet görmek, tecavüzcüsüyle evlendirilmek gibi korkularla Amerika'lı kadınlardan daha da sessiz kaldığını, dolayısıyla bu %6'lık oranın daha da düşük olabileceğini söylemiştim. Yazıyı yazdıktan sonra öğrendim ki ülkemizde gerçekten de durum daha vahimmiş, tecavüz vakalarının %1'i aydınlanıp, suçlular hüküm giyiyormuş.

İstatistikler ortada. Kadınlar, dünya genelinde tahakküm altında. İslami rejimlerde, kanunlarla bu tahakküm yasallaştırılıyor. Dünya Ekonomik Forumu'nun 2010 yılı için hazırladığı kadın-erkek eşitliği raporunda Türkiye'nin yeri 134 ülke arasında ancak 126. sıra olabilmiş. Genel anlamda İran'dan, Etiyopya'dan, Mısır'dan gerideyiz. Kadınların çalışma hayatıntdaki yeri bakımından ise 134 ülke arasında 131. sıradayız. Kadın-erkek eşitliği konusunda övünülen cumhuriyet, sadece Suudi Arabistan gibi ülkeleri geçmiş durumda. Ne kadar övünecek ve Ortadoğu'ya model olabilecek bir ülkeyiz, siz karar verin. Bu durum da AKP hükümetiyle falan başlamadı. Kadınlar, Kazanımlarını Birilerine Borçlu mu? yazımda belirttiğim gibi kadın partilerini kapatan, örgütlerini baskı altında tutan bizzat Atatürk'tür. Ülke tarihinde kadınlarımız hep ezilmiştir, şu anda da iş ortamında olsun, ekonomik, kültürel yönden olsun, aile içinde olsun erkek egemenliği kendisini en vahşi biçimde göstermektedir ve tecavüz bunun bir koludur. Lakin ülkemizde zaten durum vahimken, bir ilahiyatçının çıkıp da kadınları alenen ezen devletlerin aldığı "çıplaklığa karşı" tedbirleri önermesi ahlaksızlıktan, seksistlikten ötesi değildir. Yine Penise Ehliyet yazımda belirttiğim gibi, tecavüz vakalarının %40'ı, mağdurun kendi evinde gerçekleşiyor, %20'si ise bir akrabanın, tanıdığın evinde oluyor. Cinsel şiddete maruz kalanların %15'i 12 yaş altı ve özellikle çocuklarda bu vakaların suçluları aile üyeleri. Benim eski kız arkadaşımın tecavüze uğradığı yer, kadınların sıkı sıkıya kapanmaya zorlandığı Suudi Arabistan'dı. Bu tecavüzcünün cinsel dürütlerini harekete geçirecek çıplak kadın resimleri, reklamlar, açık giyinen kadınlar gibi öğeler söz konusu değildi ve o dönem internet de yoktu. Aile içi cinsel şiddeti giyilen kıyafete bağlayamayacağınız gibi, kıyafetle tecavüz arasında bir ilişki olduğunu gösteren hiçbir veri yoktur. Katı rejimlerin hüküm sürdüğü, kadınların kapatıldığı, eve hapsedildiği ülkelerden bazı tecavüz/cinsel şiddet vakaları için buyrun:

http://archives.cnn.com/2000/WORLD/meast/09/09/crime.saudi.executions.reut/
http://www.daijiworld.com/news/news_disp.asp?n_id=45914&n_tit=Saudi+Arabia%3A+Two+Soldiers+Executed+for+Rape
http://www.thisislondon.co.uk/standard/article-23687319-us-soldier-guilty-of-murder-and-rape-of-iraq-girl.do
http://archive.arabnews.com/?page=1§ion=0&article=48559&d=19&m=7&y=2004
http://www.arabianbusiness.com/saudi-man-be-executed-for-torturing-daughter-82963.html
http://www.iol.co.za/news/world/man-executed-for-raping-17-children-1.387056
http://www.bostonherald.com/news/international/middle_east/view.bg?articleid=1165001&srvc=rss

Kaldı ki, tecavüz, cinsel isteğin artışı ve cinsel dürtüleri doyuma ulaştırma amacı ile açıklanamaz. Asıl dürtü, karşısındakine zarar verme dürtüsüdür. Kimliği gelişmemiş kişilerde, yetersizliği giderme amacıyla, kurbanların vücudu üzerinde tahakküm kurma isteği, tecavüzün başlıca nedeni olarak düşünülür. Tecavüzcülerden, bu yetersizliğin bilincinde olanlar günlük hayatta genelde yumuşak, centilmen tavırlarıyla dikkat çeker, bunun bilincinde olmayanlar ise maço tavırlarla, maskulin mesleklerle farkedilir. Ayrıca kadınlara nefret duyan, tecavüzü bir sadizm aracı olarak kullanan üçüncü bir grup da vardır. Hemen hemen tüm tecavüzcülerin asıl hedefi mağduru zorlama yoluyla elde etmeye çalışmaktır. Gönüllü ilişkilerde yetersizliklerini, zayıflıklarını, saplantılarını tam olarak tatmin edemezler (5). Genelde de yakalanma riskinin az olduğu kurbanları seçerler (Tecavüzlerin çoğunun 18 yaş altı çocukların başına gelmesinin nedenlerinden biri budur). Bu sebeplerden, bir kadın hal ve hareketleriyle, tavırlarıyla, normal bir erkeği tecavüzcüye çeviremez. Ortada tecavüzcülüğe yatkın bir insan halihazırda olmalıdır. Kadının tek suçu orada bulunması, yani şanssızlığıdır. Kapalı insanlara daha az, açıklara daha fazla cinsel şiddet uygulandığına dair bir bulgu yoktur. Kaldı ki, 33 tecavüzden 1'i erkeklere yapılıyor (6), yani yukarıdaki ahlaksız sözleri eden Çeker de her an tecavüz riski ile karşı karşıya.

Bir de şu açıdan düşünelim; Diyelim ki dekolte teşhir ediyor, ee? Teşhir edilen, teşhir edenin bedenine bir saldırı hakkına sahip olur mu? Veya bu teşhir edilmişlik dürtüsüyle, başkalarının vücuduna müdahale etmesi aklanabilir mi? Bir kadın, isterse, kıyafetsiz de dolaşabilmelidir. Naturist olup, umuma açık yerlerde kıyafetsiz dolaşma özgürlüğünü edinebilmelidir. Bu, onun vücuduna saldırı halinde, onu suçlu konumuna getirmez. Kişi, hayatına ve vücuduna müdahalede bir sınır koymuşsa, onun "hayır" dediği noktada sizin zorlamanız, tecavüzdür ve suç olan budur. Teşhir etmek de suç değildir. Üzerinde Atatürk'ün Hitler'e benzetildiği bir pankartla dışarı çıkan bir insana Kemalistlerin saldırması durumunda, saldıranlarla birlikte mağduru da "Atatürk'e hakaret" ve "provokasyon" suçlarından tutukladığınızda o ülkede ifade özgürlüğünden söz edemeyeceğiniz gibi, tecavüze uğramış kadınların teşhirciliğini sorguladığınız an, insan haklarından söz edemezsiniz.

Diğer bir nokta da, "dekolte" ile ne kastedildiği. Konuyla tam bağlantılı değil ama, kadının nerelerinin görünmesi gerektiği konusunda İslami bir görüş birliği bile yok. Gözleri örtmeyi gerektiren rejimler mi dersiniz, örtünme amaçlı kullanılan eldivenler mi ararsınız, yüzü göstermenin caiz olduğunu söyleyen islami görüş mü yoksa onun da örtülmesini öngören akımlar mı istersiniz, hepsi mevcut. Kadının her yerinden tahrik olunabilir. Ellerden, dudaklardan da tahrik olunur ve siz ellerin de örtülmesini emrederseniz, o zaman el açmak da "dekolte" kapsamına girecektir. Göğüs dekoltesine aldırmayan, ama ayak fetişi olan binlerce erkek var. Kişilerin fetişleri, teşhir olma seviyeleri kendilerini bağlamaktadır. Tecavüz, teşhir ile açıklanamayacak kadar komplike nedenlere sahip, teşhir ise, yapan kişinin hayatına ve vücuduna müdahaleyi aklayamayacak bir eylemdir. Kadınları örtmeye zorlayan sistemlerde sanıldığının aksine, cinsel sapkınlıklar daha yaygındır. Sokakta kadın figürü göremeyen, psikolojilerinin nasıl etkilendiğine şahit olduğum pekçok Suud arkadaşım var. Pekçok araştırma bunu kanıtlar nitelikte. Örneğin Mısır'da, 70'lerdeki özgür yaşama nazaran radikal İslam ve örtünmenin artışıyla tacizlerin arttığını Mısırlı kadınlar söylüyor (7). Kadın Hakları Mısır Merkezi'nin raporuna göre, Mısır'lı kadınların %83'ü, Mısırlı yabancı kadınların % 98'i umuma açık yerlerde cinsel saldırıya maruz kalıyor (8). Müslüman ülkelerde cinsel şiddetin bu kadar yaygın olduğu açıkken, Çeker, "odakta kadın var" demeden önce, bunun odağında erkeğin olması gerektiğini görmesi gerekir. Bu bir erkek sorunudur. Erkekleri medenileştirmek ve kadınları cesaretlendirmek, güçlendirmek, özgürleştirmek için çoğu din adamı hiçbir şey söylemezken, erkeklerden kaynaklanan bir sorun için kadınları örtme yoluna gitmenin akla mantığa uygun bir tarafı yoktur ve çözüme katkı falan sağladığı da yoktur.

Arkamıza yaslanıp Abdullah Öcalan'a sayın diyen seçilmiş siyasetçinin milletvekilliğini düşüren, Türklüğü aşağıladığı gerekçesiyle aydınını hapse atan, Oda Tv'ye (Kendilerinden hiç hazzetmesem de) baskın yapan sistemin, seksist, kız çocukları evlendirip tecavüzü normal kılan pedofil kültürü üniversite gençlerine aşılayan bu profesörü nasıl görevde tuttuğunu izleyeceğiz. Bunun adı "düşünce özgürlüğü" olacak. Tıp profesörünün "camiye ayakkabıyla girilmediği gibi hastaneye de başörtüsüyle girilmez" dediği, anayasa mahkemesi başkanının darbe istediği bir ülkede, ilahiyatçısı da kadınların kıyafetine bakarak ne kadar istekli olduğunu ölçmeye, naturizm fobisine, kadın düşmanlığına, "ama ortada başka türlü bir tarz, kıyafet varsa suç eşittir" demeye kadar götürür işi. Şaşırmamak gerek.

Aslında yazımın başında belirttiğim gibi, Ortadoğu'da pekçok devlet adamı, din adamı aynı görüşte, kadınların zorla kapanması, tecavüzcülerin recmedilmesi veya tecavüzcüsüyle evlendirilmesi yaygın bir durum. Aynı durum Batı'da da eskiden geçerliydi, İncil'in Deuteronomy 22:28-29 kanunu gereğince kurban, tecavüzcüsüyle evlendirilir, birisinin karısı/nişanlısı tecavüze uğradığında, sesini başkasına duyuramazsa Deuteronomy 22:23-24 gereğince öldürülürdü. Yani konu din olunca ve devlet kurallarla yönetilince, bu kaçınılmazdır ve hatta olağanlaşır. Bana bu yazıyı yazdıran ise üniversitelerimizin nasıl seksistler, dar kafalılar yetiştirdiği gerçeğine işaret etmek istemiş olmam. Ayrıca bu, branşınızla son derece ilgisi de olsa analiz yeteneğinden, psikoloji, sosyoloji gibi konulara hakimiyetten son derece mahrum dahi olsanız, cahil de olsanız bu ülkede profesör olabileceğiniz anlamına geliyor.

Referanslar:
(1) The New York Times, Rape Victim Stoned to Death in Somalia Was 13, U.N. Says, 4 Kasım 2008
(2) http://www.news.com.au/gang-rape-victim-faces-lashes/story-e6frfkp9-1111113105165
(3) http://www.timesonline.co.uk/tol/news/world/asia/article6047263.ece
(4) http://www.nytimes.com/2009/04/16/world/asia/16afghan.html
(5) O. Polat, Kriminoloji ve Kriminalistik Üzerine Notlar
(6) National Institute of Justice & Centers for Disease Control & Prevention. Prevalence, Incidence and Consequences of Violence Against Women Survey. 1998
(7) http://news.bbc.co.uk/2/hi/7514567.stm
(8) http://www.bloomberg.com/news/2011-02-14/egyptian-women-battle-sexual-abuse-after-decades-of-silence-movie-reveals.html

13 Şubat 2011 Pazar

Sünnet Bir Çocuk İstismarıdır

Sünnet, hiçbir sağlık sorunu olmayan bireylere yönelik bu kadar kabullenilmiş, legal olan tek ampütasyondur (Vücutta bir organın cerrahi yöntemle kesilip alınması). Sağlık sorunu olmayan bireylere yönelik yapılan cerrahi müdahaleleri geçtim, sünnet, 19. yüzyıldan beri en fazla yararı olduğu iddia edilen operasyon olmuştur. Öyle ki, Victoria devrinde (1837-1901)masturbasyonun azaltılmasına karşı sünneti yaygınlaştıran doktorlar, sünnetin, felç, sara, tüberküloz, fıtık, baş ağrısı, stres, şaşılık, körlük, zeka geriliği, cinsel içerikli rüyalar, rektum sarkıklığı, elefantiyazis, egzema, alt ıslatma, kasılma, mental bozukluklar, zeka geriliği problemlerine iyi geldiğini iddia etmiştir (1). Günümüzde bu kadar olağan akıldışı iddialar olmasa da, daha tehlikeli bir şekilde, sünnetle bağlantılı olabilmesi akla yatkın gelen iddialar geçerliliğini korumaktadır. Bu iddiaların da pek yakında sünnetin baş ağrısına iyi geldiği iddiası kadar komik geleceğini belirttikten sonra, sünnetin günümüz verileri ışığında yerine gelelim.


Sünnetin ülke ve dünya bilimindeki yeri
Sünnetin batı dünyası bilim adamları tarafından da yararlı görüldüğü inanışı öncelikle bir yalan. Dünya çapındaki hiçbir sağlık örgütü, sünnete onay vermiyor. Örneğin Amerikan Pediatri Akademisi, çocukların sünnet edilmesini tavsiye etmiyor. (2) Amerikan Tıp Kurumu, sünnetin şifa verici olmadığını söylüyor ve Amerikan Aile Hekimleri Akademisi'nin sünnetle ilgili bildirisi de bununla uyum içerisinde (3) (4). Ülkemize gelince Haydar Dümen, erken boşalmanın biyolojik nedenlerinin en başına sünneti koyuyor (5). Psikiyatrist doçent Nusret Kaya, işin psikolojik zararlarını belirtiyor ve sünnetin çocuklarda, ileride sorunlar oluşturabilecek kastrasyon kompleksine yol açtığını söylüyor ve tüm geçimini sünnet operasyonlarından kazanan Kemal Özkan bile bunu doğruluyor (6).

Sünnetle kaybedilen, işlevsiz küçük bir deri parçası mı?
İşlevlerinden bahsetmeden önce, sünnet derisi nedir ona değinmek gerekiyor. Sünnet derisi, penis gövdesinden uzanıp penis ucunu kapladıktan sonra tekrar bağlantı noktası olan penis başının alt kısmına geri dönen, yani çift katlı bir deri. Bu yüzden normalde dış yüzeyi penisin deri miktarının %50'lik kısmını oluştursa da (7), penis deri sisteminin %80'lik bir bölümüne tekabül ediyor (8) (9). Gelişimini tamamlamış sünnet derisinin açılmış gergin hali en az 8 cm'e 13 cm'lik bir kart boyutuna erişiyor. Bu deri 1 metre uzunluğunda kan damarı, 73 metrelik sinir ve 20.000 sinir ucu içeriyor (10).

Burada küçük bir parantez açalım; Genel inanış sünnetin idrar yolu enfeksiyonlarını azalttığı yönünde fakat tam tersine, sünnet derisi ince bir kas tabakasıyla kaplı ve bu kas lifleri kıvrılarak halkamsı bir şekil oluşturuyor ve idrar yolunu koruyor. İdrar yolu enfeksiyonları, erkek ve kız bebeklerde ilk altı ay içerisinde aynı oranda görünüyor (11). İlk altı ay içerisinde idrar yolu enfeksiyonu yaşamış çocuklarda, idrar yolu bozukluğu olma ihtimali yüksek. İdrar yollarında bir sorun olmayan çocukları inceleyen araştırmalarda, sünnetli çocuklarda, sünnetsiz çocuklarınki kadar idrar yolu enfeksiyonları görüldüğü tespit edildi (12). Ve Amerikan Pediatri Akademisi'ne göre, bu enfeksiyonlar genelde cerrahi müdahale olmaksızın ilaçla tedavi edilebiliyor, yani deriyi kesip alacaksınız diye bir şey yok. Ayrıca anne sütü de bebeklerin bu ilk altı ayda yüksek olan idrar yolu enfeksiyonu riskinin azalmasına yardımcı oluyor (13).

Tekrar sünnet derisine gönecek olursak, tıpkı göz kapağı ve yanak içinde olduğu gibi, sünnet derisinin altı da salgılı bir zara sahip. Bu zar iki kısımdan oluşuyor; Birincisi penis ucunu kaplayan ve kayganlaştırıcı, yumuşatıcı, koruyucu maddeleri salgılayan bezden oluşuyor, ikincisi de sünnet derisinin, penis ucunun açılmasına gereken esnekliğini veren elastik bir bant görevi görüyor. Penis ucunun hemen altında da deri, dilimizi sabit tutan gemcik (frenulum) gibi bir bağ geliştirmiş ve bunun sayesinde deri, penis ucunu kavrayabiliyor ve kaslarla uyumlu halde hareket edebiliyor. Sünnet işleminden sonra, penis derisinin geri kalanı da haraket kabiliyetini yitiriyor.

Sünnet derisinin işlevlerine gelince, deri, en başta immünolojik savunma görevi görüyor. Derinin dış kısmında bağışıklık sisteminin bir elemanı olan epitel Langerhans hücreleri bulunuyor (14). Yukarıda bahsettiğim sünnet derisindeki salgı bezler, lizozim gibi antibakteriyal proteinler ve enfeksyonları önleyici özelliği olan immünoglobulinler üretiyor (15) (16).

Sünnet derisinin ikinci görevi ise kendiliğinden bu işlevi göremeyen penis ucunun hassasiyetini, nem/yağ miktarını pH dengesini, ısı dengesini korumak ve ayarlamak (17).

Derinin diğer bir görevi de cinsel hassasiyet. Sünnet derisi, parmak uçları ve dudaklar kadar hassas. Sünnet derisi, penisin diğer tüm bölgelerinden daha zengin sinir resepsörler içeriyor ve bu sinir uçları ısı değişimlerini, hareketleri, yüzeyleri çok hassas bir şekilde algılayabiliyor (18) (19) (20). Sünnetin cinsel hassasiyete olan hasarlarını ne yazık ki ergenlik döneminden önce, yani ilk cinsel deneyimlerini yaşama olgunluğuna gelmeden sünnet olmuş hiç kimse bilemez, serçe parmakları doğuştan olmayanların, serçe parmağa sahip olmanın ne demek olduğunu bilmedikleri gibi. Lakin sonradan sünnet olan pekçok yetişkin insan, cinsel hazlarının azaldığını söylüyor. Ama binlerce sinirucunun, metrelerce sinirin ve damarın alınmasının, hassasiyeti azaltmayacağını söylemek akıl dışı olurdu.

Cinsel hassasiyeti azaltmak dışında şunu da belirteyim, penis ucu aslında sünnet derisinin kapladığı bir iç organdır; Sünnet olmak onu dış organa çevirmektedir. Gerektiği ısının altında ve kuru kalan penis ucu, cinsel birleşme esnasında fazla ısı değişimine tabi kalmakta ve bu da erken boşalmaya sebebiyet vermektedir (21).

Hijyen: Tırnak, göz kapağı ve sünnet
Çocukların sünnet edilmesi daha da dehşet vericidir. Sebebi ise çocuklarda sünnet derisinin, penise yapışık olmasıdır. Bu da canlı canlı deri yüzmek, tırnak çekmek ile eşdeğerdir. Halbuki ergenlikle birlikte sünnet derisi, penis ucundan kendiliğinden ayrılacaktır (22). H. L. Tan'ın "Foreskin Fallacies and Phimosis"'inde belirtildiği gibi bu, gülün tomurcuğuna benzer. Zamanı geldiğinde o kendiliğinden açılacak ve çocuk bunu kendisi yaşayacaktır. Nasıl tomurcuğu açarak gül çıkartamıyorsanız, çocuğun da sünnet derisini zorla soymamalsınız (23). Kimi çocukların sünnet derisi fazla dardır ve bu açılma zor gerçekleşebilir lakin bu durumda ülkemizin doktorları "nasıl olsa sünnet olacak, ikisi bir arada çıksın" diyebiliyorsa da, bu sorunu çözmek için deriyi kesip almadan, sadece ucunu açmaya yönelik müdahaleler mevcuttur, sünnet çözüm değildir.

Ayrıca sünnet derisini kesmekle hijyen falan sağlanmaz. Göz kapağı nasıl kendisini temizliyorsa, çocuğun sünnet derisi de kendi kendini temizleyebilme özelliğine sahiptir ve nasıl gözkapağının altı yıkanmıyorsa, Amerikan Pediatri Akademisi dahil hiçbir kuruluş, çocuklardaki yapışık sünnet derisinin altına ulaşılıp yıkama çalışmayı önermemektedir (24). Yetişkinlerde de geri çekilebilen deriyi suyla yıkamak yeterlidir (25). Sırf altında kir birikiyor diye bir organı kesmek, tırnaklar kirleniyor veya mantar riski var diye tırnakları çektirmekle, göz çapaklanıyor diye göz kapaklarını aldırmakla eşdeğerdir. Ayrıca gözden kaçan nokta, kadın cinsel organının temizliğinin çok çok daha zor olduğudur. Cinsel hazzı sıfırlamak ve sıvı salgılamalarını minimuma indirmek ve nispeten daha kolay temizlenebilmek için, kızların klitorisi mi alınsın? Bunu yapan toplumlar yok değil.

Kaldı ki, gözden kaçırılan nokta, sünnetin kan dolaşımına ve penis gelişimine olumsuz etkisi. Alınan deri miktarına ve yaranın kapanmasına bağlı olarak penis yamuk bir şekilde gelişebiliyor (26) ve dahası, sünnet yarası, kapanırken büzülmesi sebebiyle penis gövdesinin geri çekilmesine ve temelli kısalmasına sebep olabiliyor. Penisin içeri kaçtığı gerekçesiyle bir çok ebeveyn doktora başvuruyor (27). Yukarıda bahsettiğim gibi, pekçok damar bu yolla alınıyor ve penis başı ile penis derisinin kan dolaşımı sekteye uğruyor. Sünnet derisini beslemek yerine kan geri akmak durumunda kalıyor ve idrar deliği kansız kalarak kapanabiliyor, bu da idrar akışını engelliyor. Tüm bu süreç sonunda, meatal stenosis denen (28) ve sadece sünnetli çocuklarda görülen (29) bozukluk oluşuyor. Sünnetin hijyene katkısını geçtim, normalde içorgan olan ve sadece cinsel birleşme sırasında açılması gereken penis başı açıkta kalıyor ve korunmasızlaşıyor.

Bağırsak kanserinin önlemi bebeklerin bağırsaklarını aldırmak mıdır?
Penis kanseri genelde deride başladığı için, sünnetin, bu kanseri önlediği söylenir. Öncelikle komik olan, bu kanserin daha çok 60 yaş üzeri görüldüğü. Yani bebekleri sünnet etmenin mantığı nedir? Kaldı ki, kanser olduğu takdirde dahi, sünnet derisinin hasta kısmı cerrahi müdahaleyle veya lazerle alınabiliyor. Pekçok kanser için bu geçerliyken, vücudun pekçok yeri, bağırsak, dil, akciğer, gırtlak, deri, rektum, vs kanser riski taşırken, sünnet derisini hiçbir sorun yokken kesmenin mantığı nedir?

Kaldı ki, penis kanserini sünnetin önlediği de çürütülmüş bir iddia. Örneğin Wallerstein'ın çalışmasına göre, sünnet oranı çok çok düşük olan Norveç, Japonya, İsveç gibi ülkelerde, sünnet oranı daha yüksek olan Amerika'da olduğu gibi, penis kanseri oranı yüzbinde bir, yani daha yüksek değil (30) ve Amerika'ya oranla daha düşük sünnet yapılan Danimarka'da, penis kanseri oranı daha düşük. Noel Preston ve W. Leitch, araştırmalarında penis ve prostat kanserleri ile sünnet arasında net bir bağlantı olmadığını söylemişlerdir (31) (32). Christopher Maden'in 93 yılında yayınladığı bir çalışmada, penis kanseri teşhisi konulmuş 110 kişiyle röportaj yapılmıştı. Bu kişilerin %37'si sünnetliydi (41 kişi) ve %20'si (22 kişi) bebekken sünnet olmuştu (33). Doktor George Denniston'ın bulgusuna göre de ortalama 1000 kişiden biri penis kanserinden ölüyor. Sünnet kanser riskini tamamen yok etseydi dahi (Ki etmiyor), 1000 bebekten sadece 1 tanesi kurtulacak anlamına gelir bu. Fakat sünnetten ölme riski 1000'de birden fazla.

Amerikan Kanser Birliği'nin 1999 tarihli bildirisinde, sünnetin penis kanseri riskini azaltmadığı söyleniyor. Stanley Boczko, sünnetli pekçok insanda penis kanseri olduğuna dikkat çekip riski artıran en büyük etkenin sigara olduğunu söylüyor (34). Penis kanserinin tütün ile ilişkisini kanıtlayan pekçok çalışma mevcut (35). Eldeki tüm bulgular, sünnetin penis kanseri riskini yok etmediği yönünde (36).

Bir diğer iddia da sünnetsiz bir partneri olan kadınların kansere yakalanma riskinin fazla olduğu. Aslında Wynder'in ortaya attığı bu iddianın yanlış olduğunu kendisi sonradan açıklamıştır. 1954 yılında yapılan bu araştırmada, rahim kanserine yakalanmış kadınlar, kocalarının sünnetli olup olmadıklarını bile bilmiyorlardı ve bu misenformasyonu bizzat Wynder kabul etti (37). Sonraki araştırmalarda da eşlerin sünnetiyle kadınların kanseri arasında ilişki bulunamadı (38) (39). Rahim ağzı kanserine yakalanmış hastaların hemen hepsinde insan papillom virüsü bulunuyor ve bu virüsün de sünnet derisindeki smegma ile hiçbir ilgisi yok (40). İnsan papillom virüsünün kapılmasına sebebiyet veren faktörleri sigara, kullanımı, erken cinsel birliktelik, partner sayısı olarak sayabiliriz (41). Sigara içmemek, güvenli seks ve insan papillom virüsü aşısı, rahim ağzı kanseri riskini büyük ölçüde yok edecektir (42). Tüm bu veriler, sünnet derisinin ne erkekte ne eşinde kansere neden olmadığını umarım ikna edicidir.

Sünnet, HIV ve cinsel yolla bulaşan diğer hastalıkları önler mi?
Dünya Sağlık Örgütü gibi kimi kuruluşlar, korunmasız ilişkinin ve çok eşliliğin, dolayısıyla cinsel yolla bulaşılan hastalıkların sık göründüğü Afrika ülkelerinde sünnetin yararlı olabileceğini söylemiştir. Halbuki, yapılan araştırmalar, bunun tam tersini göstermektedir. Örneğin Nigel Dickson'ın doğuştan beri izlediği %40.3'ünün sünnetli olduğu Yeni Zelanda'lı bir grupta, cinsel yolla bulaşan hastalıklar, sünnetlilerde daha fazlaydı (43), Juliet Richterds'ın araştırmasına göre de aynı yörende sünnetli ve sünnetsiz insanların cinsel yolla bulaşan hastalıklara sahip olma oranı aynıydı (44). Yine Amerika'da ve Birleşik Krallık'ta yapılan araştırmalara göre, sünnet ile cinsel yolla bulaşan hastalıklar arasında bir bağ bulunamadı, sünnetlilerin hasta olma oranı çok küçük bir farkla daha fazlaydı (45) (46). Yine Robert C. Bailey'in başını çektiği, 1800'e yakın AIDS'li hastayı ve onların sünnetli olup olmama durumunu inceledikleri bir çalışmada, HIV ile sünnet arasında bir ilişki bulunamadı (47). Yine bunun gibi, sünnetin cinsel yolla bulaşan hastalıklara karşı koruma sağlayamayacağına dair pekçok çalışma bulunmaktadır (48) (49). Sonuç olarak, cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korunmanın yolu, güvenli cinsel ilişkidir. Sünnet bunların yayılımını önlemediği gibi, bel soğukluğu gibi hastalıklara negatif bir etkisi olduğu görülmüştür.

Batıda sünnet - Sünnet endüstrisi
Yazının başında belirttiğim gibi, batıda sünnet, 1800'lü yıllarda mastürbasyonu engellemek için teşvik edilmişti. Bilimin bilim olmadığı zamanlarda pekçok şeyin tedavisinde kullanılan sünnet örneğin, 1832 yılında Claude Francois Lallemant tarafından, cinsel içerikli rüyaları "tedavi" etmek için kullanıldı. 1845 yılında, Edward H. Dixon, sünnetin masturbasyonu engellediğini söyledi (50). 1855'te, Jonathan Hutchinson, sünnetin frengiyi tedavi ettiğini iddia etti (51). 1865'te Nathaniel Heckford, sünnetin sara tedavisinde kullanılabileceğini söyledi (52). Lewis A. Sayre, epilepsi tedavisinde sünneti kanıtladığını söylemekle kalmadı, sünnetin felci de önlediğini bildirdi. Böyle zırvalıklar 1980'li yıllara kadar sürdü, Avrupa'da değil ama Amerika'da sünnet oranı %70'lere yükseldi ve sünnet araç-gereçleri icat edildi, cerrahi müdahale ve sonrasında harcanan tedavi masrafları, sünnet endüstrisini senede iki milyar doların döndüğü bir sektör haline getirdi. Lakin günümüzde sünnet, batıda sanıldığı kadar yaygın değildir. Dünya'da erkek nüfusunun sadece %15'i sünnetlidir ve bunun büyük çoğunluğunu müslümanlar oluşturmaktadır (53). Amerika'da sanıldığı gibi sünnet oranı artmamaktadır, %50'lerden %30'lara inmiştir (54). Bu düşüşte, günümüzün bilimsel verilerinin sünnetin faydaları diye öne sürülen zırvalıkları çürütmesinin yanında, Amerika'da Soğuk Savaş döneminde çocukların ailelerine sormadan sünnet edilmesinin ve bunun sonradan yasaklanmasının da rolü büyüktür. Genel olarak, batı dünyasında sünnet propagandası sanıldığı gibi artmamakta, aksine azalmakta, sünnet karşıtı gruplar, hekim birlikleri kurulmaktadır.

Hangisi tanrının artığı; Apandis mi sünnet derisi mi?
Yukarıda hakkında uzun uzun yazdığım sünnet derisini kesmeyi Allah'ın emri olarak gören, sünnetin sözde ve yukarıda onlarca bilimsel araştırmayla çürütüldüğünü belirttiğim faydalarını öve öve bitiremeyen Harun Yahya müridleri, bilim dünyasının evrim artığı dediği apandisin işlevlerini sayfa sayfa yazıyorlar ve sonuna ekliyorlar: Yüce Allah, hiçbir şeyi amaçsız yaratmaz. Peki o zaman Allah sünnet derisini amaçsız mı yaratıyor? Allah'ın yaptığını keserek mi düzeltiyorsunuz? Yoksa Allah, çocuklarınıza işkence edesiniz, kan akıtasınız, sünnet derisini çocukların penis ucundan yüzüp yırtarak Allah'a kurban edesiniz diye test için mi yaratıyor onu? Bu nasıl bir iki yüzlülüktür?

Kuran'da sünnet emri yok. Sünneti tavsiye eden hadislerden haberim olsa da, Allah'a ve Muhammed'e inanıp sünnete karşı olmak da mümkün. Küçük bir araştırmayla sünneti çocuklara zulüm olarak gören ve bu Yahudi geleneğinden kurtulunması gerektiğini savunan İslami bir web sitesi buldum. İngilizcesi olanlar işin dini boyutunun da anlatıldığı siteye göz atabilirler:

http://www.quran.org/khatne.htm
http://www.quran.org/CIRCUMCISION.HTM

Kuran'da böyle bir emir olsaydı da beni ilgilendirmezdi. Lakin müslüman olmak dar kafalılığı gerektirmiyor, onu belirtmek istedim sadece. Çocuklara yapılan bu zulmü gelenekle, töreyle, dinle aklayamazsınız. Bilim kendini yenileyici niteliktedir, gün gelir de bu yazdıklarım yanlışlanırsa, yine de çocuklara sünnet yapamazsınız, bu çocuk istismarını bilimle bile örtemezsiniz. Sünnet, binlerce yıllık ilkel bir gelenektir. Bu geleneğin kurucuları, kızların klitorisini de kesip atmıştır; Sünnet töresinin kadınların boynuna halkalar takma, kulak memesini oyup ucuna ağırlıklar takarak uzatma gibi geleneklerden hiçbir farkı yoktur. Kimi kabileler, binlerce jilet darbesiyle erkek çocuklarının vücuduna balık sırtı deseni veriyor ve bu vahşete dayanan, enfeksiyon kapmadan yaşamayı beceren çocuklar, "erkekliğe adım atmış" oluyor. Bizde de sünnetle erkekliğe adım atılması bunun başka bir versiyonudur. Kanla, acıyla "erkek olmak", ileride, karısının suratından kan getirerek erkekliğini ispat etmeye yol açar. Sonra da aile içi şiddetten şikayet etmeye hakkınız kalmaz.

Kaldı ki, çocukların sünnet edilmesi, insan haklarına aykırıdır. Bu çocuklar, karar verebilecek çağda değildir. Onların bir organına dönüşü olmayan bu müdahalenin sonuçlarına çocuk kendi katlanacaktır. Yanlış bir müdahalede penis ucu, idrar deliği yırtılabilir, hasar görebilir, çocukta korkuyla psikolojik bozukluklar ortaya çıkabilir, enfeksiyon kapabilir. Herşey yolunda gitse de bu çocuk, yukarıda bahsettiğim, birden çok işlevi olan bu deriden mahrum kalacak ve sünnetin ona götürdüklerini, cinsel olgunluğa eriştikten sonra işlevlerini hiç hissedemeyeceği için, bilemeyecektir. Unutmayın ki, çocukları her şeye ikna edebilirsiniz. Bugün iğrenerek baktığımız kız sünnetini uygulayan toplumlarda, kızlar buna ikna edilir ve bizzat sünnetli anneleri ikna eder, kızını doktorun eline emanet eder. Bir çocuğu 5 yaşındayken rejim militanına da dönüştürebilirsiniz, 60 yaşındaki bir adamla ilişkiye girmeye de ikna edebilirsiniz. Çocuklar yeterli olgunlukta olmadığı için, bu ilişki tecavüzdür, çocuk istismarıdır. Çocuklar karar verecek yaşta olmamasına rağmen onların organlarının bir parçasını kesmek, onların karar verememe yeteneğini istismar etmektir. Ne yazık ki çocuklar bunun gerekliliğine de şartlanmaktadır. Bugün sünneti savunan insanların hemen hepsi, çocukluktan gelen bu şartlanmışlıkla sünnetin yararlarını kanıtlamaya çalışmakta, bu vahşeti görmemekte, hatta bunun vahşet olduğunu söyleyenlere saldırmaktadır.

Çocukları, okuyup, araştırıp, vücudunun başına gelecek şeyleri karar verecek yaşa gelene kadar rahat bırakın. Sonra isteyen istediğini yapar. "Çocuk benim değil mi" sorusu burada geçerliliğini yitirmektedir; Erkek sünnetinin bir üst seviyesi kız çocuklarının sünnetidir. Erkek çocuğunun da, kız çocuğunun da herhangi bir organından parça koparmak, ailelerin dahi hakkı olmayan bir şeydir.

Referanslar:
(1) G. C. Denniston ve M. F. Milos'ın Sexual Mutilations: A Human Tragedy kitabının F. A. Hodges'a ait Amerika'da İrade Dışı Sakatlamaların Kurumsallaştırılmasının Kısa Tarihi adlı bölümü
(2) American Academy of Pediatrics, Circumcision Policy Statement, 1 Mart 1999
(3) American Medical Association, Report 10 of the Council on Scientific Affairs, 6 Temmuz 2000
(4) American Academy of Family Physicians, Position Paper on Neonatal Circumcision, 14 Şubat 2002
(5) http://blog.milliyet.com.tr/Erkegin_kabusu____erken_bosalma/Blog/?BlogNo=252019
(6) http://www.milliyet.com.tr/2001/06/29/guncel/gun08.html
(7) Cold CJ, Taylor J. - The prepuce
(8) G. C. Denniston ve M. F. Milos'ın Sexual Mutilations: A Human Tragedy kitabının M. M. Lander'a ait "İnsan Sünnet Derisi" bölümünden J. A. Erickson'ın Penis Derisinin Üç Bölgesi adlı çalışması
(9) M. Davenport, "Problems with the Penis and Prepuce: Natural History of the Foreskin", 1996
(10) H. C. Bazett, "Depth, Distribution and Probable Identification in the Prepuce of Sensory End-Organs Concerned in Sensations of Temperature and Touch; Thermometric Conductivity," Nöroloji ve psikiatri arşivleri 27, 1932
(11) Marild S, Jodal U. - Incidence rate of symptomatic urinary tract infection in children under 6 years of age, 1998
(12) Mueller E, Steinhardt G, Naseer S. - The Incidence of Genitourinary Abnormalities in Circumcised and Uncircumcised Boys Presenting with an Initial Urinary Tract Infection by 6 Months of Age, 1997
(13) Pisacane A, Graziano L, Mazzarella G, Scarpellino B, Zona G. Breast-feeding and urinary tract infection.
(14) G. N. Weiss - The Distribution and Density of Langerhans Cells in the Human Prepuce: Site of a Diminished Immune Response?
(15) A. Ahmed and A. W. Jones, Apocrine Cystadenoma: A Report of Two Cases Occurring on the Prepuce - British Journal of Dermatology
(16) P. J. Flower, "An Immunopathologic Study of the Bovine Prepuce"
(17) A. B. Hyman ve M. H. Brownstein, Tyson's Glands: Ectopic Sebaceous Glands and Papillomatosis Penis
(18) Z. Halata ve B. L. Munger, İnsan Penis Başının Protopatik Duyarlılığının Nöroanatomik Temeli
(19) H. C. Bazett - Depth, Distribution and Probable Identification in the Prepuce of Sensory End - Organs Concerned in Sensations of Temperature and Touch; Thermometric Conductivity
(20) R. K. Winkelmann, The Erogenous Zones: Their Nerve Supply and Its Significance
(21) Bkz. referans 5.
(22) J. Øster, Further Fate of the Foreskin
(23) H. L. Tan, Foreskin Fallacies and Phimosis
(24) American Academy of Pediatrics pamphlet. Newborns: Care of the Uncircumcised Penis – Guidelines for Parents
(25) CIRP: Normal development of the prepuce: Birth through age 18
(26) F.F. Marhall'ın Urologic Complications, Medical and Surgical, Adult and Pediatric'inden, J. P. Gearhart'a ait Pediatrik Sünnetin Komplikasyonları adlı bölüm
(27) R. D. Talarico and J. E. Jasaitis, Concealed Penis: A Complication of Neonatal Circumcision
(28) R. Persad Clinical Presentation and Pathophysiology of Meatal Stenosis Following Circumcision
(29) Van Howe, R.S., Incidence of meatal stenosis following neonatal circumcision in a primary care setting
(30) E. Wallerstein, Circumcision. The uniquely American medical enigma
(31)Noel Preston, Nereye Sünnet Derisi? Yenidoğana Ait Sünnet Adeti Üzerine Düşünce, Journal of the American Medical Association, volume 213, sayı: 11
(32) W. Leitch, Sünnet - Devam Eden Bir Muamma, Australian Paediatric Journal, volume 6
(33) Maden C., Sherman KJ., Beckmann AM., Hislop TG., Teh CZ., Ashley RL., Daling JR - Sünnet Tarihi, Tıbbi Şartlar, Cinsel Aktivite ve Penis Kanseri Riski, Journal of the National Cancer Institute, Volume 85, sayı 1
(34) Stanley Boczko, Sünnetli Erkeklerde Penis Kanseri, New York State Journal of Medicine, Volume 79, sayı 12
(35) K Harish & R. Ravi - Penis Kanserinde Tütünün Rolü, British Journal of Urology, Volume 75, sayı 3
(36) C. J. Cold., Carcinoma in Situ of the Penis in a 76-Year-Old Circumcised Man
(37)Ernest L. Wynder & Samuel D. Licklider, The Question of Circumcision, Volume 13, sayı 3
(38) Elizabeth Stern & Peter M. Neely, Sünnete ve Evliliğe İlişkin Rahim Ağzı Kanseri, Journal of the American Medical Women's Association, Volume 17, sayı 9
(39) M. Terris, Relation of Circumcision to Cancer of the Cervix
(40) Maiche AG, Epidemiological aspects of cancer of the penis in Finland
(41) Brinton LA, Reeves WC, Brenes MM, Cinsel açıdan tekeşli kadınlar arasındaki rahim ağzı kanseri etyolojisinde erkek faktörü, Volume 44, sayı 2
(42) M. Lehtinen M & J. Paavonen, İnsan Papillom Virüsüne karşı aşı büyük umut vadediyor, The Lancet, Volume 364
(43) Nigel Dickson, Circumcision and Risk of Sexually Transmitted Infections in a Birth Cohort, Journal of Pediatrics, Volume 152
(44) Anthony Smith & Juliet Richters, Avustralya'da Sünnet: yaygınlık ve cinsel sağlık üzerinde etkileri, International Journal of STD & AIDS, Volume 17
(45) Johnson AM, Dave SS, Fenton KA, Male circumcision in Britain:
findings from a national probability sample survey, Sexually Transmitted Infections, Volume 79
(46) Edward O. Laumann, Circumcision in the United States, Prevalence, Prophylactic Effects, and Sexual Practice - Journal Of the American Medical Association, Volume 277, sayı 13
(47) http://www.plosone.org/article/fetchArticle.action?utm_medium=feed&utm_campaign=Feed%3A+plosone%2FPLoSONE+%28PLoS+ONE+Alerts%3A+New+Articles%29&utm_source=feedburner&articleURI=info%3Adoi%2F10.1371%2Fjournal.pone.0015552
(48) Van Howe, Sünnet cinsel yolla bulaşan hastalıkları etkiliyor mu? Bir literatür taraması, BJU International, Volume 83
(49) Linda S. Cook, Sünnet ve Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklar, American Journal of Public Health, Volume 84
(50) E. H. Dixon, A Treatise on Disease of Sexual Organs
(51) J. Hutchinson, On the Influence of Circumcision in Preventing Syphilis
(52) N. Heckford, Circumcision as a remedial measure in certain cases of epilepsy, chorea
(53) G. C. Denniston ve M. F. Milos'ın Sexual Mutilations: A Human Tragedy kitabından S. A. Aldeeb Abu-Sahlieh'e ait "Jehovah, His Cousin Allah, and Sexual Mutilations" bölüm
(54) National Center for Health Statistics of the United States Department of Health and Human Services, 1994

11 Şubat 2011 Cuma

Penise Ehliyet

Son günlerde, AKP'li milletvekillerinin, cinsel istismar suçlarıyla ilgili hazırladığı teklif epey olay olmuş. Teklif, kabaca, Türk Ceza Kanunu'nun yürürlükte olan maddelerine ekleme-çıkarmalardan oluşuyor. Aslında tüm tartışma, sözkonusu teklifin tek maddesi üzerinden dönse de, teklifin tam metnine buradan ulaşabilirsiniz. O çok yaygara koparan madde ise şöyle:

(7) Türk Ceza Kanununun 102 nci maddesinde tanımlanan cinsel saldırı suçundan, 103 üncü maddesinde tanımlanan çocukların cinsel istismarı suçundan veya 104 üncü maddesinin ikinci fıkrasında tanımlanan reşit olmayanla cinsel ilişki suçunun nitelikli hâlinden hapis cezasına mahkum olanlar, cezanın infazı sırasında ve koşullu salıverildikleri takdirde, denetin süresi içinde;
a) Testosteron etkisini önemli ölçüde azaltıcı tedaviye tabi tutulabilirler,
b) Tedavi amaçlı programlara katılmakla yükümlü kılınabilirler,
c) Suçun mağdurunun oturduğu ve çalıştığı yerleşim bölgesi dışında başka bir yerde ikamet etmekle yükümlü kılınabilirler.

Burada bir sorun var: Sanıldığı gibi, bu bir ceza değil. Yani burada, tecavüzcüyü ceza olarak hadım etmek değil, tedaviden bahsediliyor. Peki, tedavi ile ne kastediliyor? Sözkonusu madde, çocukları cinsel istismara yönelik olduğu için, burada kastın, pedofilinin tedavisi olduğu söylenebilir. Gerçekten de, pedofili, terapiyle tedavisi olmadığı için, böyle bir tedavi uygulanmaktadır. Cinsel istismara ve tecavüze bulaşmamış bir pedofil, rahatsız olduğunun farkındadır ve bu yüzden kendisinin bir suç işleyebileceğinden şüpheleniyorsa, testosteron seviyesini azaltıcı ilaçlar ister, bu uygulanır, birçok ülkede de uygulanmaktadır. Lakin, kişi bu sapkınlığını, çocukları tecavüz etmek için, onları istismar etmek için kullanamaz. Kişinin cinsel açlığını, yetişkin bir kadını taciz / tecavüz etmeye bahane olarak gösteremeyeceği gibi. İkincisi, pedofilinin tespiti kolay değildir. İşte tam bu noktada, maddenin ucu açık kalıyor. Çocukları istismar eden herkese pedofil diyemezsiniz.

Tecavüzle suçlananların yüzde altısı hüküm giyiyor
Şimdilik ilaçla hadım konusunu şöyle bırakalım. RAINN'in (Rape, Abuse and Incest National Network) websitesinde istatistiklere göz attım. En çok ilgimi çeken şu oldu: Tecavüze maruz kalan insanların sadece %40'ı polise başvuruyor. Bu başvurmaların sadece yarısında suçlu yakalanabiliyor; Yakalananların %80'i mahkemeye çıkıyor. Mahkemeye çıkanların %58'i suçlu bulunuyor ve suçlu bulunanların %69'u hapis cezasına çarptırılıyor. Yani tecavüze uğrayan her 10 kadından 4'ü şikayetçi olsa da, bu süzgeç sonucunda tecavüzcülerin sadece %6'sı hapse giriyor! (1) Yani geri kalan %94'ü, tecavüzle suçlanan her 16 kişiden 15'i toplumun içinde kalıyor. Ve bu, Amerika'daki istatistik. Ülkemizdeki kadınların içinde bulunduğu toplumsal baskıyı düşünürsek, durum daha da vahim. Tecavüz vakalarının cezalandırma oranı bu kadar düşükken, bu küçük dilime istediğiniz cezayı verin, caydırıcı olmaz. Sırf bu gerçekle bile; Hapse girmiş %6'lık dilime ne yapılacağının pek de önemi kalmıyor, asıl tartışılması gerekenler, neden her 10 kadından 6'sının polise gidemediği, ceza alanların neden yüzde altı ile sınırlı kaldığı, yani %94'ün nasıl açığa çıkabileceği, toplumdan nasıl elimine edilebileceği ve herşeyden önemlisi, bunun nasıl önlenebileceği.

Herşeyden önce, kadınlar ve çocuklar, kendilerini suçlu hissediyorlar. O kıyafeti giymeseydim, oraya gitmeseydim, alkol almasaydım, o kişiyle arkadaşlık etmeseydim gibi pekçok şekilde kendilerini suçluyorlar ve polise gitmeye, bir başkasına anlatmaya utanıyorlar. Burada aileden alınan eğitimin de, toplumun kadına ve tecavüze bakışının da büyük suçu var. Polislerin de mağdurun hassasiyetlerini iyi bilmeleri gerektiği, fiziksel muayenelerin, gereksiz soruların da kızların korkusunu ve çekincelerini artıracağı açık.

Sapık uzakta değil, tecavüz gece alemlerinde değil
Yanılgılardan biri de, tecavüze vakalarının, tacizlerin, evden uzakta, yabancılar tarafından gerçekleştirildiği. Aslında tecavüzcülerin çoğu en yakındaki kişiler, arkadaşlar, baba, kardeş, erkek arkadaş ve çoğu vaka, mağdurun kendi evinde gerçekleşiyor. Birkaç istatistik verelim:

- Cinsel istismar vakalarının %73'ü, mağdurun tanıdığı bir kişi tarafından yapılıyor. (2)
- Tecavüzcülerin %38'i arkadaşlardan, %7'si akrabalardan, %28'i en yakın arkadaştan oluşuyor. (2) Bu durum çocuklarda daha vahim; Çocuk istismarcılarının %35'i aile üyesi, sadece %7'si yabancı insanlar.
- Her 10 tecavüz vakasının 4'ü, mağdurun kendi evinde gerçekleşiyor. Her 10 vakadan 2'si ise, mağdurun arkadaşı veya akrabasının evinde vuku buluyor. (3)
-Tecavüzlerin %33'ü, sabah altı ve akşam altı arasında, %43'ü ise akşam altıdan geceyarısına kadar gerçekleşiyor. Gece yarısından sabah altıya kadar olan dilim ise, %24'lük oran ile en az olayın vuku bulduğu zaman dilimi olarak görünüyor. (3)

Caydırıcılık, rehabilite ve amputasyon
Yukarıda, söz konusu maddenin, caydırıcı bir cezadan çok, tedaviye yönelik bir çözüm arayışı olduğunu söyledim. Aslında bir cezanın hem caydırıcı, hem rehabilite edici olması idealdir. Bu bakımda öncelikle, böyle bir ceza olması durumunda, yani tecavüzcünün ilaçla hadım edilmesi halinde, bunun ne kadar caydırıcı bir şey olduğunu düşünelim.

Benim, böyle bir cezayı duyduğumda aklıma şu geldi: Testosteron seviyesinin önemli bir ölçüde az olması, kişinin cinsel isteksizliği, milyonlarca kişinin halihazırda yaşadığı bir sorun. Tecavüzcülerin de suni yollarla bu sorunu yaşamasını sağlamanız, fonksiyon bozuklukları olan pekçok masum insanı aşağılanmış hissettirmez mi? Daimi testosteron tedavisi gereksinimi olan bir erkek olduğunuzu düşünün; Tecavüzcüleri sizin konumunuza getirmek için uğraşıyorlar. Nasıl hissederdiniz?

Bir de garip bir anlayış var; İlaçlar sonrası kişi erkekliğini yitirecek, çocuk gibi olacak, hatta kadınsılaşacakmış. Bizzat kadınlar, "oh olsun" diyor. Erkeksi özelliklerini yitirmek, kadın olmaya yaklaşmak, aşağılayıcı bir durum mudur? Öyle olduğunu kabul eden bir toplumun zaten katetmesi gereken pekçok yol var demektir.

Başka bir cevaplanması gereken soru da; Cinsel isteği alınmış olarak toplum içine salınan bir insan, potansiyel suçlu olma konumundan çıkıyor mu? Halbuki, tecavüzcülerin yarısına yakını hapisten çıktıktan üç sene sonra tecavüzden değil, farklı bir suçtan yakalanıyorlar. (4) Bu da tecavüzcülerin, çıktıktan sonra seri tecavüzcü değil, seri katil olma eğiliminde olduklarını gösterir. Kaldı ki, tecavüzün altında, cinsel haz almaktan çok, kadınların, çocukların bedenleri üzerinde tahakküm kurmak isteği yatıyor. Bu yüzden tecavüz sadece fonksiyonel bir sorunu olmayan penisle yapılmaz; Yabancı cisimlerle, elle de yapılır. Hadım ederek engellenebilecek bir şey değildir tecavüz.

Rehabilite ve tedavi olayına gelince; Pedofili, mental bir rahatsızlıktır, cinsel tercih bozukluğudur ve suç değildir. Tedavisi de yoktur; Sadece, kişilerin, yetişkinlere ilgi duymasına yönelik profesyonel yardım verilebilir ve çocuklara karşı ilgi böylece azaltılmaya çalışılır. (5) Bu yüzden kişiler, bu sorundan kurtulmak için, ilaçla testosteron seviyelerinin azaltılması talebinde bulunabilirler. Yalnız, bunlar, bir çocuğu istismar edene kadardır; Çocuğa cinsel şiddet uygulandığında, o noktada bir suç işlenmiştir ve bu suça, pedofili bahane gösterilemez. Eğer bir tedavi gerekiyorsa, bunun icabına, suç işlenmeden, kimse mağdur olmadan bakılmalıdır. Cinsel tercih bozukluğu yüzünden çocuk istismarına sebebiyet vermiş bir insan, hadım edilse bile potansiyel bir suçlu olacaktır ve belki de bu korkuyla, tecavüz edilen kişilere yönelik tecavüzler artacaktır. Tecavüz işlemiş bir insanı hadım ederek toplum içine geri bırakmak sadece sorun getirir.

Rahatsızlık değil, erkek şiddeti
Tecavüz, taciz, cinsel istismar gibi şekillerle kendini gösteren cinsel şiddet, aslında erkek şiddetinin bir çeşidi. Cinsel istismar ve tecavüz mağdurlarının %15'i 12 yaşının altında ve yarısı 18 yaşının altında. (6) Bu durum erkeklerin hasta olmasıyla açıklanamaz. Pedofili hastalığı, çocuk istismarının dünyada bu kadar yaygın olduğu kadar sık görülen bir rahatsızlık değil. Tecavüzün başlıca nedeni de bir hastalık değil. Bir hastalık varsa, bu, tecavüzde kirlenen tarafın kadın, kirletenin erkek olduğu düşüncesini bilinçaltlarına aşılayan erkek egemen toplumun kendisi. Bu yüzden kadınlar ve çocuklar, utanması gereken taraf olmadıkları halde bunu gizlemek durumunda kalıyor, bunun yaralarını hayatı boyunca taşıyor. Dünya Sağlık Örgütü'nün 2002 raporuna göre, cinsel istismara maruz kalmış kişiler, böyle bir sorun yaşamamış olanlara oranla 3 kat daha fazla depresyona, 13 kat daha fazla alkol bağımlılığı riskine, 4 kat daha fazla intihara, 26 kat daha fazla uyuşturucu bağımlılığı riskine meyilli.

Aslında en çok da bu travmanın etkilerinin nasıl azaltılabileceği üzerine kafa yormak gerekiyor. Tecavüz edilen ve medyada geniş yer bulan 17 aylık bebek hakkında, "ölse daha iyiydi" diyen kadınlar tanıyorum. Kadınlarımız, yani çocukları yetiştiren insanlar bu kafada olursa, onların kızları nasıl kendilerini koruyabilir, tacize, istismara, tecavüze maruz kaldığında, kendi kişiliğinden, bedeninden, değerinden hiçbir şey kaybetmediğini nasıl anlayabilir? Polise nasıl gidebilir, babasını, abisini nasıl şikayet edebilir, ne giyinirse giyinsin, ne içerse içsin, hangi ortamda bulunursa bulunsun, "hayır" dediği halde, sadece ve sadece ona saldıranın, "hayır" sözüne saygı göstermeyenin suçlu olduğunu, kendisinin suçsuz olduğunu nasıl kavrayabilir? Ben, tecavüz vakalarında kadınların kısa eteğini sorgulayan, öldürülmüş bir insanın eşcinsel olduğundan şüphelenip cinayetin üstüne gitmeyen polisler tanıyorum. İmam nikahıyla 15 yaşındaki kızların 50'lik adamlarla evlendirilmesi de tecavüzdür. Tecavüzün cezası hadım oluyorsa, tecavüze uğrayan kızkardeşini öldüren adamın, cinayeti alışkanlık haline getirmiş katillerin cezası daha da şiddetli olmalıdır. Bu sorunlar da, kanunlarla çözülecek sorunlar değil. Çocukları, kadınları, yürütme ve yasama organlarını düzenleyenlerin ellerine teslim edemeyiz. Gorki'nin dediği gibi, sadece kanun değişiklikleriyle devrim yapamazsınız. Toplumsal kültürün de değişmesi gerekir. Diğer bir yandan, yetkililer, böyle acı uçuk maddeleri baskı altında tutma aracı olarak da kullanabilir. Otoriteyi elinde bulunduranlar, kişilerin aleyhlerinde deliller üretebilip, yanlış hükümler verebilir. Otorite el değiştiğinde suçsuzluğu seneler sonra kanıtlanan insanları biliyoruz. Lakin hadım gibi fiziksel bir cezanın dönüşü yok.

Bu yazımda fiziksel cezanın ilkelliğinden, tecavüzcülerin neyi hakedip neyi haketmediğinden falan söz etmedim. Sadece dediğim şu: Testosteron seviyesini azaltmak, tecavüzcüleri "kadınsılaştırmak" bir ceza değildir. Tecavüzün altında yatan sebep de hormonalden çok toplumsal ve psikolojiktir, dolayısıyla böyle bir "tedavi" de olamaz. Bildiğim tek şey, hormonları normal seviyedeyken taciz/tecavüz etmeye, yani cinsel şiddete başvurmuş birisi, hormonları azaltıldığında da bunu yapabilir. Birden fazla çocuğa yönelik cinsel şiddete başvurmuş birisinin hadım edilmesi gerektiğine inanana sorarım: Bu şiddete (Tecavüz, istismar, taciz) bir kez başvurmuş bir insanın ve potansiyel tehlikenin, o ikinci çocuğun yanında ne işi vardı? Aile içi cinsel şiddet gören bir kız, babasını hadım edip şartlı salacaklarını düşündüğünde, nasıl sesini çıkarabilir?


Referanslar:
(1) National Center for Policy Analysis. Crime and Punishment in America. 1999.
(2) U.S. Department of Justice. 2005 National Crime Victimization Study. 2005
(3) U.S. Department of Justice, Bureau of Statistics. 1997 Sex Offenses and Offenders Study. 1997
(4) 2002 Recidivism of Prisoners Released in 1994 Study. 2002
(5) M. C. Seto, Pedophilia and sexual offending against children: Theory, assessment, and intervention. Washington, DC: American Psychological Association, 2008.
(6) U.S. Department of Justice. 2004 National Crime Victimization Survey. 2004

Bütün İnsanlar Aldatır

Kötü bir genelleme gibi gelebilir. Kimse bunu sevgilisine, ebeveynlerine, kendisine yediremeyebilir. Belki de aldattığının (Aldatıldığının demiyorum) farkında bile değil çoğu insan. Bugün normalde üzerinde çok da durmadığım konular üzerinde biraz felsefi, biraz bilimsel, biraz psikolojik bir yolculuk yapmak istedim. Aşkın ne olduğu, bir kişiye hissettiklerimizin, diğer kişilerle olan duygusal ve fiziksel tepkimelerin üzerinde bir etkisi olup olmadığı, aldatmanın fiziksel birlikteliklerle sınırlanıp sınırlandırılamayacağı ve hatta partnerimizden başkalarıyla olan fiziksel temasın aldatma sayılamayacağı durumların varlığı konusunda okuyucularla biraz düşünelim istedim.

Aşk nedir?
Aşk aslında öyle "var mı/yok mu?" gibi bitmek bilmeyen bir tartışmaya konu olması gereken mistik, gizemli bir olgu değildir. Tüm canlıların evrim sürecinde, soy devamı için en uygun eşi seçmek için oluşturduğu mekanizmaların en komplikelerinden birine sahip gelişmiş insan beyninin tarih içinde şekillendirdiği bir olgudur ve aslında, birtakım kimyasal tepkimelerden ötesi değildir. Yine evrimsel süreçte, onu koruyan bir partneri olan kadınlar, daha çok çocuk yetiştirdiği ve biz bu bağı kurmuş insanların torunları olduğumuz için, kadınlarımız sahiplenilme, erkekler de sahiplenme dürtüsüne sahip. Dolayısıyla, genleri aşka, yani bu kimyasal tepkimelere daha az izin veren insanların, vahşi yaşamda soylarını devam ettirme şansı daha azdı ve doğal seleksiyona maruz kaldılar. Böylelikle aile kurumları, efsane aşklar ve bunların gerekli olduğu hissi, insan ortak miras bilinci olarak, farklı kültürlerin şekillendirmesiyle bir şekilde yer aldı.

Bahsettiğim kimyasallar, oksitosin, NGH, serotonin, vasopressin, noradrenalin, dopamin, testosteron ve östrojen. Örneğin oksitosin hormonu (Ki bu hormon aynı zamanda annenin bebeğine olan sevgisinin de nedenlerinden), çiftlerin birbirlerine duydukları özel tutkuda önemli rol oynuyor azalmasıyla, o başta duyulan tutku da azalıyor (1). Nerve growth factor (NGH) isimli protein molekül seviyesi de birlikteliklerin ilk dönemlerinde artıyor ve sonra normal değerlerine iniyor (2). Serotonin hormonu da obsesif-kompulsif bozukluğuna benzer etki yapıyor ve sadece o insanı düşünüyoruz (3). O yüzden aşk ve saplantıyı birbirinden ayırmak pek mümkün olmuyor (İşler yolunda ise, aşk veya saplantı bozukluğu arasındaki farkı kimse sorgulamaz, "sevgilisini deli gibi seviyor" der). Ayrıca testosteron seviyesi (İki cins için de) de önemlidir.

Pekçok hormonun, vücuttaki kimyasalın dalgalanmasına neden olan şey sadece cinsel etkileşim veya fiziksel beğeniden ibaret değil. İçgüdü ve duyuların merkezi olan limbik sistemin de bunda büyük rolü var. Thomas Lewis, Fari Amini ve Richard Lannon'ın A General Theory of Love kitabında işledikleri "limbik yankı", "limbik regülasyon" ve "limbik revizyon" olguları var.

Limbik yankı, memelilerin, çevresiyle, kelimeler olmaksızın empati kurma yeteneğini tarif ediyor. Memeliler, bu sayede birbirleriyle empatik uyum içine giriyorlar ve birbirlerinin iç dünyalarını algılayıp, birbirlerine uyum sağlayabiliyorlar. Beynimiz, empatik harmoni içerisinde olan bireylerden etkileniyor ve bu kişilerle iletişim kurma eğiliminde oluyoruz.

Limbik regülasyon aracılığıyla ise beynimiz, duygusal ve fiziksel olarak en sağlıklı bulduğu, güçlü bireyleri seçiyor. Limbik revizyon ise bu iki olguyu düzenliyor. Bunlar hep farkına varmadan gerçekleşen süreçler ve hayvanlarda da gözlemleniyor. İki insanı yakınlaştıran ve insana özgü sandığımız sebep, aslında beynimizdeki içgüdü merkezinden geliyor.

Yani aşk denen şey, kimi zaman birbirini beğeniden, kimi zaman iki insanın iç dünyalarındaki harmonilerden ve sağlıklı eş bulma dürtüsünden kaynaklanan birtakım kimyasal tepkimelerdir. Bu, aklımızda bulunsun.


Sevgi türleri
Psikolog Robert Sternberg'in geliştirdiği "sevginin üçgen teorisi" isimli bir teori vardır. Buna göre insan ilişkileri üç bileşenden oluşur: İlgi, tutku ve bağlılık. Bunların hiçbirini, birini, ikisini veya tamamını bir insana karşı besleyebilirsiniz ve buna bağlı olarak sevginizin çeşidi farklılaşır.

Eğer bunlardan hiçbirini hissetmiyorsanız, ortada sevgi yoktur. İlgi, tutku ve bağlılık (commitment) olgularının sadece birisinin bulunduğu ilişkilere bakarsak:

Sadece "ilgi", yani bir insanı önemseme varsa, bunun adı arkadaş sevgisidir. Ortada, karşıdaki insanı önemseme ve ona bağlılık (Yani resmi bir birliktelik) yok, sadece tutku varsa, bunun adı Dorothy Terrov'un uydurduğu, Türkçe'de karşılığı olmayan limerence halidir; özellikle yeni tanışılan, elde etme dışında önemseyecek kadar bağımızın bulunmadığı ve birlikte olmadığımız insanlara duyulan salt tutkudur ve adım atılmazsa geçici olmaya meyillidir. Karşınızdakine ilgi veya tutku beslemiyorsanız, ortada sadece kültürel nedenler, ekonomik nedenler, veya sadece evlenmek için razı olunmuş evlilik, ilişki, sözleşme, yani bağımlılık varsa, bunun adı boş sevgidir. Görücü usulü evliliklerde görülür, fakat bu boş sevgi, daha sonra tutku ve ilgi artmasıyla diğer sevgi türlerine dönüşebilir. Veya tam tersi, birbirlerine ilgi ve tutkusunu yitirmiş çiftlerde de görülen bir sevgi çeşididir bu.

Bu olgulardan ikisinin bulunduğu ilişkilere gelecek olursak: Kişiyi önemsiyorsak ve bir tutku da hissediyorsak, bu romantik sevgi anlamına gelir. Cinsel tutku ve karşılıklı önemseme vardır fakat ortada bir bağlılık, resmiyet söz konusu olmadığı için geçici olma ihtimali yüksektir. Bir de yanıltıcı sevgi vardır ki bu durumda bireyler, partnerlerine sevgililik, nişanlılık, evlilik gibi bir bağ ile bağlıdırlar, onlara cinsel tutkuları vardır fakat ortada ilgi, önemseme yoktur. Bunu, eşine şiddet uygulayan fakat onu kimseyle paylaşamayan, ayrılmak istemeyen bir adamla, veya aşık olduğunu söylediği bir adamın yakınlarını, kariyerini kaybetmesine aldırmayıp elde etmeye çalışan bir kadınla örneklendirebiliriz. Bu sevgi türü, yanıltıcı ve zararlıdır. Ayrıca, sadece ilgi ve bağlılığın olduğu, yoldaş sevgisi (Companionate love) denen bir sevgi türü de vardır ki, kişiler birbirini önemser, saygı duyar ama cinsel tutku yoktur. Uzun süreli evli çiftlerde görülen bir durumdur.

Son olarak, hem ilgi, hem tutku, hem de bağlılık var ise, buna eksiksiz sevgi denir. Böyle çiftler birbirine bağlı, birbirlerine karşı cinsel istekleri yüksek ve birbirlerini önemserler. Sternberg'e göre, herkesin aradığı sevgi çeşidi budur.

İki kişiyi sevmek veya aşık olmak mümkün mü?
Sternberg'in teorisine biraz kafa yoracak olursak; Partnerinize/sevgilinize/eşinize büyük bir sevgiyle/aşkla bağlı olan bir kişi, başka birisine cinsel istek duyabilir mi? Yani başkasına "tutku" bileşeni mümkün mü? Bunun mümkün olmadığını söyleyen olmaz sanırım. Peki aynı zamanda başkalarını önemseyebilir, ilgi gösterebilir mi? Bu da gayet mümkün, çünkü düşüncelerini, duygularını umursadığımız tek insan, eşimiz veya sevgilimiz değil. Bunların birleşimi yine bu insanda, hem cinsel istek duyduğu, hem de önemsediği insana karşı bağlı olma isteği getirebilir mi? Getiremeyeceğini söyleyemezsiniz. Yani eşine "eksiksiz sevgi" ile bağlı olan bir birey, aynı anda bir başkasına da "eksiksiz sevgi" duyabilir.

Yine kimyasal tepkimeler açısından baktığımızda, insan birden fazla kişiye karşı hormonsal yoğunlaşmalar yaşayabilir, hatta birden fazla kişiye saplantı oluşabilir. Fakat ortaya toplumsal sorunlar ortaya çıkıyor. Örneğin, hiçkimse toplumuzda partnerine, bir başkasına da aynı ilgiyi göstermek istediğini söyleyemez. "Bir gönüle iki insan sığmaz" sözüyle büyümüş çoğu insan, içinden gelen reaksiyonları, tepkimeleri, kimi zaman, kendine dahi itiraf edemeden bastırır. Özellikle ataerkil toplumlarda bu, kadınlarda daha sık görünür.

Lakin bizim bilmediğimiz başka yaşam formları da var. Örneğin bazı toplumlarda (Bororoslar, Nivhler, Masailer gibi), bir kadın, birkaç erkekle evlenebiliyor. Böyle toplumlarda, kadının birden çok erkeği sevebileceğine inanılır. Yine bazı kabilelerde, evli kadınların, aşık olduğu erkeklere gidip yaşama hakkı vardır. Kadın istediğinde yine eski evine döner, eski yerini alır ve kocasını yeterince sevmediği hususunda suçlanmaz. Bunlar "idealdir", doğrudur, yanlıştır demiyorum; Lakin toplumların izin verdiği, aile kurumunun ve farklı yaşam formlarının olduğu toplumlarda çiftler birden çok insana aynı anda bağlı kalabilir, aşırı tutkulu beraberlikleri olabilir, hepsini önemseyebilir.

Tekeşliliğin kabul gördüğü toplumlarda da insanlar sevdiği, aşık olduğu insanlarla evli olsa dahi, başkalarına karşı duygusal yakınlık hissedebilir, onlara karşı cinsel istekte bulunabilir ve aşkın tanımını yaparken söylediğim gibi bu, kimyasal tepkimeler, beynin ilkel bir kısımdan gelen istemsiz iletişim sonucu hissedilen duygular olduğu için, kişiler bu yüzden suçlanamaz. "Evli kadın nasıl aşık olabilir?" gibi bir soru ve suçlama tamamen akıl ve mantık dışıdır. Burada sorgulanması gereken; Bir insanın, kişinin, halihazırdaki birlikteliğinde, partneriyle/eşiyle yapmış olduğu anlaşmanın sınırlarına çıkıp çıkmadığıdır. İşte bu sınırın dışına habersiz çıktığınızda, aldatmış olursunuz.

Aldatma - İhanet
Önceki yazımda belirtmiştim. "Open relationship" diye bir kavram vardır. Kişiler evlidir, veya ciddi bir ilişki yaşarlar, çocuk yaparlar, fakat, başkalarıyla yakınlaşmaları, aşık olmaları, yaşadıkları geçici birlikteliklere onay verirler. Saçma gelebilir, yanlış da diyebilirsiniz, ama yüzlerce çift bu yolu seçmiş durumda. Burada aldatma veya ihanet gibi bir durum söz konusu değildir. Yine çokeşliliğin normal karşılandığı bir toplumda, birden çok insanla evlenmek ihanet değildir. Aslında ihanet, en basit anlamda, sözleşmenin dışına çıkmaktır. Bu bağlamda, bir "open relationship" durumunda, başkasıyla cinsel birlikteliğiniz ihanet değilken, eşinizin, aklınızda kimse olmadığına inandığı ve o sözü aldığı bir durumda, başka bir insan hakkında cinsel fanteziler kurmak da bir ihanettir. Fakat kişi, kendinden başka kimsenin bilmediği bu durum hakkında, partnerini de üzmeyeceğini bildiği için, suçluluk duymaz. Yani birçok kişi eşiyle birlikte olurken başkalarını hayal eder ve bunun bir ihanet olduğunu düşünmez. Çünkü doğamız gereği maddeciyiz; Birtakım imajlar ve fiziksel kurallar çiğnenmediği müddetçe, herhangi birini eşimizin rahatsız olacağı durumlarda düşünmeyi ihanet görmüyoruz. Halbuki hayal kurmakla eylemi gerçekleştirmek arasında, beyin ayrım yapamıyor, yani bir hayalin ve bir eylemin beynimizdeki etkisi aynı olabiliyor.

İkincisi, yukarıda bahsettiğim gibi, kontrol dışı olduğu için, duygusal etkileşimlerden dolayı insan suçlanamaz. Lakin eşler genelde bir hata yapıyor ve birbirlerinden, kimseden etkilenmemelerini bekliyor. İşte bu sözleşmeyi yaptığınızda, etkileneceğiniz biri muhakkak çıkar ve onu bozmuş olursunuz. Bastırsanız dahi, o sınırın dışına çıkmışsınızdır. Yazımın başında bahsettiğim "bilmeden aldatmak" işte budur.

Çözüm mü? Aslında çok basit. İnsanın kendini bilmesi, ve partnerine söz verirken "senle birlikte olduğum müddetçe başkasına yan gözle bile bakmayacağım" gibi gerçek dışı bir vaat yerine, "başkasına bir şey hissetsem dahi senin değerini bilip, seninle birlikte olduğum müddetçe sadık kalacağım" demesi daha uygundur. Diğer türlü, sevgilimizi, eşimizi melekleştiriyor, onları insanlıktan çıkarıp başka bir kalıba sokmaya çalışıyoruz.

Yani partnerinize aksini söz vermişseniz, başkaları hakkında fanteziler üretmek (Hiç gerçekten yapmasanız dahi), başka biriyle duygusal bağ kurmak da ihanettir. Tıpkı söz verdiğiniz halde partnerinizin istemediği arkadaşlarınızla görüştüğünüz gibi. Şunu diyebilirsiniz: "Onun, arkadaşlarıma karışma hakkı yok." Doğrudur, fakat sevgilinize, onun bu hakkının olmadığına dair bir hatırlatma yapmak yerine, söz verdiğiniz şeyin aksini yapıyorsanız, bu da bir ihanettir. Aynı şekilde, partnerinize "benim başkasını beğenmem, içimin kıpırdaması elimde olan bir şey değil, ama tercihim sen olarak kalacaksın" diyebiliyorsanız ve aklınızdan geçenleri eşiniz kabul etmişse ne ala. Lakin diyemiyor ve bunu yapıyorsanız ki yapmayan insan tanımıyorum, bu da bir ihanettir. Toplumsal normlar değişmediği, çiftlerin partnerlerini bir robot olarak değil, bir insan olarak görmeye başlamadığı sürece, insanların hepsi, tamamen suçsuz oldukları duyguları aracılığıyla, "ihanete" devam edecek, ki fiziksel olsun duygusal olsun, bundan zarar gören yine kadınlar olacak (Erkeklerin bunu fiziksel aldatmaya daha sık taşımalarının bir nedeni de bu toplumsal normlar). E tabi, pembe yalan, siyah yalan gibi, buna pembe aldatma diyebilirsiniz belki, o kadarını bilemem.

(1) http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/19482229
(2) http://www.biopsychiatry.com/lovengf.htm
(3) http://www.springerlink.com/content/c250hw4hvg4j7737/

5 Şubat 2011 Cumartesi

Su Testisi

Hıncal Uluç'un Bu nasıl mahalle baskısıdır?.. yazısını okudum. Karşı çıkanların argümanlarını da. Hiç o "ölünün arkasından konuşmak geleneğimizde yoktur." geyiğine girmek istemiyorum. Ölü olan insana böyle ahlaki bir saldırı kolaydır, çünkü ölüler kendilerini savunamazlar. Bu, asılsız iddialarda bulunmanın önündeki tek problemdir bana göre, lakin buna değinmeyi düşünmüyorum.

Tarihi kahramanlarının istismar ettiği kölelik sisteminin ayıplarını örtmek için kralcı tarihçiler, köle yerine hizmetçi sözcüğü kullanırlar. Zenginler de son zamanlarda ayıplarını örtmek için, hizmetçilerinden "yardımcım" diye söz ediyorlar (Ki hizmetçilik, hizmetçinin utanması gereken bir meslek değildir, yanlış anlaşılmasın. Aksine emek gerektiren her iş gibi hizmetçilik de onurlu bir meslektir - "Yardımcı" ifadesi, biraz kadın demeye utanıp bayan demek gibi bir trend olmuş durumda). Hıncal Uluç da, olaydan "yardımcısı" Fatoş sayesinde Defne'nin ölümünden haberdar olduğunu belirterek yazıya başlamış.

Aslında Uluç, Defne'nin ahlakına müdahale etmemiş, kendi ahlakını, yer yer bilgi düzeyini, yer yer algı kabiliyetini okuyucunun önüne sermiş. Belki reklamını yapmış, bunda da başarılı olmuş. Forumlarda, sözlüklerde troller olur, Uluç da köşe yazarlarının trollü mü, anlamıyorum ki. Neyse, şimdi yazı üzerindeki düşüncelerime gelelim.

Öncelikle Uluç, evli bir kadın olan Defne'nin bekar bir erkeğin, "kanında tonla alkolle" evine gitmesini uygun bulmamış. O "bekar erkeğin" evinde ne olduğu bilinmiyor, bu bir.

Sonrasında Uluç, Defne'nin eşinin yerinde olmayı istemediğini belirtmiş ve onu ihanete uğrayan "yaşayan ölü" diye nitelendirmiş. Bu, ataerkil kültürün etkisinde olan toplumlarda üzeri örtülen bir gerçektir lakin, pekçok evlilikte, İngilizce'de "open relationship" diye bir kavram vardır ki, çiftler evli olmalarına rağmen, eşlerinin başkalarıyla olan cinsel birlikteliklerinden haberdardır ve bu onların evliliğini, uzun süreli birlikteliklerini, çocuk sahibi olmalarını etkilemez. Yani ortada bir aldatma ve ihanet yoktur. Bu, genel geçer normlara uygun olmayabilir, fakat çiftlerin kendi kararıdır. "Yaşayan ölü" denilen eşi ölmüş insanın böyle bir duruma onay verip vermediği bilinmiyor, bu iki.

Defne'nin eşiyle nasıl bir ilişkide olduğu, kendisinin psikolojik ve duygusal durumu bilinmiyor ve bilmediğini Uluç da söylüyor, bu üç.

Tek partnerli cinsel hayat, çoğunlukta iki insanın birlikte olduğu zaman önkoşul olarak kabul ettiği bir olgu olsa bile, üstü örtülse de pekçok çiftin böyle bir koşulu yoktur ve bu önkoşulu karşılıklı olarak reddetmiş çiftler, birbirlerine haber vermeksizin de başkalarıyla birlikte olurlar, bu da "ihanet" değildir.Yani böyle bir durumda, o bekar erkeğin evinde Uluç'un lanetlediği şeyler yaşansa bile buna ihanet diyemezsiniz, bu dört.

Evet, söylediğim şeyler Türkiye'nin genel ahlak yapısına aykırı olabilir, fakat bu, sadece çiftleri ilgilendiren özel hayatlarına ilişkin durumlardır ve çiftlerin çocuklarını, yakınlarını, ebeveynlerini dahi ilgilendirmediği gibi, köşe yazarlarını, beyni pislik dolu olmasına rağmen kamuya seslenme olanağı bulan yazar müsvettelerini, Playboy'larda, mankenlerle, televolecilerin kameraları karşısında kucak kucağa poz veren Uluç'ları, magazincileri hiç ilgilendirmez. Bu tür "olgu"lar (Olaylar değil), kişisel olayları gündeme getirmeksizin, sadece kültürleri, felsefeleri, aile kurumunu, kişisel özgürlükleri, ilişki sorumluluğunu sorgulamak üzerine tartışılabilecek ve hali hazırda konunun uzmanları, sosyologlar tarafından tartışılan konulardır, bu beş.

Uluç, İngilizce kelimeler kullanmak suretiyle anlam veremediğim tanımlamalara girerken motamot çeviriler ve gereksiz eklemeler yaparak İngilizce bilgisizliğini kanıtlamış. Uluç'un "Making love" dediği şey "make love"dır, orada "-ing" eki gelmez ve anlamı Uluç'un söylediği gibi aşk yapmak değil, sevişmektir ve içinde aşk barındırır, masumdur, Uluç'un yaptığı gibi çirkinleştirilerek, "tanıştığı gece yatağa gidenler" için kullanılamaz. Onun için daha uygun terimler "one night stand"dir, "casual sex"tir, "hook up"tır, make love değil, bu altı.

Uluç, medyanın, Defne'nin eşinin üzüntüsünden hiç bahsetmediğini okuyucuya şikayet ediyor. Aldatılan, "yaşayan ölü". Diyelim ki bu böyle. Yaşananların yargıçlığı medyaya düşmediği gibi, aldatılanın üzüntüsünün analizi de köşe yazarlarına düşmez, bu yedi.

Uluç, "bekar erkek" dediği ve kuzeni olduğunu belirttiği Kerem Altan'ı "evine gidilen bekar erkek" olarak tanımlarken, kuzeninin, evine yeni tanıştığı evli kadın aldığı gerçeğine değinirken ondan "kerata" diye bahsediyor, bu sekiz (Acaba yukarıda dediğim gibi, kendisi playboylarda boy gösteren, torunu yaşındaki mankenlerle boy boy pozlar veren ve hatta tanınmamış amatör mankenleri yatağından geçirerek ünlü olmalarını sağlayan, kızları böyle sömüren Uluç, kefaşe yakıştırmasını Defne'ye yaparken, kuzenininkini sıradan bir çapkınlık olarak mı görüyor?).

Uluç, Defne'nin o gece bebeğini ihmal ettiğini söylüyor. Bunu nereden biliyor? Defne'nin, Uluç'un Fatoş'u gibi bir "yardımcısı" olamaz mı? Veya çocuğa bir gece babası bakamaz mı? Çocuğun altını babasının açmasını ayıp olarak gören ilkel ataerkil kültüre bu kadar mı bağlıdır Uluç? Kendisinin yazısının her yerinden maşizm akıyor, bu dokuz.

Yukarıda bir olgudan bahsettim; Kimi evli çiftlerin, başkalarıyla birlikteliklerine karşılıklı olarak onay verdiği. Bunun sadece erkek taraflı olan, yani genelde ekonomik nedenlerle, kocasının başka kadınlarla kısa ya da uzun süreli birlikteliklerine, hatta kuma getirmesine ses çıkar(a)mayan binlerce kadın var ülkemizde. Uluç bu konu hakkında neden hiç ses çıkarmıyor? Bu da on olsun.

Son olarak, Uluç, "su testisi su yolunda kırıldı" diyerek bitirmiş. Evet Uluç, yıllar önce kendi testini kırmışsın. Ama için su değil, bok çıkmış. Sıçmışsın. Yıllardır ayan beyan ortalıktaki bu pisliği de arada bir silerken, ne yazık ki, sıvıyorsun.

Şaşırmış Medya

Facebook'ta birkaç arkadaşımın paylaştığını Yılmaz Özdil'in, Be mübarek adlı ucube yazısını okurken, "bu adam gerizekalı mı?" diye düşündüm. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan'a giydireceğim diye, asker kökenli Mübarek'in, halkın burnundan getiren, kapitalist, yer yer ırkçı, eli kanlı, İsrail ve Amerika ile yer yer çatışma içinde gibi görünen ama aslında tamamen işbirlikçi, burjuvayı sırtına almış, muhalif yazarına, politikacısına baskıcı, yarı militarist-yarı parlamenter diktatörlüğünü övmüştü. Sonra durdum. "Ne bekliyorsun ki?" diye sordum kendime. Bu adam, asker kökenli liderlerimizin, halkın burnundan getiren, kapitalist, köküne kadar ırkçı, eli kanlı, İngiliz ve Amerika ile yer yer çatışma içinde görünen ama aslında tamamen işbirlikçi, burjuva sınıfını sırtlamış, muhalif yazarına, politikacısına baskıcı, militarist tek parti sistemini de övmüyor mu? Başka nasıl bir zırdelilik beklenirdi ki?

Ki övdüğü militarist tek adam diktatörlüğü, Mısır'ın Mübarek rejiminden de zalimdir. Bilmeyenler için belirteyim, Mısır'da Suriye'deki Esat rejimi, Irak'taki Saddam rejimi gibi salt militarist ve tek adam diktatörlüğü yok. Batıdaki gibi "serbest" seçime dayalı olmasa da, bir parlamenter yönetim var ve Mübarek'in temsil ettiği kesim, batılıların Ortadoğu'daki en sağlam müttefiklerinden olan Mısır burjuvazisidir. Batının da korkusu bu rejimin değişmesi. O yüzdendir ki Amerika önce Mübarek tarafını açıkça tutarken, birkaç gün içinde Mübarek'i alelacele bertaraf edip yine bu sınıfın hakim olduğu rejimin sürdürülmesi çözümünü savundu, ne yapacaklarını bilemez hale geldiler.

Bu yüzdendir ki, bu ayaklanma, iki üç günde oluşmuş bir olgu değil, uzun süredir farklı yerlerdeki ayaklanmalarla kendini belli eden, sosyal bir patlamadır ve burjuva sınıfın bu yarı militarist-yarı parlamenter diktatörlüğüne karşıdır. Bu noktada Yılmaz Özdil'e güldüğüm kadar, Türkiye medyasına da gülüyorum. Türkiye, Mısır'dan 60 sene öndeymiş de, Mısır, Türkiye ve AKP modelini kendisine rol edinmiş. Sanırım bu yalana Özdil de inanmış olacak, ayaklananlara, yani Mısır'ın "AKP'li kesim versiyonuna" karşı Mübarek'i savunuyor. Aksine, Türkiye'nin ve AKP'nin alınacak bir modeli yok ki! Türkiye, 50'ye kadar salt militarist tek parti diktatörlüğüyle, 50'den beri yarı militarist-yarı parlamenter diktatörlükle yönetilmekte olan bir ülke. Son 30 yılda 17 seçim yapıldığı, sadece 2 iktidarın seçimle gelip, seçimle gittiği bir ülkede yaşıyoruz. 4-5 yılda bir yapılan, rejimi sorgulamış her partinin kapatıldığı, milletvekillerinin hapse atıldığı, rejimi sorgulayan yazarların öldürüldüğü, yüzlerce insanın faili meçhul cinayete kurban gittiği bir ülke burası. Tek parti diktatörlüğünün ilkelerine sadık kalabilen, yani birbirine zıt görünse de tek partinin kolları konumundaki burjuva partilerinin ayakta kalabildiği, yer yer iktidarla işadamları çatışıyor izlenimi verilse de TÜSİAD'ın sırtını sıvazlamadan iktidara gelmenin mümkün olmadığı bir ülke burası. Ekonomik, parlamenter ve militarist bir diktatörlük. Yani Mısır halkının şu anda tam da karşısında durduğu rejim, neyin Türkiye modeli Allah aşkına? Yani basınımızın söylediği gibi Müslüman Kardeşler geri planda durmuyor, kendileri de burjuva muhalefeti olduğu ve halk da burjuvaziye karşı ayaklanmış olduğu için, ön plana çıkamıyor, bunu çarpıtmanın ne alemi, ne de yeri. Buna karşı Mübarek de her diktatörün yaptığı gibi "ben gidersem X olur" diyerek başka bir ifadeyle "ben Mısır'ın kendisiyim" diyor. Her diktatörün tutunabildiği yere kadar savunduğu gibi. Bunun örnekleri ülkemizde de bolca görülebilir.

Medyanın ikinci yanılgısı, halkın ordu hayranı olduğu yönünde. Ordu, nötr bir pozisyon almış durumda çünkü ortada sosyal bir patlama var ve kanlı çatışmaya girmenin onlar açısından zarardan başka getirisi olmaz. Mübarek düzeninin sürmeyeceği açık ve onun tarafını almayarak, yeni oluşturulacak rejimdeki yerlerini sağlamlaştırmak gayet akıllı bir tutum. Halk da zaten kendilerine saldırılmadığı sürece er kesiminin kendi çocuklarından oluştuğu kesimle neden çatışsın? Burada karşılıklı bir akıllı duruş var. Dediğim gibi, aynı ülkemizde olduğu şekilde, Mısır'da da salt askeri dikta yok ve askerle çatışmaya girmeyen halk, onları ordu sever yapmaz.

Yılmaz Özdil'in yazısına dönecek olursak; Biber gazı, polis falan demiş ve aklı sıra, AKP hükümetinin emri altındaki emniyet güçlerinin vahşetine işaret ederken, Mübarek'i aklıyor. Kendisi, Mübarek'in emniyet güçlerinin halk üstüne zırhlı araçları sürdüğünü görmezden mi geliyor? Ortada müthiş bir sosyal patlama var ve bu patlamanın kıvılcımları bugüne kadar bastırılmaya çalışıldı, internet tümden yasaklandı, olmadı. Dünyanın dört bir yanından Mısır'a giden gazeteciler öldürülüyor, tutuklanıyor, olmuyor.

Kaldı ki, polis şiddetinin AKP hükümetine özgü olduğunu savunmak da ya zırdelilik, ya cahillik, ya körlüktür. Devlet, rejimini korumak için emniyet güçlerini en vahşi şekilde kullanır. Bu, en demokratik ülkeler olarak gösterilen Avrupa ülkelerinde, demokrasiyi icat eden Yunanistan'da da oluyor. Amerika'da bu konuda yaşanmış zulümleri, son yıllarda polis şiddetine karşı düzenlenmiş kampanyaları, çekilmiş kısa filmleri, yazılmış şarkıları inceleyin. Kaldı ki, ülkemizde de, devletin politikalarına ve yasaklarına karşı şu veya bu şekilde başkaldırmış gruplar, devletin polisi tarafından en azılı şekilde bastırılmıştır. Yılmaz Özdil, benim de son derece karşı olduğum, hatta bir kızın bebeğini düşürmesiyle sonuçlanan son polis olaylarına istediği kadar gönderme yapsın, haklıdır. Lakin medyanın kurşuna dizdiği, en modern(!) kemalistinden en azılı ülkücüsüne "bu orospuyu tecavüz etmek farz" dediği, hani şu "Atatürk'ü sevmiyorum" diyen Nuray Canan Bezirgan'ı hatırlıyor musunuz? O da başörtülü olduğu için okuldan atılmıştı, polisler kendisini yerden yere sürüklemiş, coplamıştı, başörtüsü yüzünden 6 ay hapiste yatmıştı, polislerin copuyla çocuğunu düşürmüştü. Kanada'ya sığındığında fotoğrafları, videoları ve mahkeme kararlarını gören Kanada'lı yetkililer, şaşırmış ve uzun sürmesi beklenen sığınma talebi görüşmelerinin aksine, 2.5 saatlik bir öngörüşme sonrası, kendisini hemen ülkeye kabul etmişlerdi. Buna ne diyor Özdil? Kemalist parti baştayken polis şiddeti gerekli, sevmediği parti iktidardayken uygulanan polis şiddeti ise ilkel mi oluyor?

Ayrıca Özdil, Erdoğan'ın 8 senede padişah olduğundan bahsetmiş. Tam da üstüne basmış, şu an ülkemizde hakim olan rejim, padişahın "başbakan" adı altında saltanat yerine seçimle ya da darbeyle başa geldiği, yüzler değişse de "değişmesi teklif dahi edilemez" maddeler içeren askeri anayasayla herşeyin aynı kaldığı ve göstermelik bir parlamentonun olduğu monarşiden başka bir şey değildir. İşte tam da buna karşı çıkanlar ve rejimi sorgulayanlar, "cumhuriyet düşmanı" ilan ediliyor.

Bugün Mısır'da ne Müslüman Kardeşler, ne bir başka oluşum başı çekemiyor. Bunun nedeni de şu son üç paragrafta açıkladığım gerçeğin Mısır halkı tarafından farkedilmiş olması. O yüzden halk hiçbir iktidara sıcak bakmıyor, ve bunun eğitimle falan da alakası yok, yıllarca zulüm görmenin oluşturduğu içgüdüsel bir patlamayla bir burjuva diktatörünü gönderip yerine yenisini getirmek istemiyorlar. Onun için hiçbir partiyi de el üstünde tutmuyorlar. Hıristiyanlar, başörtülüler, erkek arkadaşının omzunda slogan atan pantolonlu kızlar aynı meydanda. Elinde üzerinde "tehlikenin farkında mısınız?" sloganının sağdan sola arap harflerine benzer şekilde yazıldığı pankartla hem ülkedeki araplara karşı ırkçılığını hem de müslümanlara karşı islamofobisini sergilemekte beis görmeyen muhalefetimiz de, AKP'yi devirmek için orduyla işbirliğine girişen muhalefetimiz de, ordu bürokrasisini kırmak için AKP'nin yalakası olmayı savunan muhalefetimiz de bundan ders çıkarmalı.

Türkiye'nin model alınacak ne partisi, ne rejimi var. Ama devrimden bahseden vatandaşlarımız Mısır halkını model alabilir.