27 Ekim 2010 Çarşamba

Cehennem Konsepti

İbrani dinlere inanmamamın başında ilk olarak, bu dinlerdeki yaratıcı betimlemelerinin kainatın içinde olduğu duruma uymaması geliyor. Bu dinlere karşı ikinci problemim ise, muhtemelen cehennem konsepti. Cehennem, benim açımdan, tanrı adına işlenmiş ve işlenen cinayet ve kırımlardan çok daha aşağılık. Kesinlikle cehennem, olabilecek en zalim toplama kampı - Nazi toplama kampları bile dinlerin tarif ettiği kadarıyla, cehennemin yanında cennet kalıyor. Kuran'ın "Susuzluktan feryat edildiğinde yüzlere erimiş metal gibi bir sıvının akıtılacağı" (Kehf Suresi, 29) yer diye nitelendirdiği, İncil'e göre bir ateş gölü olan bir mekanın İbrani dinlerdeki yerini ve cehennemin bu dinlerdeki en kötü koşul olduğunu inkar edemeyiz. Bunun ışığında, İbrani dinlerin tanrısının tapınmaya layık olmadığını dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım.

Gayet insansal bir soru sormak istiyorum: Hepimiz, Müslüman da olsak, Hıristiyan da, ateist de, eğer bir tanrı varsa, onun düşündüğümüz herşeyin üzerinde olacağı konusunda hemfikir miyiz? Hissettiğimiz her ne duygu varsa, (İslam'a göre onun 99 sıfatının tecellisinden dolayı da olsa, Hıristiyanlığa göre, tanrının kendi imajında yaratılmamızdan dolayı da olsa), tanrının tüm bu duyguları bizden çok daha fazlasıyla hissetmesi, hatta tanrının sezisinin sınırsız olması gerekmez mi? Yaratılmış her şeyin yaratıcısının tanrı olduğunu düşünürsek, bunun böyle olduğunu güvenle söyleyebileceğimizi düşünüyorum. Yaratıcının sıfatlarının yaratılana tecellesini düşünürsek, bir annenin çocuğuna olan merhameti, yaratıcının rahmetinin tecellisi olmalı. İşte sorgulayacağım ilk nokta bu olacak; Şahsen ben annemin, ona şu an kalkıp yapabileceğim en büyük zararı versem dahi, yine de benim iyiliğimi isteyeceğinden, beni incitmeyeceğinden eminim. Neden? Çünkü ben onun eseriyim. Onu sakatlasam da, ona hakaret de etsem, onun beni yine de seveceğini, içgüdüleri gereği beni korumak için can atacağını güvenle söyleyebilirim. Pek çoğunuzun ebeveynlerinin, hatta hayvanların dahi bu şekilde davranacağını biliyorum. Şimdi şu soruyu soruyorum, tanrı bizi "iman eksikliği" gibi önemsiz bir şey için cehennem cezasına mahkum ediyor. Eğer tanrının, dini literatürde "mahluk" olan bir anne kadar bile merhameti olsa, cehennem var olur muydu? Gerçekten merhametli olan, hatta "Merhametlilerin en merhametlisi" olduğunu söyleyen bir varlığın, kendi eserini ebedi işkenceye mahkum etmesi düşünülebilir mi?

Ama İddia Edeceksiniz ki, "Tanrı Adildir"
Tanrının adil olduğu, sırf adil ve merhametli diye her yarattığını cennete sokmayacağı gibi bir bahane var. Buna karşın soruyorum; Bir ebeveynin adalet arzusunun, merhametini bastırması kutsanacak bir olay mıdır? Daha önemlisi, cehennem adil midir, yoksa açıkça zalim ve olağan dışı bir cezalandırma şekli mı? Kuran'da adaletin tanımı açık; Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, yaraya yara, yani kısas. Kısas hakkını bağışlamak da öğütleniyor (Maide Suresi, 45). Mantıklı her insan gibi, sonsuza dek yakma tarzı bir cezalandırmanın işlenebilecek en kötü suçlar için dahi adil olduğunu düşünmüyorum - Soykırım, işkence, tecavüz gibi istisnalar olabilir fakat yine de ebedi yanma cezası aşırı. Aşırı dayak gibi çocuk istismarına giren suçlardan dolayı bile pek çok devlerin ailelerin ellerinden, çocuklarını alma yetkisi var. Tanrı, mantığın, ya da rahim davranış diye algıladığımız şeyin üzerinde mi? En nihayetinde tanrı, yarattıklarının çoğunu ateşe atıp, derileri piştikçe azabı aralıksız tatsınlar diye tekrar tekrar deri yaratıp yakmaya devam ediyor (Nisa Suresi, 56). Buna en yumuşak tabirle istismar denemez mi? Aynı durum diğer dinlerde de var. Ama her dinin mensubu, zalim bir tanrıya ibadet etmeye devam ediyor.

"Özgür İrade" Diyeceksiniz
Deniyor ki, ben özgür irademle cehenneme gidip gitmeyeceğime karar verebiliyormuşum. Sonuçlarından korktuğunuz bir şeyin "özgür" olduğunu düşünebilir misiniz? Bu, özgürlüğün tanımıyla tamamen çelişiyor. Başınıza silah dayasam, cüzdanınızı bana verip vermemekte özgür olduğunuzu ama bana karşı geldiğinizde sizi öldüreceğimi söylesem, bir seçeneğinizin olduğunu hisseder miydiniz? Tabi ki hayır. Ortada karşılıksız alınan/verilen bir şey olduğunda "özgürlükten" bahsedebiliriz. Özgür irade konsepti bu noktada kendi kendini baltalıyor. Buna "koşula bağlı irade" demek daha doğru bir ifade olur.

Kaldı ki, ilahi kitaplara bakıldığında, tanrının özgür iradeye aykırı sözlerini görebiliyoruz. Örneğin Kuran'ı ele alalım. İslam'daki genel kader görüşüne göre, Allah için mekan kavramı olmadığından, yarattığı şeyin ne yapacağını önceden biliyor ve kadere yazılıyor, ama yaratılan, yapacaklarını özgür iradesiyle yapıyor. Kader, sadece Allah'ın bilmesi ve kuluna müsaade etmesinden ibaret de denilebilir. Yani özgür irade var, Allah'ın onayı var ama daha yaratılırken yazılıyor çünkü Allah biliyor. "Bunları yapsın" diye yazmıyor, bunlar olacak diye yazıyor, çünkü bilgisi sonsuz. Lakin bunla çelişen, Allah'ın kimilerinin "sırf cehennemi doldurmak için kalplerini mühürleyip kasten Kuran'ı anlamamaları için anlayışlarını kapattığına" dair ayetler var. Buyrun:

Maide Suresi, 41: Allah, kimin azaba uğramasını istemişse, artık sen onun için Allah'a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemeyi istemediği kişilerdir.

Hud Suresi, 118-119: Rabbin dileseydi, insanları (aynı inanca bağlı) tek bir ümmet yapardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri müstesna, onlar ihtilafa devam edeceklerdir. Zaten onları bunun için yarattı. Rabbinin, “Andolsun ki cehennemi hem cinlerden, hem insanlardan (suçlularla) dolduracağım” sözü kesinleşti.

Nahl Suresi, 37: Sen onların doğru yola erişmelerine aşırı istek göstersen de şüphesiz Allah saptırdığı kimseyi doğru yola iletmez. Onların yardımcıları da yoktur.

Araf Suresi,179: Andolsun, biz cinler ve insanlardan kalpleri olup, onlarla kavrayan; gözleri olup, onlarla görmeyen; kulakları olup, onlarla işitmeyen bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır. İşte onlar hayvanlar gibi; hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar, gafillerin ta kendileridir.'

İsra Suresi, 46: Kur’an’ı anlamamaları için kalpleri üzerine perdeler, kulaklarına da ağırlık koyarız.

Fatır Suresi, 8: Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirir.

Öyle ki, İslam tarihinde mutlak kaderi reddeden Kaderiyye mezhebi de, tam tersine insan iradesini reddeden Cebriyye mezhebi de vardır. Kuran'dan iki sonuç da çıktığı için "İkisi de doğru" diyen alimler de vardır. Durum, Hıristiyanlık'ta da farklı değil. Buna rağmen, cehennemi tanrının rasyonal ve adil bir azabı olarak gören Hıristiyan ve Müslüman arkadaşlarla tartışma hoşnutsuzluğuna girmişliğim çok oldu. Ortak inanç şu; Tanrının yarattığı cehenneme girmek, bir cezadan çok, gönüllü olarak yapılanların bir sonucudur. Yani, Allah'ın sevgili kulları olmak yerine cehennem mahkumları olmayı biz seçiyoruz. İlginç bir fikir bu. Lakin, cehenneme girmek için birini incitmemize gerek yok. Tüm yapmamız gereken, İslam'dan haberdar olup müslüman olmamak, Hıristiyanlığa göre de, İsa'dan haberdar olup onu mesih olarak kabul etmemek. Ne kadar erdemli, ahlaklı olduğunuzun, ne kadar iyi işler yaptığınızın, insanların ve gelecek nesillerin yaşadığı ortamı güzelleştirmek için çabalamanızın anlamı yok (Ki bunların tam zıttını yapan ama Allah'a inanan birinin affedilip cennete girme şansı var). Bunların ışığında, "özgür iradeyle girmek" argümanı mantığa aykırı. Aynı argüman, Hitler'e karşı çıkanları toplama kamplarına yollamayı aklamak için de kullanılabilir. Onlar da Hitler'e biat etmedi, böylelikle ölmeyi seçtiler. Neden Nazileri, mahkumların kararı için suçluyoruz? Neden tanrıyı, "kalpleri mühürlenmiş olanların" (Bakara Suresi, 7) seçimleri için suçluyoruz?

Ya öyle bir yer varsa?
Pekçok insanın sırf bu yüzden inandığını biliyorum. "Doğru değilse kaybedecek bir şeyim yok." Sırf bu korku yüzden dindeki tüm çelişkiler, adaletsizlikler kolaylıkla örtülebiliyor. Tabi burada bir paradoks var; İnandığımız için mi korkuyoruz, korktuğumuz için mi inanıyoruz? Bunun belli bir cevabı yok. Ben ne inanıyorum, ne korkuyorum. Doğruysa da, gayet adaletsiz bir mekan olan, sırf "Cehennemi günahkarlarla dolduracağım" sözünü gerçekleştirmek için, Allah'ın, uğruna kendisinin sevmediği insanların anlayışlarına perdeler indirdiği bu yere ahlaklı, dürüst, nispeten iyi biri olmama rağmen atılacak ve ebedi cezaya tabi tutulacaksam, arkamı döner, gururla girerim.

24 Ekim 2010 Pazar

Atatürkçü Olmama Nedenlerimden

Giriş

Bu denemeye başlamamdaki asıl amaç, Kemalistçilerin, Atatürk'ün reformlarına ve görüşlerine tamamen katıldığımda, Kemalist olacağım yanılgısıydı. Atatürkçü olmamamın bazı nedenleri var, en başa koyduğum nedenin Atatürk'ün eylemleriyle hiçbir ilgisi yok. O neden şudur: Ben, herhangi bir anayasanın, bir şahsın görüşlerine göre temellendirilmesine tamamen karşıyım. Daha ötesi, herhangi bir devletin, bir ideolojiyi açıkça savunmasının modern dünyada yeri olmadığını düşünüyorum, bu, dünyanın en dahice ideolojisi de olsa. Çünkü devlet, bir ideolojiye meyilli olduğunda, diğer görüşlere eşit müdahale etmeyecektir, edemeyecektir. Yani, bu düşünce tamamen hemfikir olduğum bir ideoloji de olsa, bir anayasanın temelini oluşturduğunda, o sisteme karşı dururum. Atatürkçülük de bir istisna değil. Herhangi bir ideolojiyi anayasanızda baz aldığınızda, bu tekel, Jan Phillip Reestma'nın dediği gibi, bir din olmasa dahi, dine dönüşecektir - Ki "Atatürkçülük" gerek düşünce, gerek uygulama bakımından dine dönüşmüştür demek yanlış olmaz. İçerisinde, sırf bunu engelleyecek kadar otokontrol sistemi dahi bulunmayan bir düşünceler kümesini destekleyemem.

İkincisi, "Atatürkçülük" diye bir sistemin varlığına inanmıyorum. Öncelikle, Atatürk, bir düşünce adamı, filozof değil. O, en başta hayatının önemli bir bölümünü cephanelerde geçirmiş bir asker. Sonrasında devlet adamı -Evet, sonrasında-. Atatürk'ün oluşturduğu bir sistem yok. Alınan kararlar, çizilen rotalar, söylemler de tamamen stratejik ve dahası, Atatürk'ün tek başına oluşturduğu şeyler değil. Atatürk'ün düşüncelerinin oluşmasında fikir babam dediği Ziya Gökalp'ten J.J. Rousseau'ya, Montesquieu'dan John Locke'a, Voltaire'e kadar edebiyatçı ve düşünür olmasının yanında, bu düşüncenin gelişiminde ve kararların alınıp uygulanmasında, "arkadaşları" dediğimiz pekçok kişinin etkisi büyüktür. Yani ortada Atatürk'ün müthiş dehasıyla oluşturduğu bir düşünce sistemi yok, dahası, Atatürkçülerin iddia ettiği gibi Atatürk'ün sonsuza kadar korunması gereken belli bir ilkesi de yok. Sözkonusu ilkeler de kendi zamanında bizzat kendi tarafından, gerekse ondan sonra çok farklı yorumlanmış, uygulanmıştır (Ortada belli bir Atatürk portresi olmadığına aşağıda kendi sözlerinden yapacağım alıntılarla ve icraatlerle değineceğim). Bu farklı yorumlar, Atatürk'ün düşünce sisteminin "müthiş zeka" ürünü olduğunu ve Kemalizmin her şarta bir çözüm bulabildiğini değil, Atatürk'ün sistemli bir felsefesi olan bir düşünür olmadığını, pragmatist bir devlet adamı olduğunu ve konjonktüre göre hareket ettiğini, aynı geleneğin de aynı sistemin ürünü olan diğer siyasetçiler tarafından sürdürüldüğünü gösterir. Burada sorun da, Atatürk ilkeleri diye ortaya atılan ve şartların durumuna göre kart gibi çekilen ilkelerin, Atatürk'ü putlaştırıp, basite indirgemesidir. Bu nedendendir ki, Atatürkçülerin, Atatürk'ü çok yüzeysel tanıdığını düşünüyorum.

Son olarak ise (Ki bu denemenin bundan sonraki kısmını oluşturacak ve herkesi en çok kızdıracak argümanlarım bu son nedene bağlı kalacak), Atatürk ilkelerinin, gerek geçmişte, gerek günümüzde uygulamaları yönünden, gerek içerikleri yönünden, demokrasi ve barışa ulaşma yolunda Türkiye'ye uygun olmadığını düşünüyorum. Ülkenin gelişiminde, özellikle iç barış yolunda engel olduğunu düşündüğüm ilkeleri, kendi düşüncemin önem sırasına göre başlıklar halinde yazıp, nedenlerim hakkında konuşacağım. Gerektiğinde kaynak ve referanslarım olabilir, kontrol edebilirsiniz.


Milliyetçilik

Milliyetçilik, kesinlikle, karşı çıktığım ilkelerin başında geliyor. Bu topluma yakın tarihte akıtılmış en zararlı zehir ne diye sorsalar, Atatürkçülerin vermeyeceği bir cevap olarak, milliyetçilik derim (Ki yalnızca bu topluma değil, Avrupa'ya da milyonlarca can kaybı olarak dönmüş bir harekettir milliyetçilik). Bu ilkeyi başa koymamın sebebi ise, hala ülkemizin bir numaralı sorunlarından biri olmasıdır (Solcu olduğunuzu iddia ettiğinizden milliyetçi kelimesini kullanmaya da utanmayın, ulusalcı kelimesi de tamamen aynı kapıya çıkar).

Karıştırılan terimler, "milliyetçilik" (Kimileri için ulusalcılık) ve "vatanseverlik". Şunu tereddütsüz söyleyebilirim ki, ben bir vatanseverim. Zaten, ailemin yaşadığı ve muhtemelen üzerinde çocuklarımın yaşayacağı ülkenin ileri gitmesini en az herkes kadar istememem gibi durum düşünülemez. Fakat bu, "milliyetçi" olacağım anlamına gelmiyor. Milliyetçiler de vatansever olabilir, fakat milliyetçi olmamak vatanseverlikle hiçbir şekilde çelişmez.

Milliyetçiliğin (Ulusalcılığın) her türlüsü zararlıdır, lakin ülkemizde hiç katılmadığım bir görüş var ki, o da, "Atatürk milliyetçiliğinin" diğer milliyetçilikten farklı olduğu, hele Hitler ve Musollini faşizmiyle uzaktan yakından alakası olmadığıdır. Buna kanıt olarak da, "Ne mutlu Türk'üm diyene" sözü gösterilir, Atatürk ne mutlu Türk olana değil, ne mutlu Türk'üm diyene demiş ve ırkçılığın önünü kesmiş denir. Yani Türk'üm, bu ülkenin vatandaşıyım demek Türk olmak için yeterli.

Peki öyle midir gerçekten? Öyle dahi olsa, buna katılmazdım. Nedenlerim çok açık; Öncelikle, Atatürk'ün kastettiği ırk değil de vatandaşlık sıfatı deniyor. Güzel. Ama ne hikmetse, bu sıfat, etnik bir kimliği tarif etmek için kullanılan bir sıfat. "Türk". Türksen de, Kürtsen de, Boşnaksan da, bu ülkenin vatandaşıysan "Türk" olduğunu söyleyeceksin, "Bu ülkenin vatandaşına X denir." deniyor ve bu X bir etnik kimliği ifade etmek için kullanılan sıfat. Şimdi empati yapın; Kürtsünüz ve sizin mensup olmadığınız bir etnik kimlik, sizin kimliğinizin üstünde tutuluyor ve siz o kimlikten (Türk) olduğunuzu söylemelisiniz ki, ülkede haklara sahip olun. Böyle bir ortamda ikinci sınıf olursunuz, kendinizi mülteci gibi hissedersiniz, bu kaçınılmazdır. Yani, herkesi "Türk" çatısı altında birleştirmek, Türklüğü yüceltir, diğer etnik kimlikleri aşağılar. Diğer etnik kimlikleri bir taraf olmaya zorlar. "Türk'üm" deyip "vatanseverliğini" kanıtlıyor musun, yoksa vatan haini mi diyelim? Bu çok net ve açık.

Kaldı ki, ortada masumane bir "vatandaşlık bağından" söz etmek kesinlikle mümkün değil. Atatürk'ün, Türklerin üstünlüğünü kastettiğini, Anadolu'da yaşayan diğer halkların da bu üstünlüğü kabul edip, Türk gibi yaşamasını istediğini sözlerinden ve uygulamalarından da rahatlıkla anlayabilirsiniz. "İsmet Paşa'nın Kürt Raporu"'nu okuduğunuzda, Türk olmayanların nasıl türkleştirilmesi gerektiğini Atatürk'e raporlarla bildirildiğini görebilirsiniz. Kaldı ki, Atatürk döneminde çıkan birtakım yasalara baktığımızda, açıkça "ırk" ve "soy" kelimelerinin kullanıldığını görebilirsiniz. Örneğin, 14 Haziran 1934 tarih ve 2510 sayılı Mecburi İskan Yasası:

1-Türk ırkından olmayanlar, hükümetten yardım istemeseler bile hükümetin göstereceği yerde yurt tutmağa ve hükümetin izni olmadıkça buralarda kalmağa mecburdurlar. (Madde 7)
2-Ana Dili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy, mahalle, işçi veya sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına insihar etmesi yasaktır. (Madde 11)
3-Türk ırkından olmayanların serpiştirme suratiyle köylere ve ayrı mahalle veya küme teşkil etmeyecek şekilde kasaba veya şehirlere iskanları mevcuttur. (Madde 13)

Hepsi bu değil. Asimile etmeye yönelik çıkarılan kanunları, ayaklanmalara karşı alınan önlemleri okudukça, tüylerim diken diken oluyor. Şark Islahat Planı'na bakın. Türk dili dışında konuşmaya ceza verilmesi, Ermenilerden kalan toprakların Kürtlere kira olarak bile verilmemesi, bölgeye Kürt memur tayin edilmemesi gibi alınabilecek insanüstü "önlemlerin" sıralandığını göreceksiniz. Peki ayaklanmalar? Çıkan tablo daha vahim. Zilan Deresi'nin nasıl cesetle doldurulduğu, bölgenin tamamen "temizlendiği" günün medyasında övünerek anlatılıyor (1) ve kürtler " ayrıkotu gibi sardıkları toprağa intişar eden fakat bastıkları yere zarar veren mahlukatlar" olarak betimleniyor (2). Koçgiri katliamını, tanık bile bırakılmadan çoluk çocuk silinen Zilan Deresi katliamını, Ağrı Dağı katliamını, Dersim katliamını övenler, "Çoluk çocuk nasıl ayırt edilsin o ortamda?" diyenler, ne hikmetse bugün İsrail'in Filistin'e yaptıklarını protesto ediyor. Bense şunu diyorum; İnsanüstü önlemlerle, askeri operasyonlarla, zorunlu göçlerle, Türk olmayan kız çocuklarının Türk gibi yetiştirilmesi için ailelerinden koparılmasıyla, herkes Türk oldu. Ve hala deniyor ki, Atatürk'ün milliyetçiliği ırkçı değildir, Hitler'inkinden çok farklıdır. Evet, konjonktür gereği farklıdır, ve özellikle milli mücadele yıllarında Atatürk'ün birleştirici söylemlerini görebilirsiniz. Ne tuhaftır, o dönemde dindar söylemlerini de görebilirsiniz. Aslında tuhaf değil, Atatürk, çizdiği rotada hedefe giden yolda ne gerekiyorsa onu söylemiştir. Halkın bir bölümü de kandırılmıştır, olay bu kadar açık. Sonrasında Atatürkçü arkadaşlarımız bu ayaklanmaların neden çıktığını sorgulamadan, "Hain vurulur, çocuğu da vurulur." gibi insanlık dışı aklamaya gidiyor. Önce farklı etnik milletleri toplayacaksın, sonrasında o seninle birlikte savaşanlara "Kurduğumuz devletin adı Türkiye'dir, herkes Türktür." diyeceksin, ama ırkçı olmayacak. Sonrasında köylerinin, şehirlerinin adını değiştireceksin, ırkçı olmayacak. Akabinde herkes Türkçe konuşacak diyeceksin, ırkçı olmayacak. İçinde ayaklananların bulunduğu grubu tümden öldüreceksin, ırkçı olmayacak, nedir ırkçı?

Evet, "içinde ayaklananların bulunduğu grup" diyorum. Çünkü herkes vuruldu. Bunun kanıtı mı? Atatürk zamanında çıkmış yasalara bakalım.1930 tarih ve 1850 sayılı kanunun ilk maddesine bakalım:

"20 Haziran 1930'dan 10 Aralık 1930'a kadar, devlet veya vilayet temsilcileri, askeri ya da sivil yetkililer, jandarma ve korucular ya da üst makamlara yardım eden veya tek başlarına hareket eden siviller tarafından, Erzincan Vilayeti'ndeki Pülümür ve birinci müfettişlik bölgesi dahil olmak üzere, Erciş, Zilan, Ağrı Dağı ve çevreleyen bölgelerde meydana gelen isyanların takibi ve bastırılması sırasında tek başına ya da topluca işlenen cinayetler ve diğer eylemler suç olarak görülmeyecektir." (Diğer eylemler? İşkence ve tecavüz de bunun içinde mi? "Zamanın gereği" diyenlere soruyorum, yıllarca süren doğudaki faili meçhul cinayetler de bu anlayışın devamı değil midir?) İtiraf edelim, Atatürk döneminde ve sonrasında asimile edilebilenler edilmiş, çoğu varlıklı ve asimilesi mümkün olmayan gayrimüslimler bu topraklardan çıkarılmış, asimile edilemeyenler ve ülkeyi terketmeyenler kesilip biçilmiştir. Hitler'in durumu ve konjonktürü farklı, yahudi faktörü var orada. Ama görüşler çok farklı değil.

Atatürk'ün milliyetçilik ve Türklükle ilgili sözleri "Ne mutlu Türk'üm diyene"den mi ibaret? Ya "Kanını taşıyandan başkasına inanma.", "Bir Türk, dünyaya bedeldir.", "Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.", "Bana üstünlük atfetmeyin, tek üstünlüğüm, Türk olarak dünyaya gelmemdir.", "Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır."(3)(4) gibi sözleri? Bunlar masumane "Ümmetçilikten ulus devlete geçişte halkı cesaretlendirmek için" söylenmiş masumane sözler değildir. Kendi dönemindeki adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un Zilan Deresi katliamı akabinde "Biz, Türkiye denen dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; Hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar, bu hakikati böyle bilsinler." (5) gibi söylemleri nasıl açıklayacaksınız? Yine aynı dönemde İnönü'nün "Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkında sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur." demesi?

Konuyu daha uzatmıyorum. Ama Atatürk'ün Türklük tanımını sadece vatandaşlık bağı olarak görenler, yukarıda söz ettiğim yasakları, cinayetleri "Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri de dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden önce ve kesinlikle Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan türk kültürüne, topluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz."(6) gibi söylemlerini, bunu geçtim, Türkçe konuşsa dahi, anadili Türkçe olmayanların sanatçı grubu bile kurmasına izin verilmemesi gibi yaptırımları açıklamak zorundadırlar. Belli mevkilere getirilen Kürt kökenli vatandaşların çoğu da, ya doğu illeriyle pek ilgisi olmamış, ya ana dili Türkçe olan veya en azından fikirleri Atatürk'ün görüşüne yakın olan insanlardı (Ki içlerinden Kürt olduğunu inkar eden, Kürt olduğunu inkar etmese de Kürtlerin bir Türk boyu olduğunu, dolayısıyla onların da ırklarının Türk olduğunu iddia edenler vardı). Doğudaki Türk olmayanlar ezildi ve üstü örtüldü, sırf Kürtler değil, gayrimüslimler de ezildi, bu gayet net. Bu sadece Atatürk'ün yönetimi ele geçirmesiyle de başlamadı. Öncesindeki Ermeni kırımını da "tehcir" diye aklıyoruz, tehcir bir insanlık suçu değilmiş, soykırımdan çok masummuş gibi. Rumlara da, Kürtlere de uygulanan katliamlara bahanelerimiz de aynı. Howard Zinn'in dediği gibi, "Ne de olsa, bütün savaşlar kendilerini, insanlara yardım etmek için gösterilen insani çabalar olarak temsil ederler." Ortada Osmanlı'nın son zamanlarında başlayan bir Türkleştirme politikası var ve bu, Cumhuriyet döneminde tavan yapıyor. Ve devletin bu "Tek tip Türk ulus yaratma" planını bozanlar Kürtler olmuştur. Bu, ne vatan hainliğidir, ne eşkiyalık, ne teröristlik. Bugün Laz dilinin kaç senelik ömrü kalmıştır? Anadolu'da pekçok dil, kültür öldürüldü. Bir Türk olarak soruyorum, son 200 senedir ve özellikle Cumhuriyet dönemi sonrası Kürtlere yapılanları görmek, onları dinlemek ve özür dilememizin zamanı gelmedi mi? Sırf Kürtler de değil konu, pekçok etnik grubun durumu daha kötü (Trt'de onların dilinde zaman zaman yayın yapılması, Kafkasların Roj TV'ye çıkıp "Bizim de bir kimliğimiz olduğunu ifade etmemiz için ortam sağladıkları için Kürtlere teşekkürler" demesi ortadaki sorunun Kürtlerle sınırlı olmadığını da gösteriyor, sadece, en iyi örgütlenebilen ve en kalabalık nüfus Kürtler olduğu için ön plandalar). Peki Atatürk sonrası değişti mi bu? Hayır. İnönü'nün zamanındaki varlık vergisi, yirmi kura ihtiyatlar olayı gibi utanç verici saçmalıklar, Kazım Karabekir'in 1940 CHP grup toplantısında, "Nerede gayri Türk bir yer varsa, biliniz ki casus yuvasıdır." demesi, Cemal Gürsel'in, "Size Kürt diyenin, yüzüne tükürün." sözü, Menderes döneminde "Vatandaş, Türkçe konuş" kampanyası (!), Kürt bölgelerin dağlarına taşlarına "Ne mutlu Türk'üm diyene!" cümlesinin kazılması gibi. Üstelik asıl gülünç olan, tüm bu yaptırımları "zamanın gerekliliğiydi" deyip geçiştirmeye çalışanlar, aynı şiddetle, ömrünü doldurmuş Atatürk milliyetçiliğini savunuyorlar. Evet, iddia edildiği gibi Atatürk'ün sözleri ve uygulamaları, savaştan yeni çıkmış milleti ulus devlet kurma yolunda cesaretlendirmeye yönelikse, onun ömrü, Musollini faşizminden önce bitmiştir. Şayet benim savunduğum gibi bu söylemler, cesaretlendirmenin ötesindeyse, zaten savunulacak bir yanı yok. Şu an dahi, mahkemede insanlar kendilerini ana dilinde savunamıyor. Ve ülkeye zarar veren bu düzenin savunucuları vatansever oluyor.

Atatürk ve Turancılık
"Atatürk milliyetçiliği" denen şeyin, gayet absurt bir terim olan "ulusal solculukla" uzaktan yakından alakası olmadığını düşündüm hep (Batıya dönme, solculuğu göstermez, solcu kelimesiyle birleştirmek de milliyetçiliği masum duruma getirmez). Yapılanlara ve söylemlere bakarsanız, Atatürk milliyetçiliğinin solla falan ilgisi olmadığını, Türkeş MHP'sine daha yakın, gayet sağcı bir milliyetçilik olduğunu görürsünüz (Zaten dediğim gibi, sol milliyetçiliği saçmalıktan öte bir şey değil). Ve öyle ki, Atatürk'ün bazı deyişleri, Nihal Atsız'ın görüşlerine kaymıyor değil. Atatürk'ün ünlü bir sözü var: "Ben her şeyden önce bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk birliğinin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk birliğine inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliğiyle açacaktır. Dünya sükununu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk'ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek." Bu sözlere baktığımda Turancılık fikrine ne kadar yakın olduğunu görüyorum. Sadece bu söz mü? Tabi ki değil. Baktığınızda, Atatürk'ün bu paralellikte pekçok söylemini görebilirsiniz, "Türklerin yaşadığı her yer Milli Misak'a dahildir." (7) gibi. Bu söylemler turancıların söylemleridir. Atatürk, sırf söylemle kalmamış, Türk İzci Ocağı'ndan gelen Başbuğluk teklifini kabul etmiştir (8). Hatta, Atatürk zamanında, paraların üzerine bozkurt sembolü bastırılmıştır (9). Bugün dahi, turancılar, Atatürk'ü "Başbuğ" diye anmaktadır. "İstanbul'da çıkan bir gazeteyi, Kaşgar'daki Türk de anlayacaktır.", "Türk, Türk olduğu için asildir. Çoğumuz, büyük babamızın babasını hatırlamayız. Bütün soy gururumuzu, Türk olmanın içinde buluruz." (10) gibi sözler bana hiç de sola yakın gelmiyor. Atatürk'ün bunlardan çok daha uçuk, Türkleri üstün gören, turancılığa uyan pekçok sözü var. Atsızcılarla konuşun, kaynaklarıyla göstereceklerdir. Ya da boşverin, sadece Mu Kıtası araştırması, Güneş Dil Teorisi gibi -Ki hala Türk Dil Kurumu'nun sitesinde yayınlanmaktadır (11)- gayet kafatasçı tezler geliştirilmiştir ve bir kısmı Atatürk'ün ölümüyle yarıda kalmıştır (12). Hatta Atatürk'ün bir gezisinde kamu görevlisi, eğitime hizmet vermiş birinin, zenci olduğu için görülmeyecek bir büro hizmetine alınmasını istediğini bile görebilirsiniz (13).

Arap Düşmanlığı
Kendimizi kandırmayalım. Alfabenin değişmesiyle okuma yazmanın artışının alakası yok. Ne Araplar, ne Farslar, arap alfabesini kullandıkları, gayet de iyi okuyup yazabildikleri için ne üstün zekalılar, ne Türkler gerizekalı. Okuma-yazma oranı ülkenin eğitim seviyesiyle ilgilidir, alfabe zorluğuyla ilgili değil. Bizde de 1960'lardan sonra okuma yazma oranı büyük oranda artmıştır, yani tıpkı diğer ülkelerdeki gibi gelişme sürecinde. Bu Yunanistan'da da böyle oldu, İran'da da, İsrail'de de, Japonya'da da, Rusya'da da ve hiçbiri alfabesini değiştirmedi. Tarihte kimse alfabesini değiştirdiği için hızlı okuma yazma öğrenmedi. Saydığım milletler ve "Araplar", gayet düzgün bir şekilde latin alfabesini de okuyup yazabiliyorlar, hatta hepsi kendi dillerini latin harfleriyle de yazabiliyorlar ve elektronik ortamlarda genelde bu şekilde iletişim kuruyorlar. Rahat olun yani, şu an Arap alfabesini kullanıyor olsaydık, İngilizceniz bugünkünden daha kötü olmazdı. Siz de hergün yatıp kalkıp alfabenizden utanç duymayacaktınız.

Yanlış anlaşılmasın, latin harfine geçişe tümden karşı değilim. Batıya entegre olmak için yapılmış bir reform, lakin pekçok reform gibi, şekilci bir reform. Kimse kullandığı alfabeyle bir yere entegre olmaz, bir yerden kopmaz. İslamcı kesimin pekçok propagandasına da katılmıyorum bu konuda; Ne din daha iyi yaşanacaktı, Ne Kuran'ı anlayacaklardı, tıpkı bizim şu an Avrupa'yı anlamadığımız gibi (Alfabemiz Latin diye, Avrupa'nın bizi kendileri gibi görmemeleri de buna dahil). Alfabe değişiminin, şeriat savunucularının söylediğinin aksine dinsizlikle ilgisi yok, ama kemalistlerin söylediği gibi, modernleşme yolunda da bizi ileri götürmedi. Aksine, tarihi sildi attı ve Atatürkçü rejimin işine geldi bu. Osmanlı dönemi tapularını incelediği için irtica faaliyeti suçuyla tuttuklanan tarihçileri açıklayabilir misiniz?

Neyse, dediğim gibi alfabe değişimine "karşı" değilim, sadece şekilci bir eylem olduğunu düşünüyorum. Lakin Atatürkçülerde Arap düşmanlığının, daha doğrusu oryantalist görüşün hakim olduğu bir gerçek. Bir ideolojiyi öğrenmek isterken, onun mensuplarına bakarak hareket etmem. Fakat bu düşmanlığı Atatürkçülerde çok sık görüyorum (Araplar pistir, arkadan vurmuştur, ilkeldir ve ne hikmetse Osmanlı İmparatorluğu da araplardan farksızdır, yuh). Atatürkçülerin bakış açısının "Batıda varsa iyidir, yoksa gericiliktir, sapkınlıktır" mantığıyla yürüdüğünü inkar etmesin kimse. Bu zihniyet CHP'de de devam ediyor ki zaman zaman halkın dini hassasiyetini de gözardı ederek yapıyorlar bunu (Hac ibadetini Araplara para yedirmek olarak nitelendiren CHP'li vekiller gibi). Fakat konumuz Atatürk ise, onun zamanında yapılan bir kaç konuya değinmek isterim. Örneğin, dilin Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılması. Bir dil öğrencisi olarak bunu çok mantıksız ve dil katli olarak görüyorum. "Arap özentiliği" yapıp dile gereksiz Arapça kelimeler katmak ve bunu resmileştirmek farklı bir şey lakin dile doğal yollarla girmiş kelimelerin yerine saçma sapan kelimeler türetmek de en az onun kadar komik. Komiklikten öte, tarihimizden kopmamız, Osmanlı tarihini okulda anlatıldığı kadarıyla bilmemiz ve dönemin kaynaklarını anlamamamız alfabe değişikliğinden çok bu yüzden. Tarih öğrencileri "Osmanlıca" denen ve olmayan bir dili öğrenmek zorunda kalıyorlar ve yine de tarihi kavrayamıyorlar (Osmanlıca diye bir dil olmadığını farketmemi sağlamış İst. Üniversitesi okutmanı Halil Açıkgöz'e teşekkür ediyorum).

Bu "Araplıktan sıyrılma" hareketi en başta dil ve din olmak üzere her alanda görülüyor. Ezanın Türkçeleşmesi de bunlardan biri (Olay Arapça okuyanların şiddetli bir şekilde cezalandırılacağı emrine kadar gitti). Burada sorun, "ulus devlet" kurmaktan öte, her tezi ulusalcılık üzerine kurmaktan geçiyor. O kadar ki, Atatürk'e göre, İslam, Muhammed'in Arap ulusunu yüceltmek ve bunu baz alarak bir devlet kurmak için oluşturduğu bir dindir ve Türkler bu dine inandıkları için kendilerinin ulusal benlikleri uyuşmuştur (14, 15). Görüldüğü gibi her tez ulusalcılık üzerinden ve bunun ırka dayanmadığını iddia etmek olayı aklamıyor.

Şahsen ben, milliyetçiliğin her türlüsüne karşıyım. Atatürk milliyetçiliğinin de bunlardan farklı olduğunu düşünmüyorum. Aksine, Atatürk'ten ve arkadaşlarından, Alparslan Türkeş'in Türkiye'yi mozaik olarak görenlere cevaben "Ne mozaiği ulan? Bildiğin mermer!" söylemlerine benzer sözler, sözleri destekleyen icraatler görüyorum. Daha da kazıyorum, "Ressamlar Türk'ün simasını kaybederlerse, yıldırımı alsınlar, yapıversinler." gibi Polat Alemdarvari zırvalıklar görüyorum ve bu sözler, yüzyılın, hatta tarihin dahisi denen insandan geliyor. Bu mantık yüzünden bu ülkede binlerce kişi öldü, ölmekte, kötü muameleye maruz kalmakta. Birinci sınıfta öğretmenin "Nerelisin?" sorusuna "Siirt" diye cevap veren beş yaşındaki bir kıza, bir bebeğe, öğretmenin söylediği "Pis kürt" sözünün o kızda oluşturduğu yıkımı anlayabilir misiniz siz? Ki bu en yakın arkadaşlarımın başına gelmiş gerçek bir olaydır, bunun gibi daha nelerinin olduğunu anlatmaya kalksam destan olur, ki ben bunu İstanbul'dan, nispeten rahat bir yaşantıya sahip olmama rağmen görüyorum. Ya doğuda yaşayanlar, medyanın gözardı ettiği muamelelere ilk elden tanık olanlar? Bunları görmezden gelmek, vatanseverlik değil, vatana zarar vermek, birleştiricilik değil, bölücülüğün kendisidir.

Laiklik

Aslında bunu yapmak zorunda değilim fakat az sonra söyleyeceklerimin farklı şekilde yorumlanmaması için belirtiyorum: Herhangi bir dine inanmıyorum. Sırf bu yüzden dahi, hangisi olursa olsun, bir dinin kurallarını baz alan bir sistemi savunmam mümkün değil (En başta belirttiğim gibi, din dışı bir ideolojiyi baz alan sistemlere de karşıyım). Ülkeyi ateistler ele geçirse ve ateizme dayalı bir devlet kursalar dahi, ben azınlık olacağım çünkü ben agnostiğim. Üstelik, İslam'da başı örtme emrinin olmadığını ve yanlış yorumdan kaynaklandığını düşünüyorum (Kuran'dan çarşaf emrini, başörtüsünden daha kolay çıkarabilirim). Lakin konu bu değil. Konu, laiklik ve ülkemizdeki işleyişi.

Atatürkçü laikliğin ülkemizin yapısına ve insan haklarına aykırı olduğunu düşünüyorum. Nedir laiklik? Din işlerinin devlet işlerinden ayrılması mı? Hayır. Türkiye'deki laiklik, devletin, din üzerinde hüküm kurmasıdır (Ki garip gelse de, anayasasında laiklik terimini kullanan çok az ülke var, anayasal bakımdan Fransa laik, Belçika laik fakat laiklikleri bizimkinden çok farklı, çoğu modern ülkenin anayasasında laiklik kelimesi geçmiyor bile). Sorun da buradan çıkıyor. Devletin dini kontrol altında tutması için kurulmuş olan Diyanet İşleri Başkanlığı, binlerce imama ve diyanete devlerin tonla para verilmesi, zorunlu din dersi, devletin kendi müfredatına göre din adamları yetiştirmesi, nüfus kağıdında din ibaresi olması, müslüman-sünni olmayanların hiçbir hakkı ve devletten desteği bulunmaması, imam hatipler açılırken Heybeli Ada Ruhban Okulu'nun kapanması, daha sayayım mı? Din işlerinin devlet işlerine karışmadığı bir ülkede, bunlar olmaz. Diyanet kesinlikle laikliğe aykırı mıdır? Hayır. Fakat devletin din üzerinde hüküm kurduğu bir oyuncak olmaktan çıkar, ateiste, aleviye, sünniye, budiste ve talebi olan herkese tarafsız hizmet ve kaynak desteği vermeye başlar, herkes vergisinin karşılığını alır, o zaman sekülerizme aykırı olmaz.

Atatürkçü laikliğe karşıyım dedim; Bunun ayrımını yapmak için kendi savunduğum sistem için sekülerizm kelimesini kullanacağım. Atatürkçü laiklik, dinin toplumsal yansımalarını reddeder. İnanca karışamaz (İnanca karışmak zaten imkansız), fakat inancın gerektirdiklerine karışır. Bu yüzden kamu alanında inancınızın gereği giydiğinizi söylediğiniz bir elbiseyi dahi yasaklar.

Seküler devletlerde bu olmamalıdır. Ben, dinlere inanmayan biri olarak onlara saygı da duymuyorum, bir dindarın da benim düşüncelerime saygı duymasını beklemem. Ancak, bir dindarın yaşam tarzına saygı duyarım. Çünkü ancak bu şekilde huzurlu yaşayabileceğimizi düşünüyorum. Thomas Jefferson'ın dediği gibi, dinde, siyasette ve felsefedeki fikir ayrılıklarını ve bu fikirlerin getirdiği yaşam tarzı farklılıklarını, hiçbir zaman bir insandan uzak durma nedeni olarak görmedim. Kimsenin inancı gereği bir şey giymesi, toplum içinde dinine göre ya da dinini anladığı şekilde yaşaması, benim cebimden bir şey götürmüyor, benim özgürlüğüm kısıtlanmıyor. Benim idealimdeki seküler ülkede, inancı gereği peçe takan dahi gerici, deli, yobaz olarak adlandırılamaz. İnancı geçiyorum, "şeriat getirmek" istediği için onu bir sembol olarak da taksa, engellenememelidir. Devlet kimin ne kadar giyindiğine karışmamalıdır. Devletin görevi beyinlerin içindeki nedeni aramak değildir. Seküler bir devlete göre, o peçe sadece bir moda aksesuarı muamelesi görmelidir, fazla değil. Bugün televizyona bakıyorum, Kuran'ı açmış ve Kuran'da başını ört diye bir emir bulunmadığını söyleyen CHP'liler görüyorum. Geçiniz bunları. Bir özgürlük meselesi bu. Dinde var olup olmadığı üzerinden tartışırsak, asıl laikliğe aykırı olan budur. Dini referans alıp bir karar alınamaz. Takmak isteyen varsa, hangi dinde var/yok, bunu sorgulamak seküler bir devletin işi değildir.

Bir olay da kamu kuruluşu. Üniversitelere türban girerse, kamu kuruluşlarına da girer diye korkuluyor. İşte bu olay, Atatürkçü laikliğe (Ya da onun günümüzdeki yorumlanış şekline) karşı bir eylem, fakat benim savunduğum sekülerizme değil, umarım anlaşılmıştır. Burada önemli olan, mekanizmanın, yani kanunların tarafsızlığıdır. İnsanlar tarafsız olamaz. Bu yüzden bir mahkemede başı kapalı bir hakimin olması, onun neye inandığını göstermesi, sekülerizme aykırı değildir. O, tarafsız olan kuralları uyguluyorsa, neye inandığının önemi yok ve neye inandığını söylemesinde veya bunu göstermesinde de bir sakınca yok. İnandığı şeye meyledip o tarafsız mekanizmanın dışına çıkıyor ve taraflı davranıyorsa, işte bu, görevi kötüye kullanmaktır, bireysel bir suçtur ve o çalışan cezalandırılır, gerekirse görevinden men edilir. Fakat inandığı bir inanca ait kıyafet giymek, görevi kötüye kullanmak anlamına gelmez, dolayısıyla seküler bir devlet bununla ilgilenmemelidir. Saçmalık olan da, Atatürk'ün rejime tehlike olduğu için değil, "Batıya benzeyelim" diye yasakladığı kıyafetleri Atatürk'ü anladığını savunanların saçmalayıp şeriat tehlikesi olarak görmesi.

Türban, Başörtüsü ve İkiyüzlülük
Şimdi "peçe" ve "moda" dedim. İronik olan da, türbanın aslında sanılanın aksine simge olarak değil, pekçok müslüman tarafından, moda amaçlı kullanılmasıdır. Evet, her ülkede farklı şekilde bağlamalar mevcuttur. Pakistanlı bir kadınla İranlı bir kadın aynı şekilde kapamaz saçını. Türkiye'de de toplum içine giren kadınlar kendilerine göre bir şekilde modernize ediyor ve türban olarak bağlıyor. Peki o kadar modern geçinen kemalistler ne yapıyor? O kızları, örtülerini ninelerin bağladığı gibi şekilde bağlamaya zorluyor, niye? Türban şeklinde bağlanırsa simge oluyormuş. El insaf. Her insan sokakta güzel görünmek ister (Ya da çarşafa girer hiç görünmez) - Güzel görünmek ne kadar "örtünmenin" mantığıyla çelişse de, bu içgüdüsel bir olay. Kızların başlarını, evlerinde bağladıkları gibi bağlamayacaklarını bilen kemalistler blöf yaparak, "öyle bağlama böyle bağla" diyor (İronik olan, farklı bağlasa da giremiyor). Nelerle uğraştığımızın farkında mıyız? Kaldı ki, Atatürk'ün, direkt örtünmenin her türlüsünü aşağılayan söylemleri var (16), neyi gizliyorsunuz? Soruyorum, bugün gündemin bir numarasını türban mı oluşturmalıdır? Biliyorum ki, kemalist olsun olmasın, gündemin bir numarasını başörtüsü (Ya da türban, her neyse) oluşturmamalıdır diyen milyonlar var. Ama bunun çözümü, "Çıkarıp girsinler, sorun yaratmasınlar, biz de başka sorunlara bakalım" değildir. Bırakın girsinler, sizin elinizden hiçbir hakkınızı isteyen yok. Bırakın, bu özgürlük meselelerini aşalım ve bu ülkenin önemli konuları, ekonomi, işsizlik, devletin sosyalleşememesi, insanlık krizi, suç oranları gibi pekçok bilimsel çözüm gerektiren sorunlarına geçelim. Madem bu sorunu dinciler soyur olarak önümüze getiriyor, o zaman niye kemalistler çözmüyor? "Dincilerin" (!) elinde de koz kalmaz işte? Ki bence ortada sorun yok, yasak var. İnancı için taktığını söyleyenler ve buna saygı göstermeyenler var. Sorun değil, "yasak". Aynı ülkenin pekçok diğer sorunu gibi. Yasak.

Atatürkçü laiklik, Osmanlı'daki "Dinin devlet üzerindeki egemenliğine" karşı, "Devletin din üzerindeki egemenliğinden" başka bir şey değildir. Peki sonuç? Osmanlı ne kadar laikse, Cumhuriyetimiz de, ne yazık ki, o kadar laiktir. Osmanlı'nın içinde binlerce Rum ve Yahudinin yüzyıllar boyu yaşadığını, I. Dünya Savaşı ve Cumhuriyet dönemi sonrası ise ülkede ne Ermeni, ne Rum kalmadığını, gayrimüslimlerin asimile edildiğini düşündükçe, ve günümüzde müslüman nüfusun %99'u bulduğunu söyleyip övünenleri gördükçe düşünüyorum, kim daha laik? Lübnan'ın yarısı Hıristiyan, Mısır'ın %10'u Hıristiyansa, İran gibi katı bir ülkede bile %3 Yahudi ve Hıristiyan azınlıkların olduğu söyleniyorsa, ne kadar laikiz? Benim vergilerimle, alevilerin vergileriyle, hanefi din adamları yetişiyorsa ve bu sistemi başlatan insan bu ülkenin kurucusuysa, nasıl laik bir ülke olduğumuzu söyleyebiliriz? Evet laik bir ülkeyiz, ama hiçbir modern ülkede örneği olmayan bir laiklik bu. Modern toplumlarda, devlet, sekülerizm gereği, halkının dini inançlarını korumak ve inançlarını özgürce yaşaması için kendisini düzenler. Ülkemizde ise devlet, laiklik adı altında halkının dini yaşantısını düzenliyor ve halk, kendini yönetenlerin ideolojisine göre yaşamak zorunda kalıyor.

Tekke ve zaviyelerin kapatılması: Tam bir fiyasko.
Bunu neden söylüyorum? Çünkü tekke ve zaviyelerin kapatılması, devletimizin laiklik anlayışının tamamen dini hükmü altına almak istediğinin göstergesi. Burada iki tarikatten bahsetmeden geçemem. Mevlevilik ve Bektaşilik. Bugün herkes Mevlana'yı övüyor, vicdanınıza sorun, Mevlana öğretileri sizce rejime bir tehlike mi oluşturuyor? Ben Mevlana'nın inancına ve görüşlerine katılmıyorum, lakin en azından kültürümüzün bir parçası ve edebi yönden liriklerini, kullandığı metaforları beğeniyorum, bugün gelişmiş pekçok ülkede henüz kütüphane bile yokken bizden böyle insanların çıkmış olmasına seviniyorum ve bu geleneği birşekilde sürdürenlerin Suriye'ye sürülmesine anlam veremiyorum. Bektaşilik ise bence kültürümüzün daha da önemli bir öğesi. Zamanının ilerisinde bir tarikat, öyle ki, Atatürk tarafından kapatıldıktan sonra Arnavutluk'a kaçmak zorunda kalan, zamanında Osmanlı'dan da haksız yere çok çeken bektaşiler herşeye rağmen laikliği savunmuşlardır. Şimdi soruyorum, bunları, halkın içinden çıkmış ve işlevi nispeten sönük olan kurumları niye kapatırsınız? Bunlar gibi zararsız tekkeler zaten kapatılmadan da kontrol edilemez miydi?

Bu harekete fiyasko diyorum, çünkü çok kötü geri tepti. Belki hiç zararı olmayacak tarikatlerin yerini yer altında gizlice örgütlenen illegal cemiyetler aldı. Nakşibendiler, nurcular, 50'lerden sonra radikal islamdan etkilenen cemiyetler, hatta iktidara gelmiş Milli Görüş bu hareketin eseri değildir de nedir? Size soruyorum, Mevlana'yı mı tercih edersiniz, Fethullah Gülen'i mi? Bugün kültür mirası olan Mevlevilik sadece turizm aleti haline gelmişken, bu tablo kimin suçu?

Şunun da bilincindeyim, istediğiniz kadar mükemmel bir sistem kurun, herkesi memnun edemezsiniz. Birincisi, çok tepki çeken "Hem laik, hem müslüman olunmaz" lafına katılıyorum. Dinini çok kapsamlı yaşayan birisinin laik sistemi beğenmemesi olağan ama Atatürkçü bir laiklik anlayışını savunmaması çok daha doğal. Kendisini rejim tehditi olarak gören, onu gerici diye nitelendiren bir sisteme neden karşı çıkmasın? Benim savunduğum sekülerizme de karşı çıkan dindarlar olabilir (Ki bu sadece müslümanlar için değil, diğer din mensupları için de geçerli). Hatta bir insanın koyu dindar olması da gerekmiyor. En basidinden annemi ele alalım. Başı açık, pekçok özgürlük konusunda da bana hak veren, Atatürkçü bir insan (Hatta türban gibi konularda kemalistlerle benzer endişeleri taşıyor) ve kendisi müslüman. Geçen gün eşcinsellerden konuyu açtım ve iki hemcins birbiriyle evlenmek istiyorsa, buna devletin engel olmaması gerektiğini söyledim. Kişisel hak ve özgürlükler kapsamında olması gereken bu çünkü. Hem ayrıca bizden gerçekten de özgürlükler bakımından ileride olan, bizi bu konuda haklı olarak suçlayan fakat herşeye rağmen yeterince özgürlükçü olmayan pekçok ülkeye kapak olurdu bu, onların böyle ilkel bir yasağı kaldırmadan önce bizim kaldırmamız. Hep geriden mi takip etmeliyiz herşeyi? Annem tepki gösterdi. "Allah kadını erkeği neden yaratmış canım, eşcinseller nasıl evlenir?" dedi, ki kendisi eşçinselleri hiçbir zaman aşağılamayan birisidir. Diyeceğim şu, eğer bir dine inanıyorsanız, kanunların şu ya da bu kısmını yargılarken, dininiz o konuya nasıl bakıyor diye sorgularsınız. Savunduğum seküler sistemde kanunlar, din üzerinden konulamaz. Dinde türban mı var başörtüsü mü, eşcinsellik yasak mı serbest mi, seküler devlet bunlarla ilgilenmez. Olaya kişisel hak ve özgürlükler dahilinde bakar. Seküler bir devletin, kim ne cemaati kurmuş bununla işi olmaz, burada sınır ise bu cemaatin zorlama ve illegal faaliyetlere başvurmamasıdır.

İkincisi, dindar biri, laik sistemlerin her türlüsüne karşı olabilir ve cumhuriyet döneminde aşırı baskılar olmasa da bu zararlı radikalistler ortaya yine de çıkabilirdi. Fakat devlet çıkıp dininize hükmetmeye başlıyorsa ve size ne yapmanız gerektiğini söylüyorsa, radikal dinciler daha kolay yandaş toplar, etki tepki meselesi. Yoksa Türkiye'deki din anlayışı hiçbir zaman radikal olmamıştı, o yüzden tek partili yönetimin katı laiklik anlayışı ve sert yaptırımlarının, dindarları radikalleştirdiğini düşünüyorum. Kimse "yeni kurulan laik sistem, ümmetçilikten laik milliyetçiliğe geçiş, tabi katı olur" demesin. Sene 2010, atatürkçülüğün ne milliyetçilik, ne laiklik konusunda geldiği nokta farklı değil.

Devrimcilik (Ya da darbe sonrası deyimle, İnkılapçılık)
En başta böyle bir şey olduğunu düşünmüyorum. Hiçbir devrim bir kişinin devrimi olamaz çünkü. Devrimi, toplumun kendisi yapar. Bir insan toplumsal yapıyı değiştiriyorsa, bu devrim değil, diktatörlük, totaliterizmdir. Ki Kemalist olsam bile Atatürk'ün bir diktatör olduğunu olgunlukla karşılardım. Diktatör deyince akıllara despot liderler geliyor, alakası yok. Eğer diktatörlük gücün tamamının ya da büyük bir bölümünün bir kişide toplanmasıysa, Atatürk, diktatördür. İcraatlerinin iyi ya da kötü olması bunu değiştirmez.

Neyse, diyeceğim şu ki, devrimin aktörleri toplumsal sınıflardır ve devrim süreci boyunca bu sınıflar çatışır, toplumdaki yapılar kökten değişir. Bir devrimin bile alt yapısı, gelişimi, hız kazanması, yavaşlaması, sonunda tamamlanması yüzyıllar alıyorsa ve sırf bu nedenden dolayı adı "Fransız Devrimi, Bolşevik Devrimi (Sovyet Devrimi), Amerikan Devrimi" gibi kişilere değil toplumlara mal ediliyorsa, bizde nasıl üst üste "devrimler" oluyor ve bunlara "Atatürk devrimleri" diyebiliyoruz? Zaten sadece biz diyebiliyoruz, dünya tarihçilerinin Atatürk devrimleri diye nitelendirdiği devrim yok, öyle tüm dünya tarihçilerinin övgüyle bahsettiği bir liderimiz de yok, kendimizi kandırmayalım. Bakın, daha henüz yapılanlara gelmedim. Ben, ortada devrim olmadığından bahsediyorum. "Ekonomik alanında yapılan devrimler" deniyor, bakıyorsun neymiş, "Çiftçinin özendirilmesi". Arkadaşlar, devrim bu değil. Toprakta, endüstride devrim olduğunu iddia ediyorsan, tıpkı buharı makinenin icat olup, sanayinin gelişmesi, işçi sınıfında değişimler olması, akabinde çarpışmalar ve sonunda tamamen değişen bir toplumun oluşması gibi sarsıcı olayların olması gerekir. Sanayi Devrimi'ne bakın, ilki 18. yüzyılda, ikincisi 19. yüzyılın ikinci yarısında oluyor. Devrimleri değil bir kişiye, bir nesile bile bağlayamazsınız. Atatürk de gelip 300 yıl sürecek şeyleri 10 senede yapamazdı, yapmadı da zaten. Tıpkı kurtuluş mücadelesini de tek başına kazanmadığı, tanrıvari mucizeler yapmadığı gibi. Ama Atatürk'ü tanrılaştırmaya meraklı bir milletiz.

Gelelim icraatlere. Bu konuda, Osmanlı'ya çok büyük haksızlıklar yapılıyor. 1700'lerin sonundan itibaren başlayan süratli bir Avrupalılaşma, 1800'lerin başından itibaren çıkan anayasal metinler, Cumhuriyet döneminde bile bir süre kullanılacak 1876 anayasası var ortada. TBMM'den önce meclis dahi açılmış ve ilk TBMM'den daha az demokratik değil bu meclis, ötesi? 1920'den önceki hiçbir modernleşmeyi bahsetmiyoruz bile. Bahsettiğimiz ne? Ölçü aletlerinin değişmesi, miladi takvime geçiş, kılık kıyafet kanunu. Atatürk olmasa hala ilkel arşın yöntemlerini kullanıyor, şalvar giyiyor olacaktık gibi bir hava var. Kot pantolonumu Atatürk, geleneksel kıyafetleri yasakladı diye giymiyorum, siz de öyle. İnterneti de Atatürk'ün sayesinde kullanmıyoruz. Dünyanın nasıl globalleştiğinin, ve bu süreçte Türkiye topraklarının hiçbir zaman soyutlanmadığının, zaten modernleşmenin Atatürk'ten çok önce başladığının ne zaman farkına varacağız? Geleneksel kıyafetlerin yasaklanması gibi şekilci kanunlar bu süreci h-ı-z-l-a-n-d-ı-r-m-a-m-ı-ş-t-ı-r. Özellikle toplumsal yaşayışın düzenlenmesi konusu tam bir fiyasko ve bu devrim anlayışı, karşı olduğum "Atatürkçü laiklik" ve "Atatürk milliyetçiliği" üzerinden yapılan reformları destekleyen, alternatif görüşlerin oluşmasına dahi izin vermeyen bir mantıkla işledi, işliyor. Ortada bir devrimden yok, bir süreç var, bu da Osmanlı Devleti'nin ekonomik güç kaybı, batıya entegre olma zorunda kalması (Evet, bu bir zorunluluktu ve bu zorunluluğun, kendinden önceki padişahlar gibi Atatürk de farkındaydı), milliyetçilik akımının hızla taraftar toplaması, Balkan devletlerinin parçalanması gibi pekçok öğeyi içerir ve bu süreç Atatürk'ten çok önce başlamıştır ve sonra ermemiştir. Atatürk (Tıpkı zamanın diğer liderleri gibi), bu sürecin bir parçasıdır, bu sürecin yarattığı bir insandır fakat Atatürk devrimleri saçma bir söylem, yalan ve dolan.

Kemalist devrimler ve şekilcilik
Bugün başörtülüler şekilci olarak nitelendiriliyor (Ki bence bunu öyle görmek, dindarların ne taktığından değil, tam tersine, Atatürkçülüğün şekillere çok taktığından kaynaklanıyor), lakin şapka devrimi gibi komik, yönetimdekilerin batıyı nasıl çarpık anladıklarının göstergesi olan bir devrim var. Milleti şapka takmaya zorlayarak, batı müziğini dinleterek mi Avrupa standartlarına yükselteceksiniz? Ve bunlara devrim deniyor, şaşıyorum. Devrim, toplumla beraber olur, topluma baskı uygulayarak değil. Bu yüzden en fazla, bu devrimlere "reform" diyebilirsiniz, o da bazılarına. Ve bu kanunlara uymayanların asılmasına modernlik gözüyle bakanlar, aynı zihniyetle doğudaki bebek katliamlarına da "modern ülkeye giden yolda engelleri kaldırmak" olarak bakıyor. Sonra da yurtta sulh, cihanda sulh (Ki lafa bakılmaz, kişinin ayinesi iştir - Alıntılarla Atatürk'ün dindarlığını, modernliğini, ekonomi görüşünü kanıtlayamazsınız. İcraatlere bakın). İnsanları kıyafetlerine göre "şekilci, yobaz, laik" olarak sınıflandırmak, Atatürkçülüğün eseridir, kimse kusura bakmasın. "Batıda bu yok, o yüzden yasak." "Batıda bu var, o yüzden zorunlu." gibi yüzeysel bir anlayıştan ötesi yok ortada. Faşist İtalya'dan kanunları çevirip yürürlüğe sokmak devrim falan değil.

Cumhuriyetçilik
Cumhuriyete karşı değilim. Fakat beni rahatsız eden konu şu; İnsanlar, cumhuriyeti demokrasiyle karıştırıyor. Atatürk ilkelerinde "demokrasi" yok - Cumhuriyetçilik de demokrasi anlamına gelmiyor. İran'da yönetim şekli cumhuriyet, demokrasiyle alakaları var mı? Yok. İngiltere'de krallık var ve demokrasi bizimkinden daha çok gelişmiş durumda. Bizde "İkinci cumhuriyet" devrinden korkanlar varken, Fransa'da şu an beşinci cumhuriyet yürürlükte. Ne kadar komik değil mi? Bir sistem işlemiyorsa, değişmeli. Tıpkı saltanatın kaldırılması gibi. Bizde de söylendiği gibi "cumhuriyet" ile demokrasi at başı yürümemiştir, hala da yeterince demokratik olmadığımız açık (Ki Amerika'da cumhuriyetçi ve demokrat partilerin birbirinin rakibi olması ironik değil mi?).

Bir insan vatansever, demokrat, özgürlükçü olmak için, cumhuriyetçi olmak zorunda değildir. Tamamen farklı bir sistemi savunabilir. Ben şahsen ülkemizdeki merkeziyetçi sistemden rahatsızım. Tıpkı BDP'nin önerdiği gibi, merkezi hükümetin halk üzerindeki yetkilerinin kısıtlanmış olduğu, yerel yönetimlerin daha yetkin olduğu, halk üzerinde baskı kurmayan federal bir cumhuriyeti çok daha tercih ederim. Bu da sistemi tamamıyla değiştirmekten geçiyor. Cumhuriyetçilerin (Sadece onların değil, düzeni savunan herkesin) hiç istemeyeceği bir şey bu -Ki cumhuriyet solla, solcu cumhuriyetçilik milliyetçilikle ve hepsi toplanıp militarizmle karışınca ortaya gayet katı bir görüş sentezi ortaya çıkıyor ki bu görüş ülkenin yerinde saymasının, yıllardır aynı sorunlar etrafında zaman, mal ve can kaybetmesinin ana nedenlerinden biri.

Neyse, üç ilkeye uzun uzun yazdıktan sonra dördüncüsünde bu kadar yeterli. Bir parantez de halkçılık ve devletçiliğe parantez açıp faşist Musollini korporatizmiyle benzerliklerinden bahsederdim ama yapmıyorum. Yoruldum.

Sonuç

Atatürkçülüğün özgür düşünceye, vatanseverliğe ve her yola giden anahtar olduğunun sanıldığı, MHP'sinden CHP'lisine herkesin Atatürkçü olduğu, hatta Erbakan'ın bile "Atatürk yaşasaydı, Milli Görüşçü olurdu" dediği, bazı solcuların bir elinde Deniz Gezmiş bir elinde Atatürk posterleriyle gezdiği bir ülkede, Atatürkçü olmadığımı söylüyorum. Evet, Atatürk pragmatist bir devlet adamıydı ve onun dini öven, dini yeren, kapitalist, anti-kapitalist, faşist, bütünleştirici, kısacası her görüşten sözünü bulabilirsiniz. Ortada bir Atatürkçülük yok - Ki bu, başka bir yazının konusu olacak nitelikte. Atatürk ne bir tanrı, ne de eşi benzeri görülmemiş bir deha. İyisiyle, kötüsüyle bir devlet adamı, diktatör, herşeyden önce bir asker ve en başta söylediğim gibi, sırf anayasanın tekeline alındığı için, mükemmel bir ideoloji ve icraatler üzerine oluşturulmuş felsefesi olsaydı da -Ki hiç de böyle değil-, Atatürkçü olmazdım (Daha doğrusu, Atatürkçü olsam da bu sistemi tekeline almış bir devleti desteklemezdim). İçinde milliyetçilik kavramını barındırması, faşist uygulamalar, tamamen faşist bir laiklik düzeni gibi nedenlerin her birisi tek başına bile atatürkçülüğe karşı çıkmam için yeterli bir sebep olurdu. Şunu söylüyorum; Hiçbir dine inanmayan, ırk kavramını geçtim, millet kavramını reddeden, kişisel hak ve özgürlüklerin katı savunucusu bir birey olarak Atatürkçü değilim. Bu modern çağda hiçbir insanın da "muhasır medeniyetlere seviyesine" ulaşma ya da bu amaçta fikir üretme konusunda Atatürk'e ihtiyacı olmadığını, hatta bir insana takılmanın bu yolu -ve ülkenin önünü- engellediğini düşünüyorum. Tutuculuğun her türlüsü zararlıdır ve Atatürkçülük de -pek çok ideoloji gibi- ilerleme yoluyla değil, tutuculukla günümüzde varlığını sürdürüyor. Benim savunduğum, islamcının da, atatürkçünün de, komünistin de kendini açıkça ifade edebileceği, ama başkasını kendi fikrine göre zor kullanarak şekillendiremeyeceği bir sistem. Atatürkçülüğün, çok katılmadığım "zamanın gereği" diye aklanan eylemlerinin öyle bile olduğunu düşünsek, birçok yönden ömrünü tamamladığını ve bugün işlemediğini düşünüyorum. Atatürk'le bir sorunum yok, belirtme gerekliliği hissettim çünkü böyle bir saçmalık da var. Atatürk'ü eleştiren herkesi Atatürk düşmanı olarak görüyorlar. Ölmüş bir devlet adamıyla ne sorunum olsun? Her devlet adamı eleştirilmelidir lakin ben geçmişte yapılanı eleştirirken, suçlama amaçlı yapmam bunu, ileriye bakarım, zaten eleştirmemin nedeni de budur. Denenmiş, olmamış eylem ve düşünceler var, bugün bu yüzden pekçok kişi de hala mağdur, sırf Atatürk yaptı diye hala aynı şeyleri savunmanın anlamı nedir? "Atatürk yaşasaydı" diyaloglarını sevmem ama onun bile düşüncelerinin orta ve uzun vadedeki başarısızlıkları ortaya çıktıktan sonra değişeceğini düşünüyorum (Çünkü Atatürk pragmatikti), ama ne hikmetse Atatürk'ten çok Atatürkçü olmuş bazıları. Yine bazı Atatürkçüleri görüyorum, Atatürk'ten sonra İnönü'nün yaptıkları konusunda daha objektifler ve İnönü'yü kötülüyor, Atatürk'e ihanet ettiğini söylüyorlar. Ben bu görüşü dürüst bulamıyorum, İnönü ile Atatürk'ü de birbirinden çok ayırmanın doğru olduğunu düşünmüyorum.

Özetle, "Osmanlıcılık" ve "Atatürkçülük/Cumhuriyetçilik" arasından birini seçmemizi zorlayan bir eğitim sistemimiz var ya, ben ikisinin de birbiriyle çelişmediğini, birbirinin devamı olduğunu söylüyor ve ikisinin de tamamen değiştirilmesi gereken yönlerinin olduğunu düşünüyorum (İkisi birbirinden bahsedildiği kadar farklı değil), ikisinin de taraftarı değilim (Bana ÖSS inkılap tarihinde öğrendiklerinizin gazıyla, Ahmet Taner Kışlalı ağzıyla gelip "Atatürk olmasa bunları söyleyemezdin" derseniz, aramızda fikren uçurumlar vardır zaten, boşverin hiç tartışmayalım). "Farklı görüşe saygı" lafına inanmıyorum ve insanların doğasına aykırı olduğunu düşünüyorum, ama ihtiyacımız olan şey farklı yaşam tarzlarına saygı ve kimsenin yaşam tarzına hiçbir mekanda karışmayacak bir sistem. İsteyen istediğini anlasın, isteyen istediğini alsın.

Referans/Kaynaklar
(1) Cumhuriyet, 13 Temmuz 1930, s.4
(2) A.G.M. 19 Ağustos, 1930, s.3
(3) Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, s. 130
(4) http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=SoylevDemecler&IcerikNo=156
(5) Cumhuriyet, 19 Eylül 1930
(6) Hakimiyeti Milliye, 21 Mart 1923
(7) (Milli Misak ve Lozan, Tahsin Banguoğlu, Türk Edebiyatı, İstanbul Ekim 1987, s.7)
(8)http://istanbulizci.com/genelt.asp?id=66&ad=KE%DE%DEAF%20OCA%D0INDAN%20G%DCN%DCM%DCZE%20%20%DDSTANBUL%92DA%20%DDZC%DDL%DDK
(9) http://www.tcmb.gov.tr/yeni/banknote/E1/14t.html
(10) (Ruşen Eşref Ünaydın; Atatürk Tarih ve Dil Kurumları -Hatıralar-, TDK. Yayını. Ank., 1954, s.549)
(11)http://tdkkitaplik.org.tr/gun_dil.asp
(12)http://tdkkitaplik.org.tr/tezler.asp
(13) Cemil Koçak, Belgelerle İktidar ve Serbest Cumhuriyet Fırkası,
s.325-326
(14) http://www.telgrafhane.com/index.php/kategoriler/tarih/59-medenibilgiler.html
(15)http://www.candundar.com.tr/_old/index.php?Did=3664
(16) Türk İnkılap Enstitüsü Yay. C. II, s 217