Uzun süredir üzerinde çalışmakta olduğum çizgi roman ve diğer iş-güç dolayısıyla yazamıyordum. Önceliği daima okumaya veren biriyseniz zaten yazmaya vaktiniz kısıtlı oluyor. Bu aralar blog üzerinde daha çok vakit ayırabilme ihtimalim var, bakalım :)
Kürtaj hakkında herkes son zamanlarda bir şeyler söyledi. Belki gündem değiştirmek amacıyla yapılmış "Sezeryana karşıyım, kürtaj cinayettir, her kürtaj bir Uludere'dir" gibi ancak bir deliden çıkabilecek akıl yürütmeleri üzerine kilitlenerek kitlece deliliğimizi kanıtladık belki de. Savaş uçaklarıyla vatandaşlarını parçalayan devletin başındaki isim adeta "Sizler benim ceninlerimsiniz" diyordu. Devlet fetusları kürtaj etmişti ve bir kürtaj gibi, olayın sorumlusu yoktu. Aslında başbakan "Kürtler fetustur, devletin kürtaj hakkı vardır" dese daha tutarlı bir açıklama olurdu. Kılıçdaroğlu'nun "Uludere'yi ziyaret edelim" önerisi de evlere şenlik; abilerini, amcalarını savaş uçaklarına kurban etmiş çocuklar, oraya giden kodamanları taşlarsa ne olur? Terörist olur.
Bu arada eski kız arkadaşının birkaç ay önce tecavüze uğradığını öğrenmiş ve biri olarak "tecavüz çocuğuna da devlet bakar" diyen ucubelere yorum bile yapamıyorum. Sadece, tecavüzlere de, o tecavüz çocuklarına da, bu lafı kullanabilenlerin iliğine kadar işlemiş kadın düşmanı muhafazakar kültürün sebep olduğunu söylemem yeterli olur. Ben bu tartışmaya daha geniş ve evrensel bakıp, üç ana başlık altında katılmak istiyorum: Hak-güç dengesi, kürtaj/cinayet/intihar ilişkileri ve kadın sorunu ile kürtajın bağlantısı.
"Doğuştan gelen haklar" yalanı
"Bir şeyi yapmaya gücün varsa, onu
yapmaya hakkın vardır." - Max Stirner
İnsan hakları denen, kulağa hoş gelen bir
yalan manifestosu var. "İnsan" denen olgu nasılsa kutsallaşmış,
İncil'deki "insanın doğaya hükmetmek için yaratıldığı" tezi doğrulanırcasına
insan, doğuştan itibaren bir takım haklarla doğuyor. Bu hakkın en büyük
savunucuları ise nasıl oluyorsa "daha az insan" olanların
topraklarını işgal etmekle meşguller. Türkiye gibi insan hakları konusunda
Somali'den beter bir devlet de çıkıyor, "İnsan denen şey kutsaldır, cenine
bile dokunulmamalı" diyor. Esasen, insanın biyolojik olarak hayvandan,
kimyasal olarak dünyadan, fiziksel olarak da evrenden hiçbir farkı yok
demişler, buna katılıyorum. Yaşam, kutsal falan değildir ve "hak" denen
şey güç ile birlikte gelir. İnsan, dünyanın en güçlü canlısı haline gelmiştir
ve insan haklarını uydurmuştur. Yine aynı insanın daha güçlü olanlarının, daha
zayıf olanlar üzerinde cinayet hakkı da vardır.
Örneğin devletin gücü vardır ve cinayet işlemeye
hakkı vardır (Gerçi devlet insan değil ama içindekiler de biyolojik olarak sen,
benle bir). Türkiye'de son 10 yılda devlet eliyle işlenmiş ve hiçbir
yargılamaya tabi tutulmamış yetişkin ve çocuk cinayetleri buna en büyük
örnektir, Uludere son konu olduğu için düşünmeye oradan başlayabiliriz. Türkiye
kadar rahat davranılamayan ülkelerde de halklar, devletlerin ellerinden bu gücü
aldıkları için bunlar yaşanmamaktadır. O devletler de kendilerini kısıtlayan,
zayıflatan kanunlar çıkarma yoluna gitmişlerdir. Kimi zaman bu kanunları halkın
kendisi oluşturmuştur ve yönetimler en başından beri, güçlü devleti engelleyici bir
şekilde kurulmuştur ve halk, gücünü ve hakkını elinden bırakmamıştır. Yani, güç
ve hak, daima el ele yürür.
Bu, bireysel anlamda da öyledir. Örneğin
Türkiye'de her gün 5 kadın cinayeti yaşanmakta çünkü erkeklerin gücü elinde
bulundurduğu bir ülkede yaşıyoruz. Yani gücü olanın, cinayete de hakkı vardır.
Cinayetin ahlaki yönü, nedeni, sonuçları, gibi pek çok tartıya konulan soyut ve
somut kavramlar; bir insanın cinayete hakkı olup olmadığını belirler. Kişi
kendinde bu hakkı gördüğü, yani o gücü bulduğu vakit cinayeti işler; işlemiş
olması buna hakkı olduğunun kanıtıdır. Sonradan katile istediğiniz suçu
verseniz de onun bu hakkı kullanmış olduğu gerçeğini değiştiremezsiniz. Çünkü
yaşam hakkı doğuştan elde edilmez; ben yaşamak istiyorsam, bunu bir takım
düzenlemelerle, edindiğim öz savunma silahlarıyla veya insanların birbirlerini öldürmek
istemediği bir düzen kurarak elde edebilirim. Bu bakımdan "hak ihlali",
"haklara müdahale" gibi terimler de bir aldatmacadan ibarettir.
Aslolan, güçlü olanın hakkı olduğudur.
Bu güç ve hak dengesini her alanda
görebiliriz. Ben bir çocuğu incitmeye korkuyorsam, o çocuğun şirinliği,
kırılganlığı, benim ona yüklediğim anlamlar, o çocuğu benim üzerimde güçlü
kılar. Aynı şekilde bir kadın, taşıdığı cenin ile arasında kurduğu bağın,
ahlaki sorumluluğun ve getirilerinin sonucu, kürtaj hakkını kendisinde görür
veya bu hesaplama sonucu cenin ağır basar ve cenine verdiği güç gereği, onun yaşamasına
karar verir. Yani ona yaşama hakkını veren ne beşeri yasalardır, ne ilahi bir
varlıktır, ne doğa kanunlarıdır; cenine o hakkı verecek olan kişi annenin
kendisidir. Kişi spermlerine, bağırsak kurtlarına, kendi bedenine ait olsun
olmasın çevresindeki canlılara yaşam hakkını kendisi verir, veya karşısındaki
bu hakkı ondan bir şekilde alır. Bu durumda kendisini koruyamayan hiçbir şeyin yaşam hakkı
yoktur diyebiliriz. Bu yazıyı okuyan herkes bir güvercinin öldürülmesiyle bir
böceğin öldürülmesi arasındaki farkı düşünürse ne demek istediğimi
anlayacaktır. Güvercin; uçabilmesiyle, şirinliğiyle, masumiyetiyle bu hakkı
insanlardan "alır". Bunun aksine, tarımda öldürülen böcek, çekirge ve
sürüngenlerin sayısı milyonlarla ifade edilirken, vejeteryenler daha az suçlu
hissederler. Veya kendi yaşam hakkımız için başka bir canlıyı yerken bunun
ahlaki muhasebesini yapmayız. Umarım demek istediğim şey açıktır.
Aynı şekilde annenin de doğuştan gelen
bir "kadın hakkı" falan yoktur. Eğer ki kadın, bedenine dokunulmasını
istemiyorsa bu hakkı kendisi edinmelidir. Meclis mi basılır, doktorlarla bir
olunup yasaklar mı delinir, özerk hastaneler kurulup oralarda kürtaj mı
yapılır, bunlar kadınların vermesi gereken kararlardır. "Edinilmiş
haklarım var" diyerek bir yere varılmaz. Kalem oynatmaya bakan yasaları
hakkın kendisi olarak görüyorsanız ve siyasetçilere o yasaları istedikleri
zaman değiştiremeyeceklerini öğretmemişseniz, zaten hakkınız falan yoktur. Gücü
olanın insafına kalmışsınızdır ve gücü olanın hakkı vardır.
Burada bir anlam kargaşası olmasın;
"haklı" olan her zaman "doğru" değildir. Hakkı olduğu için
bir şeyi yapıyor olmak, o eylemin doğruluğunu göstermez. Ne kürtaj, ne cinayet,
ne yasa değiştirmek, ne tecavüz, ne banka kurmak, ne banka soymak, ne başka bir
şey, "hak varsa yapılmalıdır" mantığıyla işlememelidir.
Kürtaj: Cinayet mi intihar mı?
Öncelikle, cinayet erkek eylemidir, bunu
kafamızın bir yerine yazalım. Katillerin çoğunlukla bir erkek olmasından da
bahsetmiyorum, cinayetin kendisi erkeklerin bulduğu bir kavramdır. Doğada çok
yüksek oranda kendi türünü öldürmek fiili gerçekleşmese de; gerek otorite
kavgaları olsun, gerek çocuk öldürmeler olsun, bunlar hep erkekler tarafından
yapılır. Katil kadın bile "erkekleşmiş" kadındır.
İkinci konu, bir yaşam sona erdirmenin
cinayet sayılabilmesi için neye ihtiyaç vardır? Karşıda bağımsız bir canlı ve
fail. Bunun farkında olan Diyanet İşleri Başkanlığı bir açıklama yapmış; bilim
bize, döllenen yumurtanın anneden ayrı bir birey olduğunu söylüyor demiş.
Gerçekten bilim öyle mi söylüyor? Hangi bilimdir bu, anlamış değilim (Gerçi diyanetin "bilim" ile bu kadar içli dışlıymış gibi konuşması da ironik, bilimin kölesi olmak da ayrı bir tehlike). Çünkü
"kürtaj" ve "bağımsızlık" birbirini reddeden iki kavramdır.
Eğer ki cenin, anneden bağımsız bir canlı olsaydı, çıkartıldığında
yaşayabilirdi. Çok "hassas" olan ve kürtajın cinayet olduğunu düşünenler, fetusu başka rahimlere sevketmenin veya onları teknolojik haznelerin içinde geliştirmenin yollarını arasınlar. Fakat bu durumda bunun adı kürtaj olmazdı. Kürtaj kavramı ise, ceninin annenin
bir parçası olduğunun kanıtından başka bir şey değildir. Parmağını kesersen o
parmak çürür gider; cenini çıkartıp alırsan o da çürür gider. Bu nasıl bağımsız
bir birey o zaman? Her şeyden önce cinayet için gerekli olan şey, bizden
bağımsız bir canlı yoksa karşımızda, buna nasıl cinayet denir ve katil kimdir?
Bu konular her yerde dillendiriliyor, biz
gelelim bu alt başlığın açılma nedenine ve kimsenin üzerinde kafa yormadığı bir
hususa. Bir erkek gözüyle bakıp, cenini cinsel birleşmeden itibaren bizden ayrı
bir varlık olarak görmek çok kolaydır, çünkü zaten çocuk bir erkek için,
"sıvılarından kurtulmasının" sonucu olmuş bir canlıdır. Böyle
yorumlayan erkek, çocuğu birleşme anından itibaren farklı ve bağımsız görüp,
kürtaja cinayet diyebilir. Ben de "Lan dışarı boşalsaydım ne iyiydi"
diyip o cenini kendinden haberi olmayan sıvımsı bir şey, zararsız bağırsak
kurdu değerinde görebilirim. Fakat kadın için durum tam tersidir; cenin daima
onun bir parçasıdır. Kadın, ceninle daima bir iletişim-etkileşim halindedir.
Ondan kurtulmak, onun içindeki canlı bir dokuyu aldırmak, kendisinden
eksiltmektir. Nasıl ki masketomi gerektiğinde bu bir zorunluluk durumuysa,
kürtaj da bir ahlaki, duygusal, ekonomik, psikolojik muhakeme sonucu isteksiz
yaptırılır. Bu bakımdan kadın, dışarıdan bir bireyin hayatına son vermek olan
cinayetin tersine, asıl acıyı ve zararı kendinden haberi olmayan, korunulan
ilişkilerde öldürülen milyonlarca sperm ve her ay atılan yumurta hücresi kadar
hissiz cenine değil, kendisine verir. Bunu yapana kadar içinden geçtiği
psikolojik süreç de cinayete değil, intihara yakındır. Yani "kürtaj
hakkı" dediğimiz şey, ötenazi hakkı gibidir. Ötenazi hakkında da çekilmiş
filmler, yapılmış çalışmalar, verilmiş mücadeleler var. İlk akla gelen,
vücudunun hiçbir yeri tutmadığı için intihar edemeyen, senelerce ötenazi isteyen, sonuç alamayınca çok ilginç bir çözüm yolu bulan adamın gerçek hayat
hikayesinin anlatıldığı Mar Adentro filmidir.
Burada küçük bir not düşerek bir sonraki konuya bağlayayım; hala kürtajı ayrı bir bireyin katli olarak görüyorsanız, "bir insan, kendi çocuğunu neden öldürür?" sorusuna uzun uzun cevap vermeniz gerekir. Zira belirttiğim gibi, "cinayet" bile "hak" kapsamında savunulabilir ve cinayetin bir ceza ile yasaklanmaya çalışması onun bir "hak" olduğu gerçeğini değiştirmez, cezalar da zaten suçları önlemez. Aynı şekilde kürtajın ne olduğuna karar verecek kişi anne adayıdır; önemli olan yasak ve hak üzerinden bir tartışmaya gitmek değil, kendi içinde vicdani yükümlülüğe katlanmak pahasına bunu yapmak durumunda kalan kadınları eyleme iten faktörleri düşünmektir.
Burada küçük bir not düşerek bir sonraki konuya bağlayayım; hala kürtajı ayrı bir bireyin katli olarak görüyorsanız, "bir insan, kendi çocuğunu neden öldürür?" sorusuna uzun uzun cevap vermeniz gerekir. Zira belirttiğim gibi, "cinayet" bile "hak" kapsamında savunulabilir ve cinayetin bir ceza ile yasaklanmaya çalışması onun bir "hak" olduğu gerçeğini değiştirmez, cezalar da zaten suçları önlemez. Aynı şekilde kürtajın ne olduğuna karar verecek kişi anne adayıdır; önemli olan yasak ve hak üzerinden bir tartışmaya gitmek değil, kendi içinde vicdani yükümlülüğe katlanmak pahasına bunu yapmak durumunda kalan kadınları eyleme iten faktörleri düşünmektir.
Yasaklamak değil, sorgulamak
Kürtaj hakkındaki tartışma iki cepheden
sürüyor; bir tarafta bunun kadın hakkı olduğunu söyleyenler, diğer tarafta
tecavüzden hamile kalan bile doğurmalı diyecek kadar şuursuzlaşanlar. Fakat
kimsenin sormadığı bir soru var; yahu kürtaj oranı ülkede neden yüksek? Bir
toplumda hırsızlık oranı yüksekse, orada bir şeylerin yanlış gittiğini
söyleriz. Fakat binlerce kadın üreme organlarını açıp içlerinden bir parça
aldırıyor ve bunun nedenlerine vurgu yapan yok.
Kürtajın kadın odaklı ilk yorumunu yapanlar feministlerdi ve bu insanlar kürtaja karşıydılar. Tabi ki devlet kürtajı yasaklamalıdır demiyorlardı, fakat kürtaja sebep olan faktörleri (Ki bu faktörler kadın sorununun kendisini de oluşturur) kaldırma yollarını aramanın gerekliliğine işaret ediyorlardı. Örneğin Emma Goldman, yüksek kürtaj oranının, toplumsal
bir trajedi olduğunu söyler.
Gerçekten de yüksek kürtaj oranı; kültürel ve ekonomik şartların, eğitim sisteminin iflas ettiğinin
göstergesidir. Kürtaj bir gösterge, bir sonuçtur. Kadın açısından, dünya
ülkeleri içerisinde en kötü durumlarda olanlardan birisi oluşumuzun nedenidir yüksek kürtaj oranı ve kürtajı bu açıdan
ele almak gerekir. Çünkü kürtaj zaten ekonomik yetersizliğin göstergesidir. Kürtaj,
prezervatif kullanmayı bile reddeden milyonlarca erkeğin, karısına tecavüz
ettiğinin göstergesidir. Kürtaj, kadınların acı çektiğinin göstergesidir.
Mesela deniyor ki, kürtaj yasaklanırsa
töre cinayetleri artar. Bu yüzyılda neden töre cinayeti olduğunu sorgulayan,
kadın sığınma evlerinin sayısını tartışmaya açan kaç yazar, gazeteci oldu bu
konuda, töre cinayetleri hakkında ne yapıldı? Şu an vergilerimiz bu konulara değil, Çamlıca ormanlarını mahvedip orada İstanbul'un her yerinden görünebilecek devasa bir cami yapımına harcanıyorsa, bu vergilerle dünyanın en büyük kara ordusu kurulup, devlet, seçtiği insanlara "istenmeyen cenin" muamelesi yapıyorsa, sıradan insanlar olarak bizler kadın sorunu hakkında hiçbir şey yapmamışsak, kürtaj yasağı denildiğinde tepemizin atması iki yüzlülük değil midir?
Diyeceğim şu; kadınların durumu göze
alındığında kürtajı yasaklamak, güneşi balçıkla sıvamak gibidir. Mağdur kadını
katil pozisyonuna itmek, cinayet kavramını ucuzlaştırmaktır ve asıl sorunları
inkar etmektir.
Hem yasağı savunanlar adına, hem kürtaja basit bir "kadın hakkı" gözüyle bakanlar adına bu böyledir. En azından, kürtaj yasaklanmadığı müddetçe feministlerle dalga geçen, kadın meselesi üzerine "cennet anaların ayakları altındadır" kıvamından öteye gidemeyen sözler etmemiş, kürtaja sebebiyet veren durumları da ortadan kaldırmak için
uğraşma taraftarı olmayanları da sorgulamak gerekir, çünkü "kürtaj kadın hakkıdır" diyip gerisini getirmeyenler, fuhuşa karşı olanlara
"kadın bedenine karışmayın!" diyenler gibidir. Seks işçiliğini hiçbir
kadın isteyerek yapmaz, erkeklerin fuhuşa talebi olduğu yerde bir çarpıklık,
olmaması gereken bir açlık var demektir, o yerde kadınlar hala "servis
eden", erkekler ise zevk alan konumunda demektir. Nasıl ki fuhuşu
yasaklamakla bu gerçeği kaldıramazsanız, kürtajı serbest bırakmakla da,
yasaklamakla da bu kadınların pozisyonunu değiştiremezsiniz. Olayı "kadın
bedenine müdahale" konusundan çekip daha geniş olarak ele almadan
yürütülen her tartışma sığ kalacaktır. Zaten paradoks olarak, kürtaja neden olan
şey, kürtaj yasağını destekleyen muhafazakar kitlenin inançlarıdır, kadınları
ittiği pozisyondur. Kadınlar ekonomik bağımsızlıklarına kavuşurlarsa, kültürel
anlamda özgürleşirlerse, sekste erkeklerin baskın rollerini ellerinden
alırlarsa, yani "güçlenirler", dolayısıyla "haklı"
olurlarsa, o zaman görürüz, kürtaj oranı nerelere düşüyor. Dünyada hiçbir yasak, hiçbir sorunu çözmedi, şimdiden sonra da çözmeyecek. Benim endişem, yasak yokken bu sorunları reddetmektir.
Ne kadın hakkı kürtajla başlıyor, ne kürtajı yasaklamak kadın sorununu örtüyor. Katılıyorum.
YanıtlaSil