19 Haziran 2012 Salı

Modern Dünya İnsanının Kimliği


İlk kez ne hakkında yazacağımı düşünmeden oturdum ve aklıma gelenler sözcükleri dökmek istiyorum.

John Lenon'a sormuşlar, "Büyüdüğünde ne olmak istiyorsun" diye. "Mutlu olmak istiyorum" diye cevaplandırmış John. "Soruyu anlamadın" demişler, "Hayatı anlamadınız" demiş.

İçinde bulunduğumuz durumu özetliyor bu diyalog aslında. Uğrunda savaşlar verilen kimlik mücadeleleri, "Ben kimim?" sorusuna verilen dine dayalı, ırka dayalı, kişisel zevklere dayalı cevaplar artık hep geri planda kalıyor. Çünkü günümüzde esasen hangi işi yapıyorsanız, toplumun gözünde osunuzdur. Mühendis mi, doktor mu, ya da sırf "bir şey" olamadığı için "bir şey" olmuşların yapmadığı işleri yapmak zorunda kalan mı, fahişe mi, çöpçü mü, gününüzün uyanık kısmını hangi işi yapmakla harcıyorsanız siz osunuz. İşinde başarılı olana iş dışında da değer verilir, yoksa kimin umrunda kişilik tanımları?

Bunu yadırgamak ne derece doğrudur bilmiyorum çünkü insanları tanımak imkansızdır. Onları pratikte tanıyabiliyoruz ancak, yani pratikteki davranışlarıyla. Albert Camus buna örnek olarak oyuncuları verir; bir oyuncunun kişiliğini yüz performansını izleseniz de tanımazsınız. Fakat o oyuncuyu yüzüncü farklı performansında, doksandokuz performansını izlediğinize oranla daha iyi tanımış olursunuz. Yani insanların mesleklerine göre değerlendirilmesi bir dereceye kadar normal.

Fakat değindiğim nokta, insanların makineleşmesi; yüzyıllar boyunca onlara verilen kadın/erkek rolleri ve kültürel rollerin üstüne bir de mesleki rolünü ekleyip, kişilikleri tamamen geri plana itmek. Burada başka bir John, John Zerzan'ı hatırlarsak, iş bölümü başladığında insanın kendisine de yabancılaşmaya başladığını söylüyordu (Ki Marks'a göre bu yabancılaşma, ilerlemeye sebep olduğu için olumlu bir durumdur). Zerzan ile aynı ekolün temsilcisi Fredy Perlman bir örneklendirmeye gider ; eski avcı-toplayıcı kabileler bir duvar inşa edecekleri zaman bir araya gelir, planını, projesini yapar, duvarı inşa eder ve sonra dağılırlar. Yani bu işin sonunda hiçbiri duvarcılık mesleğinin kölesi olmaz, hayatlarını sürdürebilmek için ona bağımlı kalmazlar. Yani öyle bir toplumda "çalışmama hakkı" da vardır. Evet, sermaye sahiplerine iş yapmadıkları ve buna rağmen emeklerimiz üzerinden geçindikleri için kızıyoruz, fakat bence asıl sinirlendiğimiz şey onların çalışmaması değil, bizim elimizden alınan bu çalışmama hakkıdır. "Bir yerden miras kalmamışsa, çalışmayan ölür" mantığıyla işleyen sistemdir.

Evet, avcı-toplayıcı tarzı bağımsız yaşam size gelişmiş teknolojiler, karmaşık şehirleşmeler sunmayabilir fakat hayatınızı da makinelere, mesleğinize, dosyalara endekslemez, kimliğiniz prototip meslek elemanı olmaktan çıkıp, özgünleşmeye biraz daha yaklaşır. İnsanın otuzbin yıllık doğadan (ve insan doğadan farksız olduğuna göre kendisinden) yabancılaşma serüveni, bizleri gerçekten daha mutlu hale getirdi mi sizce?

8 Haziran 2012 Cuma

Cinayet Hakkı


Uzun süredir üzerinde çalışmakta olduğum çizgi roman ve diğer iş-güç dolayısıyla yazamıyordum. Önceliği daima okumaya veren biriyseniz zaten yazmaya vaktiniz kısıtlı oluyor. Bu aralar blog üzerinde daha çok vakit ayırabilme ihtimalim var, bakalım :)

Kürtaj hakkında herkes son zamanlarda bir şeyler söyledi. Belki gündem değiştirmek amacıyla yapılmış "Sezeryana karşıyım, kürtaj cinayettir, her kürtaj bir Uludere'dir" gibi ancak bir deliden çıkabilecek akıl yürütmeleri üzerine kilitlenerek kitlece deliliğimizi kanıtladık belki de. Savaş uçaklarıyla vatandaşlarını parçalayan devletin başındaki isim adeta "Sizler benim ceninlerimsiniz" diyordu. Devlet fetusları kürtaj etmişti ve bir kürtaj gibi, olayın sorumlusu yoktu. Aslında başbakan "Kürtler fetustur, devletin kürtaj hakkı vardır" dese daha tutarlı bir açıklama olurdu. Kılıçdaroğlu'nun "Uludere'yi ziyaret edelim" önerisi de evlere şenlik; abilerini, amcalarını savaş uçaklarına kurban etmiş çocuklar, oraya giden kodamanları taşlarsa ne olur? Terörist olur.

Bu arada eski kız arkadaşının birkaç ay önce tecavüze uğradığını öğrenmiş ve biri olarak "tecavüz çocuğuna da devlet bakar" diyen ucubelere yorum bile yapamıyorum. Sadece, tecavüzlere de, o tecavüz çocuklarına da, bu lafı kullanabilenlerin iliğine kadar işlemiş kadın düşmanı muhafazakar kültürün sebep olduğunu söylemem yeterli olur. Ben bu tartışmaya daha geniş ve evrensel bakıp, üç ana başlık altında katılmak istiyorum: Hak-güç dengesi, kürtaj/cinayet/intihar ilişkileri ve kadın sorunu ile kürtajın bağlantısı.

"Doğuştan gelen haklar" yalanı
"Bir şeyi yapmaya gücün varsa, onu yapmaya hakkın vardır." - Max Stirner

İnsan hakları denen, kulağa hoş gelen bir yalan manifestosu var. "İnsan" denen olgu nasılsa kutsallaşmış, İncil'deki "insanın doğaya hükmetmek için yaratıldığı" tezi doğrulanırcasına insan, doğuştan itibaren bir takım haklarla doğuyor. Bu hakkın en büyük savunucuları ise nasıl oluyorsa "daha az insan" olanların topraklarını işgal etmekle meşguller. Türkiye gibi insan hakları konusunda Somali'den beter bir devlet de çıkıyor, "İnsan denen şey kutsaldır, cenine bile dokunulmamalı" diyor. Esasen, insanın biyolojik olarak hayvandan, kimyasal olarak dünyadan, fiziksel olarak da evrenden hiçbir farkı yok demişler, buna katılıyorum. Yaşam, kutsal falan değildir ve "hak" denen şey güç ile birlikte gelir. İnsan, dünyanın en güçlü canlısı haline gelmiştir ve insan haklarını uydurmuştur. Yine aynı insanın daha güçlü olanlarının, daha zayıf olanlar üzerinde cinayet hakkı da vardır.

Örneğin devletin gücü vardır ve cinayet işlemeye hakkı vardır (Gerçi devlet insan değil ama içindekiler de biyolojik olarak sen, benle bir). Türkiye'de son 10 yılda devlet eliyle işlenmiş ve hiçbir yargılamaya tabi tutulmamış yetişkin ve çocuk cinayetleri buna en büyük örnektir, Uludere son konu olduğu için düşünmeye oradan başlayabiliriz. Türkiye kadar rahat davranılamayan ülkelerde de halklar, devletlerin ellerinden bu gücü aldıkları için bunlar yaşanmamaktadır. O devletler de kendilerini kısıtlayan, zayıflatan kanunlar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Kimi zaman bu kanunları halkın kendisi oluşturmuştur ve yönetimler en başından beri, güçlü devleti engelleyici bir şekilde kurulmuştur ve halk, gücünü ve hakkını elinden bırakmamıştır. Yani, güç ve hak, daima el ele yürür.

Bu, bireysel anlamda da öyledir. Örneğin Türkiye'de her gün 5 kadın cinayeti yaşanmakta çünkü erkeklerin gücü elinde bulundurduğu bir ülkede yaşıyoruz. Yani gücü olanın, cinayete de hakkı vardır. Cinayetin ahlaki yönü, nedeni, sonuçları, gibi pek çok tartıya konulan soyut ve somut kavramlar; bir insanın cinayete hakkı olup olmadığını belirler. Kişi kendinde bu hakkı gördüğü, yani o gücü bulduğu vakit cinayeti işler; işlemiş olması buna hakkı olduğunun kanıtıdır. Sonradan katile istediğiniz suçu verseniz de onun bu hakkı kullanmış olduğu gerçeğini değiştiremezsiniz. Çünkü yaşam hakkı doğuştan elde edilmez; ben yaşamak istiyorsam, bunu bir takım düzenlemelerle, edindiğim öz savunma silahlarıyla veya insanların birbirlerini öldürmek istemediği bir düzen kurarak elde edebilirim. Bu bakımdan "hak ihlali", "haklara müdahale" gibi terimler de bir aldatmacadan ibarettir. Aslolan, güçlü olanın hakkı olduğudur.

Bu güç ve hak dengesini her alanda görebiliriz. Ben bir çocuğu incitmeye korkuyorsam, o çocuğun şirinliği, kırılganlığı, benim ona yüklediğim anlamlar, o çocuğu benim üzerimde güçlü kılar. Aynı şekilde bir kadın, taşıdığı cenin ile arasında kurduğu bağın, ahlaki sorumluluğun ve getirilerinin sonucu, kürtaj hakkını kendisinde görür veya bu hesaplama sonucu cenin ağır basar ve cenine verdiği güç gereği, onun yaşamasına karar verir. Yani ona yaşama hakkını veren ne beşeri yasalardır, ne ilahi bir varlıktır, ne doğa kanunlarıdır; cenine o hakkı verecek olan kişi annenin kendisidir. Kişi spermlerine, bağırsak kurtlarına, kendi bedenine ait olsun olmasın çevresindeki canlılara yaşam hakkını kendisi verir, veya karşısındaki bu hakkı ondan bir şekilde alır. Bu durumda kendisini koruyamayan hiçbir şeyin yaşam hakkı yoktur diyebiliriz. Bu yazıyı okuyan herkes bir güvercinin öldürülmesiyle bir böceğin öldürülmesi arasındaki farkı düşünürse ne demek istediğimi anlayacaktır. Güvercin; uçabilmesiyle, şirinliğiyle, masumiyetiyle bu hakkı insanlardan "alır". Bunun aksine, tarımda öldürülen böcek, çekirge ve sürüngenlerin sayısı milyonlarla ifade edilirken, vejeteryenler daha az suçlu hissederler. Veya kendi yaşam hakkımız için başka bir canlıyı yerken bunun ahlaki muhasebesini yapmayız. Umarım demek istediğim şey açıktır.

Aynı şekilde annenin de doğuştan gelen bir "kadın hakkı" falan yoktur. Eğer ki kadın, bedenine dokunulmasını istemiyorsa bu hakkı kendisi edinmelidir. Meclis mi basılır, doktorlarla bir olunup yasaklar mı delinir, özerk hastaneler kurulup oralarda kürtaj mı yapılır, bunlar kadınların vermesi gereken kararlardır. "Edinilmiş haklarım var" diyerek bir yere varılmaz. Kalem oynatmaya bakan yasaları hakkın kendisi olarak görüyorsanız ve siyasetçilere o yasaları istedikleri zaman değiştiremeyeceklerini öğretmemişseniz, zaten hakkınız falan yoktur. Gücü olanın insafına kalmışsınızdır ve gücü olanın hakkı vardır.

Burada bir anlam kargaşası olmasın; "haklı" olan her zaman "doğru" değildir. Hakkı olduğu için bir şeyi yapıyor olmak, o eylemin doğruluğunu göstermez. Ne kürtaj, ne cinayet, ne yasa değiştirmek, ne tecavüz, ne banka kurmak, ne banka soymak, ne başka bir şey, "hak varsa yapılmalıdır" mantığıyla işlememelidir.

Kürtaj: Cinayet mi intihar mı?
Öncelikle, cinayet erkek eylemidir, bunu kafamızın bir yerine yazalım. Katillerin çoğunlukla bir erkek olmasından da bahsetmiyorum, cinayetin kendisi erkeklerin bulduğu bir kavramdır. Doğada çok yüksek oranda kendi türünü öldürmek fiili gerçekleşmese de; gerek otorite kavgaları olsun, gerek çocuk öldürmeler olsun, bunlar hep erkekler tarafından yapılır. Katil kadın bile "erkekleşmiş" kadındır.

İkinci konu, bir yaşam sona erdirmenin cinayet sayılabilmesi için neye ihtiyaç vardır? Karşıda bağımsız bir canlı ve fail. Bunun farkında olan Diyanet İşleri Başkanlığı bir açıklama yapmış; bilim bize, döllenen yumurtanın anneden ayrı bir birey olduğunu söylüyor demiş. Gerçekten bilim öyle mi söylüyor? Hangi bilimdir bu, anlamış değilim (Gerçi diyanetin "bilim" ile bu kadar içli dışlıymış gibi konuşması da ironik, bilimin kölesi olmak da ayrı bir tehlike). Çünkü "kürtaj" ve "bağımsızlık" birbirini reddeden iki kavramdır. Eğer ki cenin, anneden bağımsız bir canlı olsaydı, çıkartıldığında yaşayabilirdi. Çok "hassas" olan ve kürtajın cinayet olduğunu düşünenler, fetusu başka rahimlere sevketmenin veya onları teknolojik haznelerin içinde geliştirmenin yollarını arasınlar. Fakat bu durumda bunun adı kürtaj olmazdı. Kürtaj kavramı ise, ceninin annenin bir parçası olduğunun kanıtından başka bir şey değildir. Parmağını kesersen o parmak çürür gider; cenini çıkartıp alırsan o da çürür gider. Bu nasıl bağımsız bir birey o zaman? Her şeyden önce cinayet için gerekli olan şey, bizden bağımsız bir canlı yoksa karşımızda, buna nasıl cinayet denir ve katil kimdir?

Bu konular her yerde dillendiriliyor, biz gelelim bu alt başlığın açılma nedenine ve kimsenin üzerinde kafa yormadığı bir hususa. Bir erkek gözüyle bakıp, cenini cinsel birleşmeden itibaren bizden ayrı bir varlık olarak görmek çok kolaydır, çünkü zaten çocuk bir erkek için, "sıvılarından kurtulmasının" sonucu olmuş bir canlıdır. Böyle yorumlayan erkek, çocuğu birleşme anından itibaren farklı ve bağımsız görüp, kürtaja cinayet diyebilir. Ben de "Lan dışarı boşalsaydım ne iyiydi" diyip o cenini kendinden haberi olmayan sıvımsı bir şey, zararsız bağırsak kurdu değerinde görebilirim. Fakat kadın için durum tam tersidir; cenin daima onun bir parçasıdır. Kadın, ceninle daima bir iletişim-etkileşim halindedir. Ondan kurtulmak, onun içindeki canlı bir dokuyu aldırmak, kendisinden eksiltmektir. Nasıl ki masketomi gerektiğinde bu bir zorunluluk durumuysa, kürtaj da bir ahlaki, duygusal, ekonomik, psikolojik muhakeme sonucu isteksiz yaptırılır. Bu bakımdan kadın, dışarıdan bir bireyin hayatına son vermek olan cinayetin tersine, asıl acıyı ve zararı kendinden haberi olmayan, korunulan ilişkilerde öldürülen milyonlarca sperm ve her ay atılan yumurta hücresi kadar hissiz cenine değil, kendisine verir. Bunu yapana kadar içinden geçtiği psikolojik süreç de cinayete değil, intihara yakındır. Yani "kürtaj hakkı" dediğimiz şey, ötenazi hakkı gibidir. Ötenazi hakkında da çekilmiş filmler, yapılmış çalışmalar, verilmiş mücadeleler var. İlk akla gelen, vücudunun hiçbir yeri tutmadığı için intihar edemeyen, senelerce ötenazi isteyen, sonuç alamayınca çok ilginç bir çözüm yolu bulan adamın gerçek hayat hikayesinin anlatıldığı Mar Adentro filmidir.

Burada küçük bir not düşerek bir sonraki konuya bağlayayım; hala kürtajı ayrı bir bireyin katli olarak görüyorsanız, "bir insan, kendi çocuğunu neden öldürür?" sorusuna uzun uzun cevap vermeniz gerekir. Zira belirttiğim gibi, "cinayet" bile "hak" kapsamında savunulabilir ve cinayetin bir ceza ile yasaklanmaya çalışması onun bir "hak" olduğu gerçeğini değiştirmez, cezalar da zaten suçları önlemez. Aynı şekilde kürtajın ne olduğuna karar verecek kişi anne adayıdır; önemli olan yasak ve hak üzerinden bir tartışmaya gitmek değil, kendi içinde vicdani yükümlülüğe katlanmak pahasına bunu yapmak durumunda kalan kadınları eyleme iten faktörleri düşünmektir.

Yasaklamak değil, sorgulamak
Kürtaj hakkındaki tartışma iki cepheden sürüyor; bir tarafta bunun kadın hakkı olduğunu söyleyenler, diğer tarafta tecavüzden hamile kalan bile doğurmalı diyecek kadar şuursuzlaşanlar. Fakat kimsenin sormadığı bir soru var; yahu kürtaj oranı ülkede neden yüksek? Bir toplumda hırsızlık oranı yüksekse, orada bir şeylerin yanlış gittiğini söyleriz. Fakat binlerce kadın üreme organlarını açıp içlerinden bir parça aldırıyor ve bunun nedenlerine vurgu yapan yok.

Kürtajın kadın odaklı ilk yorumunu yapanlar feministlerdi ve bu insanlar kürtaja karşıydılar. Tabi ki devlet kürtajı yasaklamalıdır demiyorlardı, fakat kürtaja sebep olan faktörleri (Ki bu faktörler kadın sorununun kendisini de oluşturur) kaldırma yollarını aramanın gerekliliğine işaret ediyorlardı. Örneğin Emma Goldman, yüksek kürtaj oranının, toplumsal bir trajedi olduğunu söyler.

Gerçekten de yüksek kürtaj oranı; kültürel ve ekonomik şartların, eğitim sisteminin iflas ettiğinin göstergesidir. Kürtaj bir gösterge, bir sonuçtur. Kadın açısından, dünya ülkeleri içerisinde en kötü durumlarda olanlardan birisi oluşumuzun nedenidir yüksek kürtaj oranı ve kürtajı bu açıdan ele almak gerekir. Çünkü kürtaj zaten ekonomik yetersizliğin göstergesidir. Kürtaj, prezervatif kullanmayı bile reddeden milyonlarca erkeğin, karısına tecavüz ettiğinin göstergesidir. Kürtaj, kadınların acı çektiğinin göstergesidir.

Mesela deniyor ki, kürtaj yasaklanırsa töre cinayetleri artar. Bu yüzyılda neden töre cinayeti olduğunu sorgulayan, kadın sığınma evlerinin sayısını tartışmaya açan kaç yazar, gazeteci oldu bu konuda, töre cinayetleri hakkında ne yapıldı? Şu an vergilerimiz bu konulara değil, Çamlıca ormanlarını mahvedip orada İstanbul'un her yerinden görünebilecek devasa bir cami yapımına harcanıyorsa, bu vergilerle dünyanın en büyük kara ordusu kurulup, devlet, seçtiği insanlara "istenmeyen cenin" muamelesi yapıyorsa, sıradan insanlar olarak bizler kadın sorunu hakkında hiçbir şey yapmamışsak, kürtaj yasağı denildiğinde tepemizin atması iki yüzlülük değil midir?

Diyeceğim şu; kadınların durumu göze alındığında kürtajı yasaklamak, güneşi balçıkla sıvamak gibidir. Mağdur kadını katil pozisyonuna itmek, cinayet kavramını ucuzlaştırmaktır ve asıl sorunları inkar etmektir.
Hem yasağı savunanlar adına, hem kürtaja basit bir "kadın hakkı" gözüyle bakanlar adına bu böyledir. En azından, kürtaj yasaklanmadığı müddetçe feministlerle dalga geçen, kadın meselesi üzerine "cennet anaların ayakları altındadır" kıvamından öteye gidemeyen sözler etmemiş, kürtaja sebebiyet veren durumları da ortadan kaldırmak için uğraşma taraftarı olmayanları da sorgulamak gerekir, çünkü "kürtaj kadın hakkıdır" diyip gerisini getirmeyenler, fuhuşa karşı olanlara "kadın bedenine karışmayın!" diyenler gibidir. Seks işçiliğini hiçbir kadın isteyerek yapmaz, erkeklerin fuhuşa talebi olduğu yerde bir çarpıklık, olmaması gereken bir açlık var demektir, o yerde kadınlar hala "servis eden", erkekler ise zevk alan konumunda demektir. Nasıl ki fuhuşu yasaklamakla bu gerçeği kaldıramazsanız, kürtajı serbest bırakmakla da, yasaklamakla da bu kadınların pozisyonunu değiştiremezsiniz. Olayı "kadın bedenine müdahale" konusundan çekip daha geniş olarak ele almadan yürütülen her tartışma sığ kalacaktır. Zaten paradoks olarak, kürtaja neden olan şey, kürtaj yasağını destekleyen muhafazakar kitlenin inançlarıdır, kadınları ittiği pozisyondur. Kadınlar ekonomik bağımsızlıklarına kavuşurlarsa, kültürel anlamda özgürleşirlerse, sekste erkeklerin baskın rollerini ellerinden alırlarsa, yani "güçlenirler", dolayısıyla "haklı" olurlarsa, o zaman görürüz, kürtaj oranı nerelere düşüyor. Dünyada hiçbir yasak, hiçbir sorunu çözmedi, şimdiden sonra da çözmeyecek. Benim endişem, yasak yokken bu sorunları reddetmektir.

26 Şubat 2012 Pazar

Anti-Ermenist Salaklar ve Tohumuna Duyarlılar

Ne kadar hoş. Yaratıcılıktan uzak ırkçıların ve soft ırkçı olan milliyetçilerin hezeyanları ve ad hominemleri olmasa bize de yazacak konu kalmayacak.

Öncelikle şunu belirtelim: Hocalı'da olanlar katliamdır, 613 sivil katledilmiştir ve bölgede etnik temizlik amaçlanmıştır, bunu inkar edemeyiz. Kendi adıma lanetliyorum. Bu hakkı da, dünyada katliama uğramış tüm halkların üzüntüsünü paylaşmaya çalışan ve egemen güçleri lanetleyen biri olmaktan, yani tutarlılığımdan aldığımı düşünüyorum.

Ancak, kazın ayağı bundan ibaret değil. Taksim'i, Beşiktaş'ı, Şişli'yi, yani İstanbul'un dört bir yanını "Ermeni yalanına sessiz kalma" yazan posterlerle dolduran ve her köşede broşür dağıtan, "Hepimiz Hocalı'lıyız, Hepimiz Mehmet'iz" başlıklı siteler açan, sözlüklere "Hrant Dink için Ermeni olan Ermeniciler bakalım ölen Türk olunca Hocalı'lı olabilecek mi?", "Asıl soykırım budur, bunu kınayın" yazanların niyetleri başka. Niyet okuması yapmıyorum, nefret söylemlerinden bu anlaşılıyor zaten.

Öncelikle, bu odunların anlamadığı şey şu; Biz milliyetçilik karşıtları soykırım ve katliam yapan güçleri, ırklarıyla özdeşleştirmeyiz. "Yahudileri Almanlar katletti" demeyiz örneğin, "Naziler katletti" deriz. 1915'te Ermenileri Türkler katletti demeyiz, İttihatçi subaylar yaptı deriz, Dersim katliamı için de tek parti diktatörlüğünü suçlarız, "Türkler kasaptır" demeyiz. Hocalı katliamı da, Rus birliklerinin desteğindeki Ermeni kuvvetler tarafından gerçekleştirilmiştir. Şimdi sen bir organizasyon düzenliyorsun, "Ermeni yalanına sessiz kalma" gibi bir genellemeci, ırkçı slogan yazıyorsun. İkincisi, Türkiye tarihine altın harflerle yazılacak güzide "Hepimiz Ermeniyiz" sloganına karşı tavır aldığını "Hepimiz Hocalılıyız" sloganıyla vurguluyorsun. Aynı yıllarda olmuş Bakü katliamını, Maragha katliamını ağzına almıyorsun. Dersim, Halepçe, Zilan katliamları senin için hiçtir, Ermeni soykırımı zaten yalandır. Sen cahilsin, Fransa parlamentosu Ermeni soykırımını kabul etmese, Hocalı soykırımından haberin bile olmayacaktı, ilkel şartlı reflekslerle hareket ediyorsun. Senin organizasyonunda benim işim ne?

Nitekim beklenen oldu, Taksim'deki protestoda düşünülebilecek en ırkçı pankartlar açıldı. "Türkiye dar geliyor, bugün Taksim yarın Erivan. Bir gece ansızın gelebiliriz." yazılı MHP pankartlarından tutun, yine kimin kimi düzdüğü üzerinden dünya görüşünü şekillendiren insanların pörtlemelerine, "Bozkurt Ogün, Bozkurt Çatlı", "Ermeni piçlerinden intikamımız büyük olacak" sloganlarına kadar çok sayıda faşist söylemlere ve görsellere tanık olduk. Bu basit bir soykırım anma etkinliği miydi, bir Ermenofobi kesiti miydi?

Kimseyle hümanizm yarıştıracak vaktim yok. Oradakilerin katliamın kendisine değil, öldürülenlerin "kardeş", öldürenlerin "Ermeni" oluşuna tepkili olduğu açıktı. Daha en başından bu organizasyonun, Hocalı katliamını anmak ve sorumlularının yakalanmasına yönelik masum bir istekten ibaret olmadığı, Ermeni nefreti üzerine kurulduğu açıktı. Hatta bir tespitte bulunayım milliyetçi arkadaşım, Hocalı katliamına bilinçaltınızda seviniyorsunuz ki Ermenilere karşı bitmeyen nefretinizin bir gün için bile olsa haklı bir nedeni olduğunu kendinize kanıtlamış olun. Dün Ruanda'da olanlar, Türkiye'de sivil Kürtlere yönelik kontr-gerilla katliamları, aynı şekilde bugün Kolombiya'da sivil halka karşı uygulanan paramiliter katliamlar, sizi aynı şekilde yaralıyor mu örneğin? İnsan biraz tutarlı olmalı.

Ben içtenlikle Hocalı katliamının sorumlularının tespit edilmesini gönülden isterim ve bu zihniyetin ortadan kalkması adına halkların ellerinden geleni yapması en büyük temennimdir, birey olarak da üzerime düşeni yapmaya hazırım. Bugün Taksim'de olmayışımın nedeni "Hocalılıyım" demekten çekindiğim veya bu katliamı kınamadığım için değil, bir yas gününde bile nefret söylemlerinde bulunmayı başarabilen, ortadan kaldırılmasını istediğim zihniyetin parçası olan bu odun kafalı güruhla yan yana gelmeyi midem kaldırmayacağı içindir. İnsanlık suçuna ortak olamam, kusura bakılmasın.

22 Şubat 2012 Çarşamba

Cehennemlik Olmamak için derhal Avrupâî Yaşam Tarzını Bırakın!

Dün Fatih Çarşamba semtinde bir restorandaydım. Mekanı "bir restoran" olarak belirtiyorum çünkü ismine bakmadım. Fakat tarif edebilirim; Cami avlusunun itfaiye tarafına değil çarşı tarafına (Malta diye de bilinir), yani Yavuzselim tarafına bakan girişinde, Mas Et'in bitişiğindeki restoran.

Söz konusu restoranın bu yazıya neden olması hizmetinden, hijyeninden veya yemeklerinden değil. Pek sık dışarıda yemek yemediğim için restoranlardaki geleneği pek bilmem, fakat burayı benim için farklı kılan şey, Enes Üner'in yazmış olduğu "İslam Düşmanlarını Sevmenin Zararları" ismindeki kitabın her masada iki adet bulunmasıydı.

Siparişimi verdikten sonra kitabın kayda değer bir bölümünü okuma şansım oldu. Kitap kısaca öncelikle, dünya üzerindeki insanların müslümanlar ve garyimüslimler olarak iki gruba ayrıldığını, İslam'dan haberi olup da müslüman olmayanların "İslam düşmanı" olduğunu Kuran ve hadislerle kanıtlıyordu, sonrasında ise müslüman olmayanlarla dostluk kurmanın, hatta onların istedikleri gibi yaşamaları gerektiğini savunmanın, onların saflarına katılmak olduğunu savunuyordu. Bunları yaparken anti-semitik ayetlerden tutun da, peygamberin sakal uzatıp bıyık kesme emrini yahudilere muhalefet etme gerekçesiyle verdiği, yine peygamberin yahudiler hakkında pek de nahoş olmayan sözleri, bu sözleri kanıtlayan muameleleri kanıt olarak sunuluyordu.

Kitap bana bilmediğim bir şey vermedi, zaten buradaki amacım kitap eleştirisi de yapmak değil. İslam'ın zaten böyle bir inanç sistemi olduğunu biliyorum. Hatta benim, müslüman ailede doğmuş ve dolayısıyla hayatının ilk dönemini müslüman olarak yaşamış bir insanın İslam'ı terketmesinin suçunun İslam hukukuna göre idam olduğunu da biliyorum. Daha birkaç gün önce, Mevlid Kandili'nde internete "bu gece dua etmeyeceğim" tarzında bir yazı yazdığı için idamı bekleyen Suudi gencin durumuna üzülen müslümanlarla tartıştım, yani inandığınız din bu, hanefilik mezhebinden tutun, vahabiliğe kadar her mezhepte ortak fikir irtidadın cezasının idam olduğu yönündedir, peygamberin emridir ve Osmanlı dahil, tüm İslami devletlerde bunun cezası idam olmuştur. Halkının çoğunluğunun müslüman olduğu ülkelerde yahudi düşmanlığı olduğu da bir gerçektir. İHH, Antisemitizm ve Kulak Sağlığı yazısında da değinmiştim, bizim ülkemizde de yahudi düşmanlığı bir realitedir. Kendisi İsrail karşıtı bir insan olarak da, ülkemizdeki İsrail karşıtlığının büyük oranda yahudi düşmanlığından kaynaklandığını düşünüyorum. İslam devletlerinin kendi halklarına uyguladığı zulümler ortadayken, diktatörlerinin müslüman olduğu ülkelerde Halepçe katliamı soykırıma varan suçlar işlenirken sessiz kalan bir halkın böylesine İsrail karşıtı çığırtkanlığı samimi değil. Bizzat Türkiye Cumhuriyeti'nin kendi halkına zulmederek oluşturduğu sorunlara karşı başlayan halk hareketlerine bile "İsrail'in Ortadoğu'daki planının bir parçası" diye bakanlar, İsrail devletini sırf yahudi olduğu için haritadan silmek isteyen müslüman devletler ve İslami örgütlere hiç tavır almazlar. Sonuna kadar İsrail karşıtı biri olarak beni kimse, Arap dünyasında güçlü barış iradesi olmuş olsa İsrail'in bugüne kadarki tavrının süregeleceğini ikna edemez.

Konumuza dönersek, dinsiz bir insan olarak kitap beni tabi ki rahatsız etti fakat halihazırda üzerimde hissettiğim İslam'ın ve gelenekçi toplumun baskısı kadar rahatsız olmadım. Dahası, kitap bana hitap etmiyordu. Gayrimüslim yerlilerinin zaten silindiği, devlet eliyle %20'lerden %1'lere düşürüldüğü bir ülkenin restoranında neden gayrimüslimler kötülenir? "Çevrenizde bir Ermeni/Yahudi varsa kellelerini kesemiyorsanız ilişkinizi kesin" demek için mi bu koca emek? Hayır, nedeni çok açık, kitap zaten her yerde müslümanlara hitap ediyordu ve açıkça: "Avrupalı gibi yaşıyorsunuz, yeterince müslüman değilsiniz" diyordu ve bunun ne kadar kötü bir şey olduğu, İslami olmayan kıyafetleri, davranışları, zevkleri diğer kültürlerden ithal etmenin, ilelebet yanması kesin olan o kültürün insanlarıyla cehennemde aynı yeri paylaşmaya götürecek kadar günah olduğu dini metinlerle kanıtlanıyordu. Zaten Türk-İslamcı kesimler olsun, dindar çevre olsun, hatta başbakan olsun, fikirleri hep bu yönde olmadı mı? "Batının teknolojisini alalım, ahlaksızlığını değil" diyen büyük bir çoğunluk yok mu? Bu arada bu düşünceyi de anlamış değilim, daha 50-60 sene önceye kadar salt hıristiyan kültürünün hakim olduğu, bugün her yerde okuduğumuz, duyduğumuz cinsel çağrışımları içeren kitapların "çok müstehcen" olduğu gerekçesiyle yasaklandığı bir Avrupa vardı; İngiltere'si de böyleydi, Hollanda'sı da, hatta "batı" kavramını tümden reddediyorsak, Amerika da böyleydi. Günümüzde bile müslümanlar kadar muhafazakar olan, bekarete önem veren, erkek egemen çok eşliliği savunan Amerikan hıristiyanlar yok mu? Avrupa kültürü nedir? Amsterdam kültürü ile, Bulgaristan'ın doğu köy kültürü aynı mıdır örneğin?

Buradaki taktik net; İnsanları ahlak çöküşü ile korkutup muhafazakarlaştırmak, sonrasında İslam birliği kurup tarihin yayılmacı-fetihçi kültürünü canlandırmak. Tabi bu da eskisi gibi savaşla olmaz, söz konusu olacak şey kültürel fetihtir. Kültürel yönden Avrupa'daki radikal müslüman göçmenlerin artışta olan eylemlerini ve isteklerini gözardı etmeyi bırakıp, "islamofobi" denilen şeyin üç beş İslam cahilinin zırvaları olarak görmekten biraz vazgeçersek, uluslararası-ekonomik yönden "piyasa İslamı" kavramını görürsek, dediğim anlaşılacaktır.

Bu yazıdan kesinlikle herhangi bir merciye çağrı yaptığım, "Adresi de veriyorum, o kitapları kaldırsınlar" gibi bir şey ima ettiğim anlaşılmasın. Ben nefret suçu da dahil hiçbir suçun yasaklarla, cezayla çözüleceği taraftarı değilim. Evet, o kitapta yazılanlar nefret suçudur ama İslam'ın kutsal kitabı Kuran da nefret suçu işlemektedir. Yahudilere maymun, eşek, hıristiyanlara pislik, sapkın demek gibi. Zaten o kitaptakiler, Kuran'ın söylediklerinden başka bir şey de söylemiyor. Çarşamba semtinin sevdiğim yanı budur. İnsanı tek yanlıdır, görüşleri dünyada en taban tabana zıt olduğum birkaç görüşten birisidir fakat en azından neye inandıklarını bilirler. Ülkede gerçekten İslam tartışabileceğiniz ender topluluktan birisidir. Müslüman olup da İslam'ın doktrinlerine bağlı yaşayanlara "gerici" diyen cahillere İslam konusunda hepsi ders verebilir. Devletin sözünden dışarı çıkamayan Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan da, kökleşmiş Gülen Cemaati'nden de daha dürüst bir duruşu vardır bu halkın. Ayrıca keşke her restoran kitapla dolup taşsa, Ortaköy'de bir restorana gittiğinizde de anlamsız aksesuarların yerine duvarlara gömülü kitapçıklar olsa. Dünya eserlerinin yüzyıllar sonra ancak çevrilebildiği, düşünce seviyesi böyle geriden gelen bir toplumda yaşıyoruz, en cahil insanlar televizyonlarda otorite konumunda konuşuyorlar. Çarşamba semtinin bahsettiğim mekanından geçtiyseniz, çarşıda sürekli olarak cami avlusuyla bitişik binadan, hoparlörler ve kasetlerle vaaz verildiğini, cihad çığırtkanlığı yapıldığını, ilahiler okunduğunu falan biliyorsunuzdur. Dinleyip dinlememe özgürlüğümüzün olmadığı bu duruma göre, restoranlara kitap koymak çok daha yerinde bir eylemdir, buna da şehrin kullanılabilir her boş arazisini meyve ağaçlarıyla donatmak fikrim kadar destek verebilirim, kitabın içeriği ne olursa olsun. Unutmayalım ki, bugün en özgür görünen ülkelerde bile nice nefret suçları işlenmiş, duyulması en ürkütücü sözler söylenmiş, insanlar tarihleriyle yüzleştikten sonra bunları reddetmiştir. Biz bu aşamadan geçmeden, halkı nefretle dolu bir ülkede yasaklar hiçbir işe yaramayacaktır. Ben "hakaret" ve "eleştiri" ayrımı yapan kanunlara bile hiçbir zaman anlam verememişimdir. Tu quoque ve ad hominemcilik beni küfürden daha çok etkiler örneğin. Bir insan "kemalist" damgası yemeyi hakaret kabul ederken, orospu çocuğu sözü ona bir şey ifade etmeyebilir. Bunu beyan eden insana da bir kemalist karşı çıkıp, "Bizi orospu çocukluğundan daha aşağı mertebeye koydu" diye dava açabilir. Faşizm onlarca ideolojiden biri midir, bir hakaret midir? Normal bir insana söylendiğinde eleştiri olabilecekken, hakaret edilmesi anayasal olarak normal insana hakaretten daha suç olan Atatürk hakkında kullanıldığında kesinlikle hakaret haline mi gelmektedir? Küfürün zararı nedir ki suç olsun? Küfür suçtur dediğiniz zaman, "Anama küfretti vurdum" zihniyetine yardım etmiş olmuyor musunuz? Hep söylemişimdir, adalet dediğimiz şey hakimin keyfiyetidir. Hukuk ne derse desin, hakaret de, nefrete sevkeden söz de, benim için "yasak" nedeni olamaz. Yasaklanan ne varsa, aklımız onları düşünmeye meyleder, bu cinsel tabulardan devlet yasalarına kadar böyledir, itiraf edelim.

Ancak, gelelim zurnanın zart dediği yere. Ben bir mekan işletsem ve masalara, İsmail Beşikçi'nin düzine düzine yasaklı kitaplarından birisini, ya da ne bileyim, Turan Dursun'un "Din Bu"'sunu koysam, alacağım tepki ne olurdu?

İşte ifade özgürlüğü denen pembe fikire toplumlar ve devletler tarafından keyfi olarak konulan kıldan ince, kılıçtan keskin, iki yüzlü o sınır.

7 Şubat 2012 Salı

Beş Saatte Önce/Sonra Vücut Değişimi

Dergilerde, televizyon reklamlarında falan hep görüyoruz. Adamlar böyle hayli şişman veya sıska bir vücuttan kaslı, parçalı vücutlara dönüşüm geçiriyorlar, kanıtları ise bazıları noter onaylı olan ama çoğunlukla sorgulanmayan önce ve sonra resimleri. Bu reklamların sattığı ürünü alıp o dönüşüm geçirenlerin yaptığı aynı şeyleri harfi harfine yapınca sizin de 5-6 ay gibi kısa bir süre içinde aynı vücuda harfi harfine sahip olacağınız söyleniyor. Şimdi bir sır açıklamak istiyorum, reklamlarda gösterilen resimlerdeki değişime 5 saatten daha kısa bir sürede erişebilirsiniz.

Nasıl mı? Süreci ters çevirerek. Yani, "sonra" resmini önce çekiyoruz, "önce" resmini ise sonra. Sonra resmi için, öncelikle bir hafta önceden günde 5 litre civarı su içmeye başlıyoruz. Yani vücut, boşaltım moduna giriyor, sürekli işemek durumunda kalıyorsunuz. Bu hafta ayrıca yüksek tekrarlı egzersiz yapıp kaslarımızı tahrik ediyoruz ve gidip biraz solaryuma giriyoruz çünkü esmer ten, kas ve damar definisyonunu ön plana çıkarır (Tüm vücut kıllarını da ortadan kaldırıyoruz). Fotoğraf saatinden en az 18-20 saat öncesinden suyu tamamen kesiyoruz, o boşaltım modu devam ediyor ve deriniz ile kaslarınız arasındaki su miktarı mümkün olduğunca en aza iniyor, kas lifleri kuru bir görünüm alıyor. Vücudumuzu aldatıyoruz yani, yarışmalarda ve gösterilerde yapılan eski bir numaradır bu. Aynı zamanda fotoğraftan iki gün önce karbonhidratı ve şekeri de tamamen kesiyoruz, kaslar glikojene aç hale geliyor.

Resim çekilme günü geliyor. Salona gidip biceps curl, triceps pushdown ve bench press yapıyoruz, öyle yüksek tekrarlar yapıyoruz ki damarlarımız çıkıyor, kaslarımız şişiyor. Soğumadan spor salonundan çıkıp evimizin bodrum katına iniyoruz ve kontrast oluşturacak bir ışık düzeneği ayarlıyoruz. Makinenin karşısında hemen reçel benzeri kana kolayca karışan şekerli bir şeyler yiyoruz, glikojene aç kaslarımız şekeri hemen sahipleniyor ve daha çok şişiyorlar. O esnada biraz daha biceps curl yapıyoruz, şınav çekiyoruz ki biraz daha damarlanalım ve şekerli kanımız resimde ön plana çıkmasını istediğimiz bölgelere daha çok pompalansın. Sonrasında üzerimize bebek yağı, zeytinyağ gibi tenimizi parlatacak bir madde sürüyoruz. "Sonra" resmine hazırsınız. Poz çok önemli. Trapez, kol ve göğüs kaslarımızı olabildiğince sıkıyoruz, bu poz için biraz alıştırma yapmak ve vücut geliştirme yarışmalarını izlemek gerekebilir. Çektiğimiz resmin kontrastını fotoşopta biraz daha artırıyoruz ki kaslarımız ön plana çıksın. Sonrasında fazlalıkları fotoşopta giderip, bazı yerleri fırça darbeleriyle büyütüyoruz. "Sonra" resminiz hazır (İsterseniz, bu resim için size bol gelen bir pantolonu kullanabilirsiniz).

Akabinde oturup sakinliyoruz. Damarlarımız gözden yavaş yavaş kayboluyor. Bu arada büyük bir kavanoz turşu yiyoruz. Tuz oranının çok yüksek olmasına dikkat ediyoruz ki birkaç saat içinde vücudumuz aşırı miktarda su tutsun. Televizyon karşısına geçip koca bir paket yağlı, tuzlu patates cipsi yiyoruz. Akabinde 2.5 litrelik diet gazoz içiyoruz. Diet daha iyidir çünkü daha çok karbonlaşma sayesinde midenizi daha da büyük hale getirecektir. Sonra bir litre nesguik içiyoruz. Bu şekerli-sütlü karışım sizi gazoz sonrasında balon gibi şişirecektir. Yani beş saat boyunca vücudumuzu önce sodyum, sonra sıvı ile dolduruyoruz. Sonunda, "önce" resmi için hazırsınız. Işıklandırma, kontrasta sebebiyet vermeyecek şekilde ayarlanmalı. Poz verirken, kasları olabildiğince serbest bırakıyoruz. Omuz kemiklerini aşağı iterek düşük omuzlu bir görüntü veriyoruz. Gerekirse yüzümüzü öne eğiyoruz ki boynumuzda fazladan yağ olduğu görünümünü elde edelim (Yüzümüdeki “şişmanım, mutsuzum” ifadesi de önemli, zaten o kadar tuz, yağ ve sudan sonra yüzünüz de şişecek, mideniz bulanacak, istemeseniz de mutsuz ve aptal bir yüz ifadeniz olacak). Sonra fotoşopla gereken yerlere müdahale ediyoruz. "Önce" resmimiz de hazır (Eğer "sonra" resmini bol bir pantolon ile çektiyseniz, bu pantolon size bu aşamada zar zor olacaktır. Çok gerçekçi bir tablo!).

Böylece arada 5 saatten daha kısa bir sürede inanılmaz değişim yaşamış oluyorsunuz. Bunun uygulamalı ve açıklamalı bir videosunu çekmeyi düşünüyorum, tabi tembelliğimi yenmem ve zaman ayırıp video programları, ışıklandırma ve fotoşop ile olan ilişkimi geliştirmem gerekiyor. Gerekli donanıma sahip cengaverler önce davranıp yaparsa ne ala, paraları heba olan binlerce kişinin 20-30’u sömürülmekten kurtarılmış olur belki. Küçücük katkı da topluma yararlıdır, bir çocuk değişir Türkiye değişir, damlaya damlaya göl olur. Herkesi öptüm.

Not: Reklamlardaki resimlerin gerçek olmadığını iddia etmiyorum. Vücut değişime inanılmaz meyillidir, bunu bizzat kendi tecrübelerimden biliyorum. Bu not da aslında onu destekliyor ve 5 saat gibi kısa bir sürede ne kadar değişik görünebileceğinizi açıklıyor. Reklamlardaki sahtekarlık mı? Ona da değinmişimdir belki istemeden, ama öyle bir niyetim yoktu, Ab-bilmem ne markasının sahipleri sakin olsun ve bana dava açmasınlar :(

7 Ocak 2012 Cumartesi

Ben Kürd'üm

Yılın kendinden haberi yokken onu kutlayan bir dünyanın üyelerine selamlar. Aslında yazacak çok şey var, ben de uzun süredir yazamadığım için her telden çalan bir köşe yazısı kıvamında olacaktı bu yazım. Uzun saatler çalışmak ve işten çok daha önemli gördüğüm bir projenin yazarı konumunda olarak hamallık yapmaktan bloga vakit ayıramıyorum diye bir bahane gibi görünen mazeretle yazıya gireyim.

Bu başlığı blogun genel savunduklarıyla çelişkili görenler olacaktır. Daha birkaç yazı öncesi, "Kürtler Kürt kimliklerinden çok daha fazlası olduklarının farkına varmalı" yazmıştım.

Kimliklerden tamamen kurtulmayı savunan bir kişi çıkıp "Ben Kürd'üm" diye başlık atıyor. Bu da onu Türk olduğu halde Kürt milliyetçiliği yapanların güruhuna (Varsa böyle bir şey) dahil etmez mi? Bu söylem Kürt milliyetçilerine destek anlamına gelmez mi? Popülizm değil mi bu?

Malum, kısa süre önce Uludere katliamı yaşandı. İstanbul'da yaşayan bizler bunu televizyondan değil, internetten öğrendik. Olaydan oniki saat geçmesine rağmen, çevremize söylediğimizde kimse bilmiyordu. Ben o gün Taksim'deydim ve tanımadığım insanların nedenini bilmediğim bir şekilde beni "soru, dilek ve şikayet" kutusu olarak görmesi durumunu bir kez daha yaşadım, grup grup genç kızlar, meydandan geçen insanlar bana "bu protestonun nedeni ne?" diye sordular. Oradan ayrıldığımda meydandaki genç-yaşlı, milletvekili-sıradan halk, yani çeşit çeşit insandan oluşan grup, şiddet içermeyen söylemlerle protesto yapıyorlardı. Sonrasında katliamdan hiç bahsetmeyen televizyonlardan öğrendik ki, Taksim savaş alanına dönmüş.

Katliamın ardından, TSK çıkıp gayet cool bir tavırla "Saldırı olacağına dair istihbarat aldık, araştırıyoruz" gibisinden bir açıklama yaptı. Olayı haber yapma teveccühünü gösteren kanallar da "Vurulanlar terörist çıkmadı" gibisinden mide bulandırıcı başlıklarla haber girdiler. Yani biz vuralım, ne çıkarsa bahtımıza!

Beni asıl hayalkırıklığına uğratan ise çevremden gelen ve 50 yıl sonra tüm bu halkın utanacağı yorumlardı. "Orası bahçe sınırı değil, devlet sınırı!", "O saatte orada olduklarına göre kesin PKK'lılardı!" gibi. İnsanlar adeta Van depreminde ırkçılıklarını ortaya dökmemek için içinde tuttuklarını tamamen kusuyorlardı.

Öncelikle bu olayı katliam olarak görmeyen, ne yazık ki arkadaşım olan insanlara anlatmaya çalıştığım şey genel dünya görüşüm olmak zorundaydı. Devlet sınırlarını kutsal görüyoruz. "O sınır beş metre geriden geçse atalarımız şu kadar şehit verirdi, şimdi bu kadar verdik" gibisinden ucuz edebiyat yapıyoruz. Halbuki, sanıldığının aksine, devlet sınırlarının bahçe sınırlarından farkı yok. İkisinde de bir toprak parçasının kağıt parçalarıyla zimmetlenip kanunlarla korunma olayı var.

Benim ekonomi anlayışım laissez faire prensibi üzerine kuruludur. Bununla kapitalist düzeni savunduğum anlaşılmasın, kapitalizm zaten devletsiz ayakta duramaz. Ben sosyal devleti savunan sosyal demokrat da değilim, proleterya diktatörlüğünü savunan ve devletin sol değerler üzerinden inşa edilmesini savunan komünist de değilim. Bana göre ekonomik planlamaları sadece ve sadece özerk yöre halkları belirleyebilir. Sosyal devlete inanmadığım için vergi sistemine de inanmıyorum. Her şeyin parayla döndüğüne inandırıldığımız çarpık sistemde yaşıyoruz, sağlık sistemi de, emeklilik dediğimiz şey de maaşlarımızdan, en temel ihtiyaçlarımızdan kesilen vergilerle dönüyor. Bu vergilerle asıl zengin olanlar ise bu sirkülasyonu yaratıp bizi yönetenler. Halbuki sağlık malzemelerinin ham maddelerinden doktoruna kadar her şeyi sen, ben yapıyoruz. Adam gibi maaşlar kazanıp emeklilik yaşına geldiğimizde zaten yeterince mutlu olabilecekken, sosyal güvence adıyla, KDV adıyla insan gibi yaşama hakkımız elimizden alınıyor. Hele ekonomisinin yarısı kayıt dışı olan bir ülkede bu tam da bir insanlık sorunu haline geliyor.

Uludere katliamının olduğu gün kaçakçılığı savunan pek az kişi vardı. Herkes "kaçakçılığın suçu ölüm mü?" sorusunu soruyordu. Haklı bir sorudur fakat ben kaçakçılığın suç olmadığını savunan azınlık içerisindeydim. Bir sosyalist çıkıp kaçak olduğu için ucuza gelen IPhone alıyorsa, sigara fiyatları ortadayken halkın yarısı kaçak sigara kullanıyorsa, benim okuduğum kitapların, izlediğim filmlerin ve dinlediğim müziklerin isimlerinin neredeyse hepsi internetten yasadışı yolla indirdiğim materyallerse, ucuz olacağı için kaçak bir motor arıyorsam çıkıp da kaçakçılığı kötüleyemem. Aksine bu davranışımız, sırtımızdaki vergi yükü olmasa insanca yaşayacağımız tezimi destekler. Kaldı ki, bahsettiğim sigara, motor, kitap, IPhone gibi ürünler hep "lüks". Ben lüksüm için kaçakçılık yapıyor ve hayatta kalıyorsam, bununla geçimini sağlayan insanların suçlu olduklarını ve "ölümü tabi haketmediler ama mallarına el konulup hapse atılmalıydılar" gibi bir fikri kesinlikle savunamam.

Ayrıca, bu insanlar "vergi" diye bir şey varsa, PKK'ya da, karakollara da bunu ödüyorlar. Ey milliyetçi güruh, kaç PKK-karakol çatışmasının, bölgedeki kaçakçılık yollarına hakim olma nedeniyle çıktığının farkında mısınız? Oradaki komutanların kaçakçılıktan elde ettiği gelirlerle, haraçlarla timler kurduğunun farkında mısınız? Hala Türkeş'in "bölgede gerillalarla savaşacak özel timlere ihtiyacı olduğunu" savunduğu videoları paylaşan beyinsiz MHP'lilere sesleniyorum; bunlar zaten yapıldı ve devlet eliyle sizin adamlarınız yüzlerce cinayet işledi ve bunlar faili meçhul olarak kapatıldı. Eğer ki kaçakçıların, PKK'lıların, onlarla ideolojik bağı olan insanların öldürülmesi gerektiğini düşünüyorsanız, Uludere'deki katledilen çocukların 100 mislini katletmeniz, soykırım yapmanız gerekir. Bunu savunuyorsanız, yolunuz açık olsun. Bunu savunmuyorsanız, katledilen 35 kişinin faillerini de sırf körü körüne bağlı olduğunuz ve size yarardan çok zararı olduğunu farketmediğiniz devletinizi aklamanız da çelişkidir.

Tüm bunlardan bahsederken sessiz kalan arkadaşlarım, ertesi gün vuracak bir yer bulmuşlardı. Cesetlerin tabutları Kürt bayrağı ile sarılmıştı! Bana pişkin pişkin, "Ee kardeşim, ne düşünüyorsun bu masum köylülerin cenaze törenleri hakkında?" diye sordular. İşin ironik tarafı şu, ben sizin cesedinize istediğimi yaparım, nekrofilsem ilişkiye girebilirim örneğin. Bu sizin ölüm nedeninizi aklar mı? Tabuta sarılan şeyin rengiyle içindeki insanın masum veya suçlu olduğunu ölçüp biçmeye kalkan bir insana kuş beyinli demek kuşlara hakaret olur mu? Kusura bakmayın, sizi tabutun içindekinin 12 yaşında bir çocuk olduğu, o çocuğun ablasının göz yaşları değil de tabutun etrafındaki bezin rengi rahatsız ediyorsa, kusura bakacaksanız da bakın, beyin ve vicdan amcıklaması yaşıyorsunuz demektir.

Diğer bir durum da şu; 19'u çocuk 35 kişi gündüz gözüyle karakolla konuşup sınırı geçiyorlar. Oranın görevlileri olanlardan haberdar. Bu insanların köylerinden iki kilometre ötedeki giriş yolları dönüşte kapatılıyor, oradaki tüm devlet memurlarının göz mesafesinde oluyor her şey, insanlar saatlerce orada tutuluyor, çocuklar evlerini cep telefonlarıyla arayıp geç kalacaklarını söylüyorlar, Hantepe baskınını canlı canlı izleyen ordu tarafından gece de bombalanıyorlar. Bunun üzerine hükümet ve TSK sanki kuş ölmüş gibi gayet cool bir açıklama yapıyor. Bölgeye devlet yetkilisi kimse gitmiyor. Köylüler cesetleri kendi uğraşılarıyla arayıp, bulup, kazıyarak çıkartıyorlar. Hayvanların üzerinde taşıyıp getiriyorlar. Cenaze töreninde devletten kimse yok. El insaf, bu cesetlerin bir de Türk bayrağına mı sarılmalarını bekliyorsunuz?

Gelelim başlığımın yazısının asıl nedenine. Bu olayda benim asıl sinirimi bozan, "Tabi ölenler insanlar ve yapılan büyük bir ayıp. Ama olayın istihbarat hatası mı, operasyon hatası mı olduğu açıklanmadan sükunetimizi korumalıyız. Olaya hemen katliam demek insafsızlıktır, bu tavır bunu kullanan Kürt milliyetçilerinin işine gelir." diyen, ne şiş yansın ne kebap havasındaki cibiliyetsiz köşe yazarları. İşte bu zihniyetten ayrılmak istiyorum. Evet, bu olayda tarafım. Tarafsız, sessiz kalanların farkında olmadan Türk faşizmine hizmet ettiğini düşünüyorum.

Zaten yazımın hitap ettiği kesim de bu farkında olmayanlar. Yıllarca Kürt çocuklarına Andımız denen ırkçılaştırma metni tekrar edildi. Onların Türk'üm derken ne hissettiklerini bilemedik. "Ben Kürd'üm" diye hitap ettiğim kesim Andımız diye bir şeyin varlığına rahatsız olan, Dink öldürüldüğünde "hepimiz Ermeni'yiz" sözünü doğru bulan ama 19 çocuğun katlinde "Ben de Kürd'üm" diye haykıran Türkleri garipseyen bilinçsiz milliyetçiler. "Ben Kürd'üm", çünkü bu ülkede sırf Kürt olduğu için öldüren insanların yakınlarını başka şekilde anlayamam. 12 yaşındaki kardeşinin toprağını öpüp gözyaşı döken kızın yerine kendimi başka şekilde koyamam. Sözüm "ölümün ırkı olmaz, ben Kürt'üm demeyip hepimiz insanız desen daha iyi olurdu" diyenlere, o insanlar katledilmeseydi zaten Kürt olduklarından burada bahsediyor olmazdık, bunu idrak edebiliyor musunuz?

Sözüm homofobiklere, cinsiyetçilere. "Bugün Kürtler öldürüldü diye Kürt olduğunu söylüyorsun, yarın bir ibne öldürülse ibneyim, genelevde çalışan bir kadının çocuğu ölse orospu çocuğuyum mu diyeceksin?" diyenlere. Evet, aynı zamanda ibneyim, bir "ibne" sırf gelenekleri yüzünden evlendiriliyor, karısıyla her gece yattığında kendinden tiksinmek zorunda kalıyor diye ibneyim. Genelevleri de kadına şiddetin sembolü olarak görmüşümdür hep. Kadınların satılan, hizmet eden, "sikilen" oldukları, cinselliğini özgürce yaşayanların dışlandığı bir toplumda kendime orospu demeye devam edeceğim. Bunu anlamak için beyin gerekir.

Peki buraya "Ben Kürd'üm" yazmakla ne kadar o kimliğe bürünebilirim? Yani bu bir şey ifade edebilir mi? Kimsenin kimse adına konuşamayacağını savunan ben, nasıl oluyor da başkasının kimliği adına konuşabiliyor? Tabi ki buraya bir kelime yazmak, bir protestoya katılmak hiçbir şey değiştirmiyor. Fakat bu empati benim uykumdan bir saatimi çalıyorsa yalnız bırakılmış ve bu acıları bizzat yaşayan Kürt arkadaşlarım bunun samimiyetini biliyor, bu da bana yeter. "Hepimiz Ermeni'yiz"ciler kadar kalabalık bir grup çıkartamadık, bu yazıyı "Hepimiz Kürd'üz" yazmama izin verecek çoğunluğa erişemedik, yüzden kendilerinden de özür diliyorum.

İyi şeyler de oldu. Yılmaz Özdil'in Sayın kaçakçı isimli, yine nefret dolu, cinsiyetçi, Kim Kimi Düzmüş yazımda bahsettiğim gibi cinsiyetçi bir dille yazılmış, garip bir yazısı yayınlandı, kaç kişiye bu oldu bilmiyorum ama o iğrenç yazıyı okurken burnuma irin kokuları geldi. Twitter kullanmamama rağmen bu yazıyı paylaşanların mesajlarına baktım, genelde yazıyı kınayanların olması, kınamadan yayınlayanların da "Yine Özdil döktürmüş" diyen, okuduğunu anlamayan dangalaklardan ibaret olduklarını görmem hoştu. Bu arada işinden ayrıldıktan sonra kanal kanal dolaşıp Özdil reklamı yapan Uğur Dündar da saygımı yitirmiş bulunmakta. Hani kimi eli yüzü düzgün tipler vardır, örneğin Yaşar Nuri Öztürk, fikirleriyle dinde devrim yapacağını sanırsınız, sonra çıkar "ben hanefiyim ama bazen şafiler gibi elini tuttuğumda abdest alma gereği duyduğum kadınlar oluyor" der ve gözünüzdeki tüm değeri düşer. Hayat siyah beyaz olsa da benim bazı kalın çizgilerim var ve bu çizgileri geçemiyorum. İstediği kadar dürüst tanınsın, kaleminden kan damlayan bir yazarı savunan gazeteciye saygım kalmaz.

Güzel şeyler oldu demiştim. Örneğin Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri katliamın canlandırmasını yaptılar ve bir an için de olsa oradan geçen her öğrencinin katliam hakkında kafa yormasına yardımcı oldular. Gerçi bu da üniversite yönetimi tarafından destek görmeden yapıldı. Anlayacağın doğulu arkadaşım, sana gösterilen ırkçılık bu şehrin insanlarına bırakılan son çare.

Son olarak, bana "Kürt öldürüldü diye Kürt olduğunu söylüyorsun, ya ölen sivil Türkler ve askerler?" diyecek olan kişilere sözüm. Ben o insanlara samimi olarak üzüldüğüm ve samimi olarak bu kanın durmasını istediğim için senden bir farkım var, senin gibi "PKK'yı Kürtlerden ayırıp haritadan silelim, daha çok asker yollayıp sikelim!" deyip olaya bilgisayar oyunu gibi bakmıyor ve tarafların oturup anlaşmalarını savunuyorum. Kabul etsen de etmesen de, PKK Kürt halkının destek verdiği bir örgüt. Ve kabul etsen de etmesen de PKK bir sonuç. Her iki tarafın da neden olduğu tüm bu sivil ölümleri bir sonuç. Sonuç varsa, nedenine bakacaksın. Sonuçları insanlık adına utanç verir, bizi rahatsız eder ama nedeni çok farklı yerlerde ararsan, sonuç aynen devam eder. O yüzden 30 senedir ardı arkası gelmeyen ölümler oluyor. Artık kim sivil, kim masum, kim değil, bunun ayrımının olmadığı bir konumdayız. Önemli olan ölenlerin CV'si değil, bölgenin kan gölüne döndüğü gerçeğidir. Ben İstanbul'lu bir vatandaş olarak, kendi halkını bombalayan, istediğini hapse atan, medyayı istediği gibi yönlendiren bu devletten korkuyorum. Onu en güçlü, kararlı ve örgütlü olarak sorgulayan halkın yanında olduğunu söylüyor olmam, sizce garip mi?

Not: Yorumlarınızın silindiğinden dolayı herkesten özür diliyorum. Her giriş yaptığımda önüme çıkan onlarca yorum ve yorumları filtrelemediğimden dolayı yeni yorum uyarısı almadığım için yeni yorumları farkedememem nedeniyle yorum listesini temizlemek istemiştim, öyle olunca yorumlar da gidiyormuş meğer. Değerli yorumlar ve onlara verdiğim uzun cevapların silinmiş olmasından dolayı bir burukluk yaşadığımı belirteyim. Yorumları filtrelememeye devam edeceğim, istediğinizi yazabilirsiniz. Herkese daha güzel günler diliyorum.