27 Ağustos 2011 Cumartesi

İnsan Doğası ve Suç

Evrim Aldatmacası yazımda, Adem ile Havva'nın cennetten kovulma hikayesinin ve Kabil'in Habil'i öldürüşünün, Sami'lere kuzeyden gelen ziraatçilerin istilalarına, bunu takiben başlayan savaşlara, yani Sami'lerin cennetinin ellerinden kayıp gitmesine yaktıkları bir ağıt olduğunu söylemiştim. Pekçok kültürde, örneğin Pygmy'lerde bile (1), o ünlü cennetten kovulma hikayesine benzer bir inanış vardır. Aslında insanlığın ortak bilincinde, bir şeylerin yanlış gittiği açıktır. Kimi kültürler, o kaybettikleri cenneti tekrar bu dünyada inşa etme arayışına girmişler, kimi kültürler de, öyle bir cennete öldükten sonra kavuşacaklarını umar olmuşlardır.

Hıristiyanlıkla birlikte, bu hikayenin Sami uyarlaması, bambaşka bir hal almıştır ki, o da "kalıtsal günah" inancı. Bu inanca göre, insanlık, Havva'nın suçundan dolayı günahkardır, çektiği acıları haketmektedir, doğum sancısı bile bu yüzdendir. Yani, insan "doğası gereği" suçludur (İlk Hıristiyanların bu sebepten dolayı kendilerine nasıl işkence ettiklerini detaylandırıp midenizi kaldırmak istemiyorum). Roma İmparatorluğu'na isyan amaçlı çıkmış Hıristiyanlığın doğurduğu sonuç, beklenmedik şekilde (Roma İmparatorluğu'nun kilise üstündeki etkisiyle de), tüm suçu otoriteden, imparatorluklardan alıp, insan doğasına yüklemek oldu. Suçun insanların doğasından geldiğini savunan tek inanç pek tabii bu değildir fakat bizi ilgilendiren konu burası zira batı felsefesi, medeni hukuk, sosyoloji, Hobbes'un teorileri, ceza sistemi bu inanç üzerinden şekillenmiştir. İslam da, "nefs" kavramıyla bu inancı Hıristiyanlıktan miras edinmiştir. Buna göre nefs, doğası gereği bir suçludur ve dizginlenmelidir. Bugün ele alacağım konuyla bu soruya cevap vermek istiyorum; Suç, insan doğasından mı kaynaklanmaktadır?

Aslında bu soru, "insanın doğası nedir?" karşı sorusuyla havada kalmaktadır çünkü insan doğasının ne olduğu bilinmemektedir. Bizler, hiç abartısız doğasından kopartılmış ve evcilleştirilmiş hayvanlarız. Doğadan alınıp kapalı ortama konulmuş hayvanlar, doğada göstermedikleri davranışları gösterirler, örneğin doğada hiç saldırgan davranış göstermeyen hayvanlar hırçınlaşabilir, başka hayvanlara veya insanlara öldürmek amaçlı saldırabilir (İnsana saldırdığı görülen tek katil balina, akvaryumda tutulan balinadır) ya da tam tersine sinebilir, uysallaşabilir. Bu yüzden, tüm zoologların ve biyologların hem fikir olduğu konu şudur ki, doğal ortamından uzak hayvanlar üzerinde yapılan davranış deneyleri geçersizdir.

İnsanların nasıl evcilleştirildiğine gelirsek; bu henüz 6-7 aylıkken başlayan bir durum. Öncelikle bebeğe, insan türünün bir zümresinin oluşturduğu aracı kod sistemi, yani "dil" yüklenir ve bebek, sadece yaşıtı olan yabancı uyruklu bebeklere, kendi dilini konuşmayan herkese ve doğaya yabancılaşmaz, aynı zamanda bu bebeğin, kelimeler olmadan düşünebilme yeteneği elinden alınır, artık düşüncesi, bu sistemin kontrolü altındadır. Bu tespit okuyucuya saçma gelebileceğinden bir parantez açayım, insanlar, 2 milyon seneden fazla bir süre, bugün anladığımıaz anlamda dil olmadan iletişim kurmuş, alet kullanma bilgisini nesilden nesile aktarmış, ateşi icat edip kullanmıştır. Bu iki milyon senede, dil kullandıklarına dair hiçbir kanıt bırakmamışlardır - en azından komplike bir dil kullanma gereği duymadıklarını ve dilin kölesi olmadıklarını biliyoruz, yani kelimeler olmadan da düşünülebilir. Ayrıca satranç oynarken, müzik bestelerken, avlanırken, takım oyunu oynarken kelimeler olmadan düşünebildiğinizi farkedersiniz. Kelimeler, düşünceye yardım etmek kadar, düşünceyi aynı zamanda zapteder ve onu yavaşlatır. O yüzden şempanzelerin görsel hafızası ve düşünme hızları bizimkinden yüksektir (Bir bölgede yaşayan babunların, başka bölgenin babunlarıyla iletişim kurmakta güçlük çektikleri bilinir, kedilerin bile 16 çeşit farklı ses çıkararak anlaştığını biliyoruz, yani "iletişim" amaçlı sistemler doğada vardır fakat insan dili konusu, ihtiyaç ötesi, bambaşka bir simgesel kodlamadır).

Bebek, kendisine dil denen sistem yüklendikten sonra, kültürel öğelerle tanıştırılır. İnkar edemeyiz ki, doğada oyun vardır. Bütün hayvanlar, özellikle memeliler, anneleriyle ve yaşıtlarıyla oynayarak, hayatta kalmanın yollarını öğrenirler. Bizim burun kıvırıp, onların "içgüdü" yoluyla bulduğunu söylediğimiz tüm hayatta kalma kurallarını hayvanlar, küçük yaşlarda oyun yoluyla öğrenir. Onların oyunları da, avcı-toplayıcı kavimlerin çocuklarının oynadığı oyunlar gibi (Zerzan'a göre) bir "yarış" içermez, dayanışmayı teşvik eder çünkü türler karşılıklı dayanışmayla ayakta kalabilirler. İnsana gelince, doğadan, yaşıtlarından kopartılmış bebeklerin bu ihtiyacını, insan yapımı, suni, onları (dil yetmezmiş gibi) daha fazla "sembolik" düşünmeye itmekten başka hiçbir işe yaramayacak oyuncaklarla gidermeye çalışırız.

Bu arada ilk kültürel öğelerden biri olarak kıyafet çocuğun hayatına çoktan girmiştir. Türbanın bir simge olduğu söylenir, doğrudur, fakat "simge" olmayan kaç kıyafet gösterebilirsiniz? "Güzel" görünmek için giyinenler, kafanızda size kültürünüzün ve medyanın oluşturduğu "güzel", "seksi" imajını simgeler. Kadınların üniformalı erkekleri sevmesi, üniformanın "güç" simgesi olduğu ve kadının da kültürel kodlarında güçlü erkeklerin çekici olduğu gerçeği yatar. Bebek de, aklı ermeye başlamasıyla, kültürünüzün dayatması olarak ona giydirdiklerinizden dolayı, kendi vücudundaki belli bölgeleri sadece tuvalette ve yıkanma esnasında görebileceğinin farkına varır. Böylece, onun koduna da, o bölgelerin pis olduğu işlenir. Bu durum, özellikle ataerkil kültürün de hayatına girmesiyle kız çocuklarında yıkıcı bir etki yapacaktır, sadece kendi vücudundan nefret etmekle kalmayacak, başka birinin çıplak vücudunu görmekten korkar hale gelecektir. Psikologlar da, çocuğun 1-18 yaşları arası başkalarının vücudunu görmesinin çocukta açacağı zararlardan bahsedip durmaya devam edeceklerdir. Halbuki, baştan bu fobinin çocuğun beynine işlenmediği nudist ailelerde, çocukların psikolojik gelişimi ve cinsel kimliği daha sağlıklı gelişmektedir.

Kıyafet, oturup kalkma geleneklerinden sonra, çocuğa "zaman" kavramı tanıştırılır. Buna göre, çocuğu bekleyen bir "gelecek" vardır ve çocuk, onun için çalışmaya başlamalıdır. Bu noktadan itibaren çocuğun elinden anı yaşama kabiliyeti de alınır, çocuk daima gelecekteki imajını kovalamaya, onun için yaşamaya, dolayısıyla içinde bulunduğu durumdan hoşnutsuz olmaya başlar. Okulun da devreye girmesiyle, çocuk, karşılıklı dayanışma içgüdüsüne, kardeşliğe aykırı bir şekilde, bir okul dolusu "rakip" ile karşılaşır. Kopya vermek cezalandırılır, çocuk daima bu rakipleriyle rekabet içerisinde olmak zorundadır. Kimi çocukların babalarının zengin olduğu için bu rekabete önde başladıkları gerçeğine, daha okulun ilk yıllarında şahit olurlar, oyun oynayarak hayatın tadını çıkarması gereken çağda çocuklar arası düşmanlık biraz daha büyür, kavgalarla, kusurlarla dalga geçmelerle ve aşağılamalarla kendini gösterir.

Okul ile birlikte çocuğun beynine yazı dili olarak başka bir sistem yüklendikten, çocuk artık düşünce dünyasını kendinden farklı bir şeymiş gibi somutlaşmış bir şekilde yazılı olarak önünde görmeye başladıktan sonra (Yani hayatı geri dönülemez bir şekilde sembollerden oluşmaya zorlandıktan sonra), resmi ideoloji de kendisine endoktrine edilmeye başlar. Çocuğa, dünyada sınırlar olduğu, yalanla dolu bir tarih eşliğinde kendi sınırlarının ötesindekilerin kendisine düşman olduğu, vatansever olması gerektiği ve dünya görüşünü de kendi ülkesini kuran ideolojiye uyumlu olarak inşa etmesi gerektiği anlatılır. Bununla birlikte, çocuğa bir de din endoktrine edilir ve artık çocuk, ne yapması / yapmaması gerektiğini, bir öğretmenden, bir ebeveynden değil, bir yaratıcıdan emir olarak alır ve hayatının geri kalan bölümünde, cehennem korkusuyla yaşar. Ailelerin çocukların yanında kavga etmemesi gerektiğini savunan psikologlar, çocukların iç dünyasında bu cehennem korkusunun ne gibi yıkımlara yol açtığından pek de bahsetmezler, aynı korkuyu kendileri de içselleştirmişlerdir (En ateşli ateistlerin bile suçlunun cezalandırılmasını savunmasının nedeni bile, kültüründen bakış açısına işlenen dinsel kökenli ceza kavramıdır - bakış açımız bireysellikten o denli uzaktır).

Peki, evcilleştirme süreci burada biter mi? Hayır, buraya kadarki süreç, çocuğun sonraki hayatını, oyunun kurallarına göre inşa etmesini kabul ettirmeye yönelik sadece bir başlangıçtır. Çocuk, ilk hayalkırıklığını, çocukluğun bittiği dönemde, ergenlikte yaşar. Bu dönemdeki bunalım ve depresyon, erklere hizmet eden psikiyatristlerin açıkladığı gibi "hormonal" falan da değildi; bu ruhsal durum, çocuğun doğadan koparılmasının, evcilleşme sürecini reddetmeye yönelik çırpınışların evrensel bir tezahürüdür ve bu depresif süreç, zengin / fakir ayrımı yapmaz. Zengin gençlerin uyuşturucuya meyilli olmalarının nedeni tamamen (Fakir gençlerde olduğu gibi) depresyondan kaynaklanır, ailenin şımartmasından veya farklı arayışlardan değil. 15-18 yaş arası gençler üzerinde yapılan çoğu araştırma, zengin-fakir ayırdetmeksizin, gençlerin %30'undan fazlasının ciddi olarak intiharı düşündüğünü gösteriyor.

Bu buhranlı dönemi şöyle ya da böyle atlatmayı başarmış çocuklardan, bir tercih yapmaları istenir. İsterse bizdeki gibi neresinden tutsan elinde kalacak bir "eleme", bir sınav sistemi olsun, isterse kişiye yönelik "bilimsel" yetenek analizlerine göre okullara yerleşimin yapıldığı ülkeler olsun, çocuklara belli bir yeteneğe meyilli makine muamelesi yapılır ve onlardan bir meslek üzerine özelleşip ustalaşmaları istenir (Okulu bırakmış çocuğun da kaderi farksızdır). Böylece çocuk, son törpüleme işleminden de geçecek, artık yüzlerce alanın olduğu bir dünyada, tek bir mesleki alandan başkasına "aklı ermeyen" bir makine haline getirilecektir. Artık genç birey, sistemin çarkında bir dişli olmaya, ücretli köle olmaya hazırdır ve başka dişliler hakkında söz söyleme hakkına da sahip değildir. Çünkü diplomalı olduğu konu bellidir, toplumdaki yeri de o konudan ibarettir. Sistem, bu evcilleştirilmiş insanı: kanunlarıyla, medyasıyla, ona yüklediği vatani hizmetler ve sorumluluklarla, sürekli üretilen teknolojik dünyada icat edilen, almakla yükümlü olduğu yeni "ihtiyaçlar", ürünlerle, kontrolünde, hapsinde tutmaya devam edecektir. Tüm bunlar da, en başta size muhtemelen saçma gelen, o bir yaşında beyne yüklenen "dil" aracılığıyla yapılacaktır - dilin bir ideolojik araç olmadığını düşünenler, dünya üzerindeki dil dağılımlarına, kolonileşmelere, dil dağılımının gelir dağılımı ve emperyalizmle olan ilişkilerine ve ilgili konulara baksınlar.

Aslında bir kitap konusu olacak "evcilleştirme" sürecinin özeti bu şekilde. Bunun iyi veya kötü bir şey olduğu da ayrı bir tez konusu fakat bu noktaya kadar anlatmak istediğim şey, insanın doğasından ne kadar kopartılmış bir canlı olduğu. İlk olarak beynimize yüklenen dilden, kıyafet kodlarından, imajlardan tutun, kültürel öğelere, inançlara kadar aslında hepimizin iliklerine insanlık tarihi işleniyor. Hepimiz, tek tek, birer insanlık tarihi kopyalarıyız ve üretilmiş ürünleriz. Tüm bu kültürel kodların, bize aşılanan fobilerin, inançların, simgelerin, insanlardan, sevgililerden beklediğimiz sorumlulukların, kısacası sonradan öğrendiğimiz herşeyin sadece birkaçından kendimizi kurtarabiliyoruz ve bu kurtulmuşlukla kendimizi farklı bir birey sanıyoruz. Halbuki birey olmaktan o kadar uzağız ki. Freud'un bir tespiti vardır; medeniyetin ayakta kalabilmesi için, insanın doğasının bastırılması gerektiğini söyler ki doğrudur, fakat Freud, medeniyetin kişiden daha önemli olduğunda karar kılar, ben bu görüşe karşıyım.

Koyunlar ve inekler, doğal ortamlarında çok tehlikeli ve zeki hayvanlardır (Bir ineği yakalamak için koca bir aslan sürüsü toplanır, yine de çoğu denemesinde başarısız olurlar). İnsanlar, kendilerini evcilleştirdikten sonra, doğayı da evcilleştirmeye başladılar ve doğasında tehlikeli olan hayvanları alıp, onları tamamen embesil hale getirdiiler, artık hayvanların hayatlarını savunma hakları bile ellerinden alınmıştı. Bir koyunun, bir çobana itaat için yaratıldığını, bu özelliğin doğasından geldiğini iddia edemezsiniz. İşte evcilleşmiş insan da öyledir, öylesine doğasından koparılmıştır ve en bilinçli olanımız bile, beyaz bir koyun sürüsü içinde sadece siyah koyun olabilecek kadar farklıyız.

İnsan doğasını psikiyatristlerin bildiğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz, çünkü psikiyatrinin incelediği insan, bu üretilmiş, evcilleştirilmiş insandır. Psikiyatrinin sizi normal kabul edebilmesi için, olağan şekilde evcilleştirilmiş olmanız gerekir. Normlara uymayan insan da psikolojik olarak anormal olarak nitelendirilir ve teşhisler o kadar keyfi yapılmaktadır ki, Foucault, psikiyatrinin bilim olmadığını öne sürmüştür. Örneğin 19. yüzyılda mastürbasyon yapanlar, daha 30 sene öncesine kadar eşcinseller hasta olarak kabul ediliyordu. Bu profildeki insanlar, erkler tarafından normlara uygun olarak nitelendirildiğinden beri, normal kabul edilmektedir. Psikiyatrinin de yaptığı budur; insan denen olguyu, sosyal yapının oluşturduğunu, hepimizin toplumun ürünü olduğu gerçeğini bir kenara iter, çalışmanın, iş bölümünün, sistemin insan doğasına aykırı olduğunı gözardı eder ve "çocukluğa inmek" gibi saçma sapan yollara başvurur. Çözümü psikolojik problemlerin altında yatan temel sosyolojik felaketlere yönelik değildir; bireyi toplumdan soyutlayan psikiyatri, çareyi "hastayı" yatıştırıcı ilaçlara itmekte bulur. Yani, normal yollarla evcilleşememiş bir insan, suni yollarla uyuşturularak evcilleştirilir. O yüzden Foucault'un, psikiyatrinin iktidar gücüne hizmet ettiği, sosyolojik normların farklı oluştuğu bir dünyada tamamen farklı bir psikiyatri bilimiyle karşılaşacağımız fikrine tamamen katılıyorum.

İnsan doğasına, daha doğrusu, insan sunileştirilmesine değindikten sonra, suç kavramını ele alalım. Akla ilk gelen üç temel suç var; hırsızlık, tecavüz ve cinayet. İnsanın doğasında açığa çıkmayı bekleyen bir hırsız, tecavüzcü ve katil olduğu tezinin doğru olup olmadığını incelemek için, her suçu tek tek ele almak gerekir. O yüzden bakalım.

Hırsızlık: Başkasının taşınabilir mallarını, onun isteği ve onaşımı olmaksızın kendi çıkarı ve yararı için alma. (TDK)

Gerek tanım itibarıyla, gerek hukuki anlamda, bir eylemin hırsızlık sayılabilmesi için, özel mülkiyet ön koşulu gereklidir. Yani yazılı veya sözlü yasalarla, herhangi bir malı benim üzerime garantileyen bir hüküm olması gerekir.

Fakat böyle bir hüküm, doğada yoktur. Doğada, bir avın, bir yuvanın, bir yumurtanın, hatta bir aletin sahibi, onu koruyabilendir. Genel anlamda hayvanların tüm dünyaya sahip olma hakkı vardır ve bu haklarını, güçlerinin yettiğince, ihtiyaçları dahilinde kullanırlar. Bir çita, avını zamanında bitirmezse, daha güçlü bir hayvana kaptıracağını; bir anne, yavrusunun veya yumurtasının başından ayrıldığında onun kapılabileceğini bilir ve hayvanlar, bu karşılıklı güç / güçsüzlük dahilinde uyum içerisinde yaşarlar, özel mülkiyet yoktur, dolayısıyla "hırsızlık" diye bir kavramdan bahsedilemez.

İnsanlar da, az değil, üç milyon yıl boyunca aynı prensipte yaşamışlardır. Tarım öncesi dönem, özel mülkiyet kavramının bilinmediği bir dönemdir. Tarıma geçtikten sonra dahi insanlar yıllarca, toprağı ortak işlemişler, çekirdek aile kavramı oluşana kadar ortak evlerde yaşamışlardır. Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma'da insanların nasıl yüzyıllar boyunca özel mülkiyet kavramına direndikleri ve kültürel pekçok öğenin (Toplu bayram yemekleri, düğünde takı takılması gibi) o eski, özel mülkiyetin olmadığı yılları hatırlamaya yönelik olduğunu söyler. Sahlins, bugün hala, modern devletlerle temaslardan dolayı kültürel bozulma yaşamalarına rağmen, özel mülkiyet kavramını reddeden kabilelerden bahseder. Çevredeki yenebilir tüm yiyeceklere erişme, tüm ağaçları, dağları, taşları barınak, alet yapımında kullanma hakkı, bütün hayvanlar ve insanların "doğalarında" olagelmiş bir haktır.

Peki ya içinde yaşadığımız modern toplum? Yine her yerde yiyecek , her yerde ürün var, herşeyi üreten yine halk, fakat bunlar azınlık tarafından zimmetlenmiş durumda ve serbest erişiminiz yasak. Arsalar, tarlalar, hatta av hayvanları belli zümrenin tekelinde ve tüm sistem, onların mülkünü artırma yolunda, onların çocuklarını miras yoluyla sizin çocuklarınızdan zengin kılma yolunda işliyor. Evcilleştirilmiş bir insan olarak, size bu sistemin kurallarına uygun oynamayı, çalmamayı öğretmişler. Fakat sistem, doğanıza aykırı. Sizin 3 milyon senelik insanlık güdüleriniz, gücünüz ve ihtiyacınız dahilinde herşeye erişebileceğinizi söylüyor. Fakat güç, kanunlar ve polis yoluyla elinizden alınmış, birileri ihtiyaçtan fazlasını stoklamış. Doğaya aykırı olan da tam burası. Tabi ki refleks vereceksiniz ve "çalmak" doğanıza uygun şey olacak. Fakat bu, özel mülkiyet ve dolayısıyla hırsızlık denen kavramların sonradan dahil edildiği, ne doğada, ne insan doğasında bunların olmadığı gerçeğini değiştirmez. Kızılderililerin Amerika'lılara şaşırıp "Toprak satmak mı? Havayı ve şu denizi de satabilir misiniz?" dedikleri gibi.

Tecavüz: 1. Saldırı 2. Namusuna saldırma, sarkıntılık. 3. Başkasının hakkına el uzatma. 4. Aşma, ötesine geçme. (TDK)

Orhan Çeker de Tecavüze Uğrayabilir yazımda, tecavüz konusunu işlemiştim. Tecavüz büsbütün, bir güç gösterisi, iktidar mücadelesi, ataerkil kültürün bir ürünüdür. Öncelikle iç dünyasında aciz, toplum tarafından gücün erkeklikten geldiğine inandırılmış, kadın düşmanı bir bireye ve yine ataerkil kültürün ürünü olan zayıf bir kurbana ihtiyaç vardır.

Fredy Perlman, anaerkil kabilelerden bahsederken, kadınların eş seçim sürecine dikkat çeker. Ataerkil kültürlerin tam tersine, cinsel obje konumunda olanlar erkeklerdir ve fiziksel güç, tamamen kadını etkilemeye yönelik, erkeklerin "beğenilme" toplantılarında gösterdikleri bir özelliktir, kadını hüküm altına almakta kullanılmaz (Zaten 4 milyon yıl önceki ilk atalarımıza baktığımızda kadın-erkek vücudu arasında çok belirgin farklar vardır fakat bu fiziksel fark gittikçe kapanmıştır ve bu da kadınların güç olarak daha zayıf fakat daha sosyal erkekleri seçtiğine işarettir). Bu toplumlarda, tecavüz yoktur çünkü kadın, erkeği seçme, istediğinde ayrılma hakkına sahiptir ve cinselliğini rahatça yaşar. Ataerkil toplumlardaki kadın profilinin aksine, bu kadınlar güçlüdür ve öz savunma bilinçleri gelişmiştir. Kadının cinsel özgülüğünden bahsedilebilen bir ortamda, erkeklerin de cinsel kimliği sağlıklı olarak gelişir ve onların da cinsel dürtülerinin bastırılmasına gerek kalmaz.

Zaten doğanın işleyişine bakıldığında, dişilerin erkek seçimi çok önemlidir. Dişiler, doğurabilecekleri en sağlıklı, en dayanıklı yavrularla soylarını sürdürmek isterler ve buna uygun erkeği seçerler. Doğal seleksiyon ve evrimin olumlu sonuç vermesi için bu gereklidir. Fakat kadını köleleştiren toplumda, mal varlığı, garanti gelecek gibi konular, sağlıklı, doğru erkek seçimini doğal yollardan tamamen çıkarmış, hatta erkek seçiminden bile bahsedilemeyecek bir hale sokmuştur. Kadın düşmanlığını, kadının zayıf, narin olmasını aşılayan, tüm güçleri ve statüyü erkeğe veren kültür, kadının cinselliğinden mahrum edilmesi ve bunun bastırılmamış erkeklere de yansıması, hatta tecavüzün kadınlar üzerinde yarattığı tahribat gibi konular, "doğal" değil, insan doğasına aykırıdır. Bunların getirisi, tecavüz de, aynı hırsızlık gibi, insanın doğasından değil, insanın doğasına aykırı toplum düzeninden kaynaklanmaktadır. Ne doğada, ne insan doğasında, tecavüz yoktur (Bazı türlerde erkek dominasyonu vardır fakat buna tecavüz denemez).

Cinayet: 1. Adam öldürme. 2. Adam öldürme derecesinde ağır suç. (TDK)

Cinayet ve nedenleri, uzun bir blog yazısında sadece özet geçilebilecek bir olgu. Fakat cinayetin insan doğasından geldiğini öne sürüyorsanız, bana bir tane doğal adam öldürme nedeni göstermenizi isterim. Töre cinayetleri, ideolojik kavgalardan doğan cinayetler, stadyumlardaki cinayetler, namus cinayetleri, bir küfürden doğan kavgadan çıkan cinayet (Ki küfrün yıkıcı etkisi de sonradan öğrenilen, kültürel bir durumdur) gibi pekçok neden sayabiliriz. Bunlardan nefsi müdafa dışında doğal bir reaksiyondan doğan bir eylem gösterilemez (Ki nefsi müdafa suç mudur o da ayrı bir konu). Ayrıca cinayetleri insan doğasına bağlayanlar, son 40 yılda gelişen teknolojiye ve dolayısıyla suçluların bulunma oranlarının büyük ölçüde artmasına rağmen, neden cinayetlerin inanılmaz oranlarda arttığını açıklamak durumundalar. İnsanlar, son 40 yılda doğalarına daha mı çok yaklaştılar? Yoksa tam tersi, modern hayatın içinde hapsolup, doğalarından koparıldıkları için mi cinayet oranları bu denli arttı?

İnsanın doğasında cinayet olup olmadığına iki şekilde bakabiliriz. Birincisi, yaşayan en yakın kuzenimiz şempanzelerdeki cinayet durumu, ikincisi de tarım öncesi atalarımızın durumu. Şempanzeler, son gözlemlere göre, bölgelerini korumak için savaşa girip, birbirlerini öldürebiliyorlar(2). Fakat bir gerçek de var ki, insanlar, diğer hayvanlara yaptıkları gibi, şempanzelerin yaşam sahalarını daralttı, onları bizzat kendi elleriyle öldürdü, sakat bıraktı. İnsan yapımı kapanlardan dolayı ellerini, ayaklarını kaybetmiş şempanzeler görmek gayet olağan. Kaynakları tüketilmiş, yaşam alanları kısıtlanmış şempanzeler neden katı bölgeciliğe gidiyor, kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar, anlamak zor değil.

Fosillere baktığımızda ise, avcı-toplayıcı insanların, yiyeceklerini avcılıktan çok toplayıcılıktan ve leş yiyicilikten sağladıkları dönemde, herhangi bir cinayet kanıtı yok. Avcılığa ağırlık verdikleri dönemlerde de, mızrakları, aletleri, av hayvanlarına yönelik kullandıklarını, birbirlerine zarar vermediklerini biliyoruz. Cinayetler, Cro-Magnon sonrası, hayvan evcilleştirilmesinin (Yani insan evcilleştirilmesinden sonra), mağara duvarlarının şiddet resimleriyle dolması, tarıma geçişin hemen öncesinde ortaya çıkmıştır (Cro-Magnon sonrası aynı zamanda beyin kapasitesi de azalmıştır [3]).

Bir diğer atlamamız gereken gerçek de, herhangi bir meydan savaşında, Auschwitz'de, Dersim'de ve devlet eliyle işletilmiş toplu cinayetlerde ölenler hesaba katıldığında, tarihte işlenmiş tüm bireysel cinayetlerin bir hiç olduğudur. Yani cinayetin nedenini insanın doğasında aramak yerine, devletlerin kandan beslendiği gerçeğini görmek daha mantıklı olacaktır. Bireysel cinayetler hususu ise, kültürel, dini, ideolojik nedenler ele alınmaksızın, münferit olaylar denilerek geçiştirilemez. Yazımın ortalarında belirttiğim gibi, hepimiz yaratılmış, daha doğrusu iktidarlar tarafından icat edilip, kültürler tarafından üretilmiş, aynı fabrikanın mallarıyız. Birimizin suçu, toplum kavramından soyut olarak ele alınamaz. "Cinayet" de, insan doğasından kaynaklanmayan bir olgudur. Hiçbir tür, çok gerekli kalmadıkça, kendi türünden bir canlıyı öldürmez. Kavga eder, dövüşür, fakat bir uzvunu kaybedeceğini, ciddi bir yara alacağını anladığı an vazgeçer, kazanan da amacına ulaşmış olur, daha sonra ihtiyaç duyacağını bildiği kardeşine daha fazla dokunmaz. Yani doğadaki tür içi mücadele, işkenceden ve cinayetten uzaktır. Çünkü her türün bireyleri, hayatta kalmak için karşılıklı yardımlaşmaya ihtiyacı olduğunu bilir. İnsan ise, doğadan ve tüm diğer insanlardan izole edilmiş, karşılıklı yardımlaşma güdüsü bastırılmış bir üründür. O yüzden karşısındakini perişan edinceye kadar döver, işkence eder, öldürür. Bu, doğasının tezahürü değil, doğasından koparılmışlığın bir sonucudur.

Tüm bu yazdıklarımla varmak istediğim sonuç şudur; bugün tüm sorunun altında insan doğası değil, insanın doğasından koparılması yatmaktadır. Doğada olmayan kavramları hayatımıza sokup, sonuçlardan insan doğasını sorumlu tutmak ne kadar garipse, içinde bulunduğumuz suni sistemde, insanın doğasına göre hareket ettiğini söylemek de o kadar gariptir. Eminim ki bu yazıyı okuyan hiçbir kişi "polis olmasa çıkar katliam yapardım" diye düşünmüyordur, en azından ben öyle bir düşüncede değilim ve ben de insan grubuna dahil olduğuma göre, benim istisnam dahi "insan doğası X'tir." gibi bir genellemeyi geçersiz kılar. Tekrarlıyorum, sorunun kökeninde insanın doğasından koparılıp, doğasına aykırı bir canlı haline getirilmesi yatıyor (Doğada suç ve ceza yokken, insan doğasına suç atfetmek de ironiktir). "İnsan olan bunu yapmaz" derken bile aslında kendimizi doğadaki diğer canlılardan çok farklı gördüğümüzü haykırıyoruz ve aslında tam da insan denen varlığın, suni bir ürün olduğu için çok tuhaf davrandığının bilincinde değiliz. Kültür, gelenekler, inançlar, gelecek kaygısı, miras kavramı, özel mülkiyet, teknoloji, bizi doğamızdan koparıyor. O kadar ki, "insan doğasını" bile tanımlayamaz hale geldik. Sistemin işlemesi için de bu doğadan koparılma, evcilleştirme işleminin durmaksızın sürmesi, size de bu evcilleştirmenin iyi bir şey olduğunun uzun uzun anlatılması, medeniyetin ve gelişimin devamlı övülmesi gerekiyor; çünkü doğasından kopmamış, "vahşi" bir insan topluluğu, kendisine yapılan bu muameleye dayanamaz, bu 10.000 senelik köleleştirme projesini on günde yıkar, insan doğası diye anlatılan masala gülerdi.

Ben, bir anarşist olarak, polis kurumuna, ceza konseptine, devlete karşı olduğumu söyleyince, "ya evin elinden alınırsa / ya tecavüzler artarsa / ya herkes birbirini doğrarsa" gibi tereddütlerle karşılaşıyorum. Dünya bu haldeyken, başımızdaki yöneticilerden kurtulmak, hapishaneleri bombalamak tabi ki bir işe yaramayacaktır. Çünkü günümüz modern insanı, kurumsallaştırılmış, evcilleştirilmiş ve bir sürü lideri ihtiyacında olan bir üründür. Öncelikle bu üründen kurtulmak gerekiyor (Ki bu ürün, Marx'ın öngörüsü gibi bir diktatör tarafından da yok edilemez). Bu üründen, toplum düzeni, aile kurumu, teknoloji, özel mülkiyet gibi hayatımıza işlemiş pekçok kavram yok edilerek kurtulunursa, zaten sonrasında hiçbir mücadeleye gerek kalmaksızın devlet erir gider. Fakat tamamen suçların varlığından beslenen  (Suçlar devam etmelidir ki, bu suçları önleme amacında olduğunu iddia eden "gerekli" bir devlet kurumu meşruluğunu korusun), eğitimle evcilleştiremediği bir insanı hapisanesinde disipline etmeyi kendisine prensip edinmiş (Hapisanelerin gerçekten suçları azalttığı yalanıyla bu utanç verici ceza sistemini aklamaya çalışarak), insanı doğasından uzaklaştırıp onları suça sürükleyen, çünkü kendisi doğal olmayan, suni bir devletler topluluğunda yaşıyoruz ve bu topluluğa uygun insanlar üretiyoruz. Bu üretilmiş insan, kendi doğasıyla sürekli savaş halinde olmaya mahkumdur ve ikisi aynı anda galip gelemez. İnsan doğasının galip gelmesi, bu üretilmiş insanın (Yani devlet makinesinin dişlilerini) ve dolayısıyla devletin ve devleti besleyen boğucu toplumsal düzenin yok olacağı anlamına gelmektedir. Fakat tam zıttı olur, 10.000 senedir olduğu gibi insan doğası boğulmaya devam ederse, gittikçe hızlanarak düşen bir uçak gibi yakın bir zamanda yere çakılırız ve bizimle birlikte diğer türler ve gezegendeki yaşam da yok olur gider. Karar bizim.

Referanslar:
(1) http://freethoughtnation.com/contributing-writers/63-acharya-s/562-garden-of-eden-originally-a-pygmy-myth.html
(2) http://www.nytimes.com/1988/03/13/books/love-and-murder-among-the-chimps.html?src=pm
(3) http://www.britannica.com/EBchecked/topic/143532/Cro-Magnon

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Yaşasın Halkların İmhası

Geçen gün bir arkadaşıma, her köşede bir kamera olmasından şikayet ettim. O da bana, "senin kendinden şüphen yoksa (Yani suç işlemeyeceksem), onların ne zararı var ki?" dedi. Ulan her adımı izlenen deney hayvanlarına dönmüşüz, açık havada götümüzü kaşıyamayacak duruma gelmişiz, bundan rahatsız olan bir ben, bir de belgesellerin yıldızı haline gelen Afrika aslanları mı diye düşündüm. İnsanlardan hayır yok, umarım ileride aslanlar baş kaldıracak bilince ulaşır da, devrimi onlar yapar.

Ben bu satırları yazarken, sizlerin cebinden çıkan yüzbinlerce lira, Irak dağlarına bomba olarak akıtılıyor, ödediğinizle övündüğünüz vergiler, bombalarla imha ediliyor. İmha olan sadece para, bölgenin dağları, dağların hayvan sakinleri değil, aynı zamanda insan. Sadece ölümüne hiç üzülmediğiniz PKK militanlarından bahsetmiyorum; biraz sonra üzülüp, ölümüne sinirleneceğiniz askerler de bu imhanın kurbanları. Çünkü her operasyonun hizmet ettiği amaçlar aynıdır; birincisi, size kültürünüzün empoze ettiği "intikam" duygusunun bilincinde olan devlet, intikam gereksiniminizi tatmin edecek, "bakın, hainler askerlerimizi vurdu ama devlet de üstüne düşeni yaptı" mesajı verecek. Siz de intikam duygunuz tatmin olduktan sonra, askerlerin ölümünü unutacaksınız. Öyle olmasaydı, yani operasyonlar, PKK'yı bitirecek olsaydı, devlet sizce, PKK'nın ateşkes kararını bitirip saldırıya geçmesini bekler miydi? Hayır, bu yolla bitseydi, devlet bunu çoktan halletmiş olurdu. Dolayısıyla operasyon, sadece bir kandırmacadır. Operasyonların ikinci amacı ise, Kürtlere, devletin gücünü ispatlayıp, onları sindirmeye çalışmaktır. Fakat her operasyonun sonucu aynıdır; bu sorunu biraz daha derinleştirecek, daha fazla gencin ölümünü garanti edecektir. Yani hiç kuşkunuz olmasın, şu anki hava harekatı, henüz 5-10 yaşında olan binlerce çocuğun, 10-15 sene içinde ölümünün garantisi. "Bebek katili" sözü size tanıdık geldi mi?

Tüm bu imhalar olurken, halkın çoğunluğunun "Türklük" ve "Kürtlük" duyuları kabarıyor, yani ırklar bu imhalarla besleniyor. Bu, ulus devletin işine gelir, fakat senin, benim, Baran'ın, Yağmur'un hayatını karartır. Bugün yazmak istediğim konu o yüzden bu ve halkların kardeşliği, temsiliyet, özerklik, PKK gibi alt başlıklar.

Halklar kardeş olabilir mi, olmalı mı?
Kürt hareketi 68 kuşağıyla birlikte belirgin bir şekilde sol tabanlı (En azından sol görüşlü isimlerin başını çektiği) bir hareket oldu. Geleneksel solun kardeşlik, eşitlik, birlik (İngilizce'de solidarity, Rusça'da объединение ve солидарность) gibi terimlerle ön plana çıkmasından dolayı, Kürt hareketini savunan Türk ve Kürtlerin de "halkların kardeşliğine" vurgu yapması doğal, ki gelinen noktada solla ilgisi olmasa da barış isteyenlerin diline pelesenk olmuş bir slogan "yaşasın halkların kardeşliği" (Kavram karmaşasını önlemek adına belirteyim, insanların bir fişleme altında birleşimi olmasa, halk kavramından söz edilemez, dolayısıyla burada bireylerden değil, onlara atfedilen fişlerden bahsediliyor).

Bu sloganda birleşenlerin çoğunun iyi niyetli olduğunun bilincindeyim, lakin bu mantığın çizdiği imaj bize şunu söylüyor; Türkiye'de "halk" dediğimiz Türk ve Kürt denen iki küme var (Ermenileri de katarsak üç), bu kümeler kardeş olacak, herşey çok farklı bir hal alacak. Bu iki "küme" de, harita üzerinde iki özerk bölgeye ayrıldığında somutlaşmış olacak, daima yaptığımız gibi kağıt üzerinde putlarımızı da görüp tatmin olacağız. Fakat ne hikmetse, "halk" kardeşliği için bireyler ölmeye devam ediyor.

Kişisel görüşüm, kemalizmin insanları "Türklük" altında birleştirmesi ne kadar yanlışsa, bireylerin "halk" veya ırk üst kimliğini kabul ettikten sonra, onları bu üst kimliklerin kardeşliğinde birleştirmenin de o kadar yanlış olduğudur. Ben Türk'üm, sen Kürt'sün. Ee? Benim "Türk halkına mensup" olmam bana hiçbir şey ifade etmediği gibi, senin de Kürt oluşun umrumda değil, zaten olmamalı. Çünkü söylendiği gibi "iki kurucu küme" falan yok, 80 milyona yakın "birey" var bu ülkede. Kürt olmak veya Türk olmak, her bireyin, yüzlerce özelliğinden sadece bir tanesi, hepsi bu. Yandaki komşumla Türk olmak, insan olmak, iki gözü olmak gibi genel konular dışında ortak özelliğim olmadığı gibi, her Kürt de ayrı ayrı bireydir ve bir kümeye dahil edilmemelidir, edildiklerinde ise kutsanan şey o küme, o halk, o örgüt olacaktır ve birey eriyip gidecektir, tarih bunun örnekleriyle dolu.

Bu yüzden, "halkların kardeşliği" sözünü bir sembolden ibaret görüyorum. Peki, bu "kardeşlik", nasıl sağlanabilir? PKK ile devletin masaya oturup anlaşmasıyla mı? Silahlı iki cephenin oturup anlaşması önemli ve ateşkes için kaçınılmaz olsa da, "halkların kardeşliği" adına bu da tamamen bir semboldür. Çünkü, ne PKK Kürt bireyleri temsil ediyor, ne devlet beni temsil ediyor. Bizler, sadece bu iki "şirketin" kullandığı piyonlarız. Hakkari'li bir Kürt, kendisini PKK'ya çok yakın görebilir, fakat PKK, sadece onun Kürt sorunu hakkındaki görüşünü yansıtabilir; bir birey olarak o insanın, PKK ile hiçbir ilgisi olmayan yüzlerce özelliği olmak zorundadır. Bu yüzden benim Taksim meydanında bir Kürt kızı ile barış amaçlı sevişmem nasıl bir sembolden ibaretse, halkların kardeşliği de öyle bir semboldür. Halihazırda Türkiye'de kabaca %15'lik bir ırkçı kesim var (Bunların çoğunluğu Türk faşisti fakat Kürtlerde de şahinler yok değil), bugün PKK ile devlet masaya otursa ve "terör" sorunu hallolsa, bu 10 milyonluk ırkçı bireyin günlük yaşamları, icraatleri, diğer bireylere bakış açıları ve müdahaleleri değişecek mi? Değişmeyecek, belki daha da kötüye gidecek. O yüzdendir ki, ne benim bir Kürt arkadaşımla sevişmem, ne de "halkları barıştırmanız" bir işe yaramayacaktır. Zaten olaya "Kürt halkı/hakları" şeklinde bakılması yanlış, çünkü ortada tek tip Kürt, tek tip Türk, bir sınıfa dahil etmenizi mümkün kılan bir robot sınıfı yok (Hep "Kürtler de ne istediğini söylesin ama" diye şikayet edilir, bundan net bir cevap çıkmaması kötü değil, aksine iyi bir durumdur). Herkes bireyden ibaret, herkesin zevkleri, istekleri, özellikleri, yetenekleri kendine özgü. O yüzden diyorum ki, "halk" denen şeyi imha edelim, insanların Kürt olması, Türk olması, "uzun kirpikli" oluşları gibi inkar edemeyeceğimiz fakat bize hiçbir şey ifade etmeyecek özelliklerinden biri haline gelsin.

Burada bir parantez de PKK için açmak istiyorum. Kendi içinde hiyerarşik, milliyetçi (Ezilen halkların milliyetçiliği olmaz demeyin, olur), yer yer devletçi tavır almış, otoriter, tek adam üzerine inşa edilmiş, fütursuzca eylemler içerisinde, tek tipleştirici, savaşla hayat bulan, Kürt bireylerin "mücadeleye katılmama hakkını" dahi küçümseyen, baskıcı bir örgütün savunulacak bir yanı yok (Kürtlerin çaresizlikten PKK'nın mücadelesinde saf aldığını, sırf bu yüzden empati ile yaklaşılması gerektiğini ve PKK'nın içindeki pekçok insanın bu saydığım olgulara karşı olduğunu biliyorum fakat örgüt yapısından bahsedersek, PKK ne kusursuzdur, ne sütten çıkmış ak kaşık). Sırf karşı olduğum devlet yapısıyla savaş halinde diye, düşmanımın düşmanı dostum falan olacak değil. Yalnız, PKK'nın tüm beceriksizliklerine, zararlarına ve tamir edilemez yapısal kusurlarına rağmen, ortada bir Kürt hareketi olduğunu inkar edemeyiz. Bu Kürt hareketinin içinde de, PKK ile ideolojik olarak flört halinde olan yüzbinlerce insan var. Bu insanlara sıkça söylenen "PKK ile aranıza kalın çizgi çekin" zorlaması aslında "Kürt hareketinden vazgeçin" anlamına geliyor ki burada inanılmaz bir hinlik sözkonusu. Birincisi, kimse PKK'nın savunduklarını reddetmek zorunda değildir; ideolojik yakınlık, organik bağ veya PKK'nın hedefe ulaşma yolundaki izlediği zarar verici yolun onaylandığı anlamına gelmez, PKK'nın bir terör örgütü kabul edilmesinin, savunduğu herşeyin yanlış olduğu anlamına gelmeyeceği gibi. İkincisi, ortada açık seçik bir manzara var ki, PKK'nın silah zoru olmasa, devlet Kürt sorununu tümden reddederdi. Şöyle bir düşünün, seçimlere kadar, PKK'nın aylar süren ateşkes dönemi vardı. Devlet ne adım attı? Görünürde hiç. Bu süre içerisinde devlet, operasyonlara devam etti, üstüne, başbakan defalarca "Kürt sorunu bitmiştir" dedi. Yani, aktif silahlı mücadelenin olmaması, Kürt sorununun bittiği anlamına mı geliyordu? Devletin mantığı daima bu olmuştur ve PKK'nın başardığı bir şey varsa, o da, gözümüze soka soka, bizlere Kürt sorununun varlığını göstermiş olduğudur. Pekçok Türk, faşist olmaktan ironik bir biçimde, faşist eğilimler gösteren partizanları bünyesinde bulunduran PKK sayesinde kurtulmuştur ki bunu da inkar etmiyorum. Yani sizi "demokratik" yollarla dinleme niyetinde olmayan bir devlet var ve size "PKK ile arana set çek" deniyor. Bu nasıl bir mantıktır?

Şu özerklik meselesi
Evinizde bir evcil hayvanınız var mı? Varsa muhtemelen çok seviyorsunuzdur, hiç şüphe yok. Belki de onu evinizin bir üyesi gibi görüyorsunuzdur. Fakat o hayvan evin kurallarına uymak zorundadır, tuvaletini sizin dediğiniz yere yapacak, verdiğiniz yiyeceklere razı olacak ve sizin ondan beklediğiniz şirinlik gösterileri gibi görevleri yerine getirecektir. İşte Kürtlere senelerdir Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusalcılar ve şu anda AKP aracılığıyla yaptığı da tam bu muamele. "Kürtler, siz bizim kardeşimizsiniz, fakat Kürt sorununun tanımını ben koyarım, çözümünü ben hallederim, hizmetinizi, yatırımınızı ben sağlarım ama Türkiye Cumhuriyeti'nin kurallarına siz uymalısınız." Kürtler, sorunu kendi tanımlamaya, çözümünü kendileri üretmeye kalkıştıklarında, "dış güçlerin oyunlarına" alet oldukları iddia edilir. Onları oraya kuracağımız okullarla, vereceğimiz hizmetlerle "evcilleştirme" gereği duyarız. Başarısız olursak, o yatırımların iki katını savaş malzemelerine harcayıp bunu zorla yaparız. Aynı muamele, kadın sorununda da kendini gösteriyor. Sorunun tanımını koyan da, çözüm ürettiğini düşünen de hep erkeklerdir, kadınların evcilleştirilmesi de ataerkil kültürün eğitimiyle ve yer yer kaba kuvvetle sağlanır.

Ben özerkliği sonuna kadar destekliyorum. Neden? Yukarıda eleştirdiğim Kürt ve Türk alt kümelerini aynı yazıda bir çelişki içerisine düşüp savunmaya geçtiğim için mi? Hayır. Özerkliği destekliyorum, çünkü ben de kendi özerkliğimi istiyorum. "Türk" olduğum için değil, başkalarının özerkliğini de Kürt oldukları için desteklemiyorum. Zaten savunduğum modelin ulusla, ırkla falan ilgisi yok ki öyle bir özerklikten bahsedemeyiz. Bu nasıl mümkün olabilir? Bazı illerde ağırlıklı olarak Kürtler yaşıyor fakat yer yer fiziksel soykırımla, yer yer kültürel soykırımla Türkleştirilmiş ve bu iller Türklüğün kalesi haline gelmiş, bazı illerde devlet eliyle Kürt ve Türkler, Kürtleri Türkleştirmek amacıyla karıştırılmış, bazı illerde ezelinden beri Kürtler ve Türkler bir arada yaşamış, bazı illerde asimile olmamış ve her seçimde kendini belli eden Kürt hareketinin ateşli savunucuları yaşıyor. Nasıl kalın çizgilerle ulusa dayalı bir özerk bölge kurabilirsiniz? Bu mümkün görünmüyor.

İkinci bir husus da, özerkliğin niteliği. Ben, bu bölgenin özerk bir bölge olduğunu iddia ediyorsam, fakat benim İstanbul'dan aldığım bir karar, "özerk" bölgemin sınırları içerisinde kaldığı için Keşan'lı Ali'nin hayatını etkiliyorsa, o bölgenin özerkliğinden bahsedemeyiz (Aynı şekilde, Diyarbakır'daki bir vatandaş ile, kilometrelerce ilerdeki Ağrı'lı bir kişi, o kararda müdahil olmadıkları sürece, aynı "özerk" bölge kararları ile sorumlu tutulamaz). Bu sadece, o bölge içerisindeki yöneticilerin, merkezi otoriteden bağımsız hareket ettiği anlamına gelir, fakat yine de ortada (Bu kez feodal sisteme yakın) bir erk vardır, yani halk adına değişen pek de bir şey yok demektir.

O yüzden benim üzerinde durduğum model, herkesin, üzerinde yaşadığı bölgeyi etkileyecek kararlara, temsilcisiz, birebir iştirak edebildiği özerk bölgelerden oluşan bir sistem. Biz, buranın sakinleri olarak, "çılgın proje" ihtiyacında isek, mühendisinden işçisine, buna kendimiz karar verebilmeliyiz. Eğitim sisteminden, müfredattan sınav konseptine kadar şikayetçi olan bizler, milyonlarca insan, onlarca yeni sistem deneme, birbirinden örnek alma, geliştirme potansiyeline sahibiz. Her özerk bölgede, birbirini tanıyan, kendi ihtiyaçlarını ve kalkınma planını kendi ayarlayan halk, ekonomik sisteminden şehir planlamasına kadar herşeyine kendisi karar verebilmelidir. Bu da ancak, özerk yerel bölgelerle mümkündür. Tamamen farklı koşullarda yetişmiş, farklı fikirleri, planları ve zevkleri olan çocukların kaderine tek bir sistemden şekil veren eğitim sisteminden, milyonlarca insanı merkezden yöneten, ekonomisine, mimarisine, kültürüne, diline, dinine tek bir meclisten müdahale eden devletten kurtulmamızın şart olduğuna inanıyorum. Kaçınız bölgenizin milletvekilini tanıyorsunuz, onunla sorunlarını dile getiriyorsunuz, veya oyunuzu kullanırken, parti liderinin atadığı bu milletvekili adayı denen piyona göre mi oyunuzu verdiniz, yoksa geçici kralınızı mı seçtiniz? Hayatınıza yön veren kaç kanunda, kaç kararda sizin de bir fikriniz alındı? Kaç kanunu siz icat ettiniz, çevrenizdekilere önerdiniz de hayata geçti? Yeni yapılacak anayasa, size göre en mantıklı anayasa da olsa, sizin torunlarınızın da ileride, yapılışından hiç haberdar olmadıkları bu anayasaya tabi kılınacak olmaları, özgürlük fikriyle çelişmiyor mu? Gerçekten de cumhuriyet denen yönetim şeklinin monarşiden farksız olduğunu görmek bu kadar mı zor?

Özerk bölgelerin federasyonu ve doğrudan demokrasi, temsilcisiz öz yönetim, şüphesiz kusursuz değil, zaten çok övündüğümüz bu yerleşik yaşam da insanın doğasına aykırı. Ben şahsen tarım öncesi göçebe hayata dönmeyi, tüm dünyanın mülkiyetime dahil olduğu ve özel mülkiyetin olmadığı bir dünyayı tüm diğer sistemlere tercih ederim. Fakat içinde bulunduğumuz sistem, insanları, belli yerlerde belli mülklere sahip olup, o sınırlar dahilinde ikamet etmeye, senede birkaç haftalık tatil dışında işinin ve izole ailesinin hapsinde kalmaya zorluyor, milliyetin, dinin yeri de böylece perçinleniyor. Bu hapis sisteminde de en iyi sistem, en azından açık hava hapisanemizin özerkliğini çalmayacak bir düzendir. Öyle olursa, insanlar kendileri, hangi dilde eğitim alacaklarına, nereye neyi inşa edeceklerine, mekanlarına ne isim koyacaklarına kendileri karar verebilirler. Yani ben "Kürtlerin hakları Kürtlere" tezini öne sürmüyorum, herkes hayatına kendisi karar vermelidir diyorum. Benden, onların alacakları bu kararlara müdahale etmemi beklemeyin, bırakın ben haklarımı kendim savunayım, kararlarımı kendim alayım, onlar da bunu yapsın, herkes öz yönetimini kendisi sağlasın, hatta isteyen sahilde bir sınıf açsın, Urduca eğitim versin. Merkezden Kürtler adına karar alınması ve benden bu kararlara sadık kalmamın, gerekirse varlığımla, bedenimle, ruhumla bu kararı korumamın beklenilmesi, sadece Kürtleri kısıtlayıp onlara zulmetmiyor, benim de hayatıma yok yere zarar veriyor. Herkesin kendi hakkına sahip çıkması, kendi hayatına yön vermesi gerekirken, tüm bir ülkenin sorumluluğu hepimize yükleniyor ve hepimiz mağdur oluyoruz

İnsanların sıkça dile getirdikleri bir şey var; "Anadilde eğitim karınlarını mı doyuracak? Neden Kürt haklarını savunanlar ekonomik problemleri dile getirmiyor?" Birincisi, insanın ana dili, dünyasına şekil veren dildir. Kişiyi ondan koparmak, doğasına yabancılaştırmaktır (Tüm dilbilimcilerin hemfikir oldukları nokta, çocukların anadillerinde eğitim aldıklarında daha başarılı olduklarıdır). Kürt çocuklarının içine düştükleri buhranı ve okullarda Türkçe öğrenene kadar geçen sürede Türk yaşıtlarından geri kaldıkları gerçeğini bir kenara bırakırsak bile, insanın sorası geliyor; teknoloji ve "ekonomik kalkınma" o kadar mı önemlidir? Yukarıda bahsettiğim gibi, Kürtleri geri kalmış birer evcil hayvan gibi görüyoruz. Bugün hala çoğu Amerikalı tarihçi ciddi ciddi Kızılderililerin neden teknolojiyi reddettikleri, neden İngiliz ve İspanyolların onlara sundukları imkanlara karşı savaştıklarını tartışıyor. Adamlar belki sizin "geri kalmış" olarak nitelediğiniz dünyada mutlular ve modern yaşamın kölesi olmak istemiyorlar, bunu hiç düşündünüz mü? İkincisi, onların ne tür yatırımlar, ne tür hizmetler bekledikleri, sadece özerk bölgelerinde, kendi aldıkları kararla açığa çıkabilir ve her özerk toplum kendi başına dahi kalkınma potansiyeline sahiptir. Yani özerk bölgeler, ekonomiden soyut değildir ve asıl tuhaf olan, onları yok sayan, onları evcilleştirmeyi kendisine görev olarak kabul etmiş, onlarla savaş halinde olan, diline, kültürüne karışan devletin "bahşettiği" hizmetlere verdikleri tepkiyi garipsemektir. Aynı ironiyi, bankalara yapılan saldırıları terörizm olarak nitelendiren fakir sınıfın bireylerinde de görebilirsiniz.

Diğer bir husus da, özerkliğin ilanından sonra, ileride bağımsız bir Kürdistan kurulabileceği korkusu. Öncelikle akılda tutulması gereken nokta, az önce belirttiğim gibi kalın sınırlarla çizilebilecek bir Kürt nüfusu yok, "Kürdistan" denen coğrafi bir bölge ezelden beri var fakat herşey harita üzerinde işlemiyor. İkincisi de Kürt halkının devletçi bir geleneği olmadığı ve öyle bağımsız bir devlet kurma niyetinde olmadıkları gerçeği. Yani baskı ortamı kalktığında, bağımsız bir devlet talebine öncelikle Kürtlerin çoğunluğunun karşı çıkacağını düşünüyorum. Fakat diyelim ki ben yanıldım ve Kürtler ayrıldılar. Ee nolmuş? Çok umrunuzda olduğunu iddia ettiğiniz tek bir askeri kurban etmeye değecek bir mevzu mudur bu? Şimdi özerklik olursa, 15 sene sonra bağımsızlık olacağını iddia edenler, şimdi bu sorun çözülmezse, bugün 5 yaşında olan bir çocuğun 15 sene sonra öleceğini garanti ettiklerinin farkında değiller mi? Çoğunuz, askerlik veya mesleki atamalar dışında, o topraklara adımınızı atmayacaksınız, o illeri haritada dahi gösteremezsiniz. Nedir o halde bu vatan hırsı, toprak açgözlülüğü? Tamamen ayrı dünyaların insanının diline, kültürüne ve hatta ileride oluşabilecek bir ayrılma isteğine oturduğunuz yerden müdahale etmek zorbalık değil de nedir?
Ben, sınırların tümüne karşıyım. Bana göre sınırlar, insanları bölüp daha rahat yönetmek için oluşturulmuş hapis duvarlarıdır. O yüzden bağımsız bir Kürdistan devletinin öncelikle Kürtlere hiçbir faydası olmayacak bir hata olacağını düşünüyorum. Fakat, onların bu arzuyu dile getirdiklerinde dahi arkalarında olacağınızı, en azından bu fikirlerinden dolayı onları perişan etmeyeceğinizi onlara hissettirmezseniz, işte o zaman onları "Kürtlük" alt kümesinde toplanıp size düşman olmaya zorlar, siz de Türklük altında dişlerinizi bileylersiniz, içerisinde gerçek insanların öldüğü bu iki suni kümenin savaşını durdurmak için de "yaşasın halkların kardeşliği" demeye devam etmek zorunda kalırsınız. O yüzden iyisi mi, şu halk olayını yok edelim. Halklara bu kadar değer verilirken insanlar imha oluyor, belki halk konsepti imha edildiğinde insanlara değer verilir, ne dersiniz?

Bu arada, sokakta götünüzü kaşıdığınızdan haberi olan devlet, mayınlar döşenmesinden, askerlere pusu kurulmasından bihaber. Size de bu biraz şüpheli gelmiyor mu? Sakın bu savaştan bizzat devlet, ordu, silahları her iki cepheye de pazarlayan şirketler, devletler besleniyor ve arka planda hiç de tahmin etmeyeceğiniz olaylar dönüyor olmasın? Belki de taraf olmanız, sizi koruyor sandığınız kuzu kılığındaki kurtların işine geliyordur, isterseniz bir daha düşünün.

9 Ağustos 2011 Salı

Nesline Dil Attıklarım

Birkaç ayda bir Yılmaz Özdil yazısı okur, gaza gelirim, küfrederim. Üreme mevsimi gibidir bu benim için; okurum, beynim kızışır, ürerim, üretirim, düşük yaparım. Geçende bir arkadaşımın Özdil'in "Benim Neslim" yazısını tavsiye etmesi üzerine, Özdil okuma zamanımın geldiğine karar verip yazıyı okudum. Genelde Yılmaz Özdil ve diğer ulusalcıları okuduğumda olduğu gibi, büyülenmiştim. Özdil'in yazısının her bölümüne alıntı-cevap şeklinde bir yazı yazmayı düşündüm. Gerçi öyle bir yazıydı ki, daha ilk cümlesine, bir blog yazısı uzunluğunda cevap verilebilirdi. Nitekim bugün, elimdeki güzide Brave New World kitabını masaya koyup yazmaya başladığımda, öyle oldu. Ben de, birinci cümlesine olan cevabımı silmeden diğer bölümlere daha kısa cevaplar vererek devam ettim. Bol hakaretli, bol ithamlı bir yazı çıktı ortaya. İyi de oldu, çünkü ulusalcı kesime fazla nazik davranıldığını düşünüyorum. Hadi başlayalım.

Ermenistan Cumhurbaşkanı, “Ağrı’yı alabilecek miyiz?” diye soran gençlerine, “Bu sizin neslinize bağlı... Benim neslim, üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi, Karabağ’ı düşmanın elinden aldı, bundan sonrası sizin neslinizin başarısına bağlı” dedi.

Öncelikle Sarkisyan'a atfedilen bu söz, tamamen Hürriyet'in, Türk basınının ve Yılmaz Özdil'in, halkı tahrik etmeye yönelik bir çarpıtmasından başka bir şey değil ve üzerinden zaman geçmeden, Ermenistan tarafından tekzip edildi. Soruyorum, Atatürk'e atfedilmiş, onun söylemediği yüzlerce söz yok mu? Örneğin ona atfedilen şöyle bir söz var: "Tanrı nasip eder, ömrüm vefa ederse; Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım. Selanik de dahil Batı Trakya'yı Türkiye hudutları içine katacağım!"

Şimdi, ben Atatürk'ün dünya görüşünü, sözleri sarfetmeden önce kendi düşüncesinden çok ortamın müsaitlik derecesini ölçmesini ve kullandığı dili bilen biri olarak, bu sözü Atatürk'ün söylediğini düşünmüyorum. Fakat ortada böyle bir söz var diye, Kuzey Irak halkı Türkiye ile savaşa mı girmeli? Kaldı ki, yukarıda da belirttiğim gibi, Sarkisyan'ın bu sözü tekzip edildi. Lakin, çamur atılsa da izi kalır, çoktan başbakan bile kınama açıklaması yapmış, milliyetçi güruh protestolarda bulunmuştu.

Fredy Perlman'ın, Er-Tarih'e Karşı, Leviathan'a karşı kitabında, Hobbes'ın Leviathan'ına yaptığı bir benzetme vardır. Perlman, Hobbes'a yaptığı bu göndermede, "suni hayvan" olarak nitelendirdiği devletleri iki modele ayırır; biri kurt devlet, biri ahtapot devlet. Kurt devletler, bir tenya, kurt, solucan misali, Nokia'nın eski yılan oyunu gibi, komşu topraklara akınlar düzenledikçe, ganimetleri yedikçe, topraklarını genişlettikçe büyürler. Bu devletler, uzak ülkelere ticaret konusunda başarılı değildir, askeri güce ve savaş teknolojisine dayanırlar. Hatta ticaret, onlar için bir zayıflatıcı unsurdur çünkü uzak ülkelere mal taşırken, ordularını da beslemek zorunda olduklarından ciddi zararlara girerler. Örnek olarak Romalılar verilebilir. İkinci devlet olan ahtapot türü devletler ise askeri bakımdan çok güçlü olmamakla birlikte, ticarette gelişmişlerdir. Her yere kolları uzanır fakat topraklarını geliştirme gereksinimleri yoktur, çünkü bu ticari kollar, ahtapotun asıl kafasını ve vücudunu da beslemektedir. Bu devletlerde de kölelik olmazsa olmazdır, fakat bu devletler, yaptıkları zulmü örtmek için, sanatı ve mimariyi kullanırlar. Ahtapot devletlere de Antik Yunan örnek gösterilebilir.

Bu iki türü en başarılı şekilde ilk birleştirmeyi başaranlar, ilk İslam devletleri olmuştur. Kurucuları zaten tüccar olan İslam dini, fetih kültürünü ve onlara boyun eğmeyen gayrimüslimlerin sadece mallarını değil, kendilerini de ganimet olarak köleleştiren "kurt" modeli de kullanmıştır, Antik Yunanistan'ın sanat, teknoloji ve bilim kaynaklarını da Arapça'ya çevirip kendi orijinal ahtapot devletini geliştirmiştir. Bu karışım, "kurt devlet" geleneği olan Türklerin tarih sahnesinde belirmesiyle, İslam devletlerinin ahtapot modelini aşındırsa da uzun yıllar bu sentez korunmuştur.

Teknoloji ve sanayiyle birlikte, "kurt" ve "ahtapot" devlet modelleri arasındaki farklar iyiden iyiye azalmıştır, günümüzdeki globalleşme sayesinde dünya, kafası Amerika olan koskoca bir ahtapot halini almıştır. Başbakan da, bu sistemin bir adamıdır ve "toprak alma" gibi bir laf duyduğunda, bizim lehimize, başkasının lehine olsun, tepki vermesi doğaldır. Sorsanız, tarihteki feyz aldığı siyaset adamları, en fetihçi, en yayılmacı padişahlar olacaktır fakat günümüzde bu "kurt" devlet modeli, açıkça dile getirilemeyecek bir model olmuştur. Dahası, buna gerek de kalmamıştır çünkü kapitalizm, yayılmanın ve sömürünün daha kolay ve örtülü yolunu bulmuştur. Diyeceğim şu ki, başbakanın, toprak alımları ile ilgili sözlere tepki göstermesi, kınama açıklaması çok doğal, çünkü artık neyin revaçta olduğunun farkında. Ulusalcı güruh ise tepkisini bu açıdan vermiyor; onlar daha "kurt" olmanın derdindeler; o yüzden fetihçi ve militarist gücün özlemini çekmekteler fakat o devir kapandığı için asla başarılı olamayacaklar, sadece sistemin gerekli bir parçası olabilecekler.

İkinci bir konu, diyelim ki Sarkisyan bu sözleri dile getirmiş olsun. Yine başa dönelim, Sarkisyan yerine Atatürk figürünü koyalım, Ağrı yerine Kerkük. Gençler şöyle sormuş olsun; "Kerkük'ü alabilecek miyiz?" Buna Atatürk'ün cevabı da; "bu, sizin neslinize bağlı... Benim neslim, üzerine düşen görevi yerine getirdi, devleti Ermenilerden, Rumlardan temizledi, Hatay'ı düşman elinden aldı, bundan sonrası sizin neslinizin başarısına bağlı."

Özdil bey ve diğer Kemalistler, bir dakika düşünün. Böyle bir senaryo gerçekleşmiş olsaydı, ne tepki verirdiniz? Ben adım gibi biliyorum ki, bu anektod, Atatürk'ün gençlere verdiği önemi göstermek için, her yerde kullanır, siz de yazınızda sık sık gururla atıfta bulunurdunuz, gençlerin miskinliğinden, Atatürk'ün vasiyetini yerine getirmediklerinden şikayet ederdiniz. Bu ne ikiyüzlülük o halde?

Neyse, devam edelim.

Benim neslim ise... "Hepimiz Ermeni'yiz" diye sokaklarda yürüdü.


Sayın Yılmaz Özdil, siz, insan türüne bulaşmış kara bir lekesiniz. O tüyler ürpertici cinayet, kurbanının tek suçunun Ermeni oluşu, karısı Rakel Dink'in o günden beri her konuşmasında çektiği acı, sesindeki titreyiş, bir köpeği bile ağlatmaya yeter lakin size bir şey ifade etmiyor olabilir. Empati kurmak, insanların acılarını anlamaya çalışmak zorunda değilsiniz. Ben de size o sokaklarda yürüyen insanların neden "hapimiz Ermeni'yiz" dediklerini tekrar tekrar açıklamak zorunda değilim. Şahsi kanaatim, dilinizin kopması, ellerinizin kesilmesinin insanlığa daha yararlı olacağı yönündedir. Çok mu ileri gittim? Sanmıyorum, çünkü çevremde halihazırda ırkçı, ellerinde bayraklarla, dillerinde nefret sloganlarıyla dolaşan raporlu-raporsuz deliler tanıyorum. Çarşamba-Fatih civarında dolaşırsanız, bir elinde Suudi Arabistan bayrağı, diğer elinde Atatürk resimli Türk bayrağı taşıyan, "Hain Kürtler, Atatürk keser, orospu çocuğu Ermeniler, kahrolsun Yahudiler" diye akşama kadar slogan atan bir deliyle karşılaşacağınızı tahmin ediyorum. Ona, "şu evde bir Ermeni var" demeniz yeterli olacaktır. Tıpkı Ogün Samast'a, "şurada bir Ermeni var" denilmesinin yeterli olduğu gibi.

Katil Ogün değil, katil o deli de değil. Katil sizsiniz, Özdil.

Futbol Federasyonu’nun ambleminde Ağrı Dağı bulunan Ermenistan’la milli maç yaptı, Erivan’da milli marşımızın ıslıklanmasını naklen seyretti, sonra ayıp olmasın diye, Bursa’daki maçta Azerbaycan bayraklarını yasakladı.


Bayrakların gözümde bir bez parçasından ve gereksiz doğa tahribatından ötesi olmadığı ve yasakçı güçlerle aynı safta bulunmadığım için, bayrak yasağı konusunda yorumda bulunma gereği duymuyorum (Irkçı bir Türk olduğunuz için, Azeri bayrağına olan yasağa köpürdüğünüzün farkındayım). Fakat üzerinde iki çift laf etmek istediğim konu şu; bir futbol federasyonunun ambleminde Ağrı Dağı olamaz mı? Bizim bayrağımızda neden ay-yıldız var? Diğer ülkeler, hatta uzaylılar, ay ve yıldız bizimdir diye bizimle savaşa mı girmeli? Hem Ağrı Dağı nereden sizin veya onların oluyor? Hiçbir toprak parçasını, hiçbir ağacı, hiçbir denizi, ne bir insanın, ne bir devletin, ne bir halkın parsellemeye, sahiplenmeye hakkı yoktur. İnsanlar "medeniyet denen tek dişi kalmış canavarı" icat ettiğinden beri bu hakkı kendilerinde görür oldular, siz de o tek dişin çürük kökünde bir mikrop olarak tabi ki devletçi anlayışta olup bu görüşü savunacaksınız. Fakat o dağ ne kadar benimse, "buradan da çok güzel görünüyor" diyen bir Ermeni'nindir de aynı zamanda. Dağ, resmi anlamda Türkiye sınırları içerisinde olabilir. Fakat devlet, resmiyet, sınır, cart, curt, bunların ne kadar boş kavramlar olduklarını bilmiyorsunuz sayın Özdil. Koşullanmışsınız, Pavlov'un köpeği gibi.

Adamlar bize günahını bile vermezken, benim neslim Eurovision’da Ermenistan’a 12 tam puan verdi. (Hatta, mümkünse 22 puan verebilir miyiz diye sorduğumuz... Eurovision yöneticilerinin ise, yalakalığın bu kadarı da fazla diye reddettiği iddia edildi.)


Eurovision, yapacak başka işi olmayan doğu Avrupa ve batı Asya ülkelerinin dışında kimsenin siklemediği sikko bir "müzik" yarışması. Sizin görüşünüz ise daha sikindirik, çünkü bunun sikko da olsa bir müzik yarışması olduğunu idrak edememişsiniz. Şarkının kaç puana layık olduğu, o şarkıcıların hakettiği değer umrunuzda değil. "Ermeniyse, günahınızı vermeyin" görüşündesiniz. Çünkü sizin insani değerlerle işiniz yok; insan kavramını soyutluyor, herşeyi suni bir kavram olan devletler arası mesele gibi görüyorsunuz. Pavlov'un köpeğine, bir akrabam olarak kendi doğamı öğrenmemde, dolayısıyla sizin salyalarınızın neden kaynaklandığını görmemde yardımcı olduğum için saygı duyuyorum.

Benim neslimin gazetecileri...
Soykırım Anıtı’na çiçek koydu.
Saygı duruşunda bulundu.


Vicdandan yoksun bir insanın anlayabileceği eylem değil elbette. Ben de en kısa zamanda gitmeyi düşünüyorum. Çiçek koyar mıyım, saygı duruşunda bulunur muyum bilmem, lakin, tüylerimin diken diken olacağı kesin. Sizin tanrınız Atatürk, kıbleniz Anıtkabir diye, şirke mi düşmüş olacağım dersiniz? Katlim vacip mi olacak? Ya da, lise yıllarıma kadar yıkanan beynimle Atatürk'e saygı duyup, Nutuk da dahil, "Atatürkçüleştirmek" için yazılmış pekçok kitabı okuduktan sonra bundan vazgeçtim diye, şu anda mı boynumun vurulması gerekiyor? Malum, şeriatta mürtedin cezası idamdır. Kemalizm dininde de paralel olarak, vatan hainliğinin cezası idamdır. Neyse.

Benim neslim, Türkiye ile Ermenistan arasındaki hakemliği, bırak soykırımı tanımayı, soykırım yoktur diyeni
hapse tıkan İsviçre’ye yaptırdı.


Devletçi ağızda konuşmaya niyetim yok. Bana göre hapisler ve polis kurumu tümden kaldırılmalı. Kimin hakeminin kim olduğu konusu da umrumda değil, Sarkisyan ile Gül'ün hakeminin Michaelin Galmi-Rei mi yoksa mi olduğu beni ilgilendirmiyor, zira ben de, arkadaşım Agop da, bizim bir hakeme ihtiyacımız olmadığının ve bu olayların birer kurmaca olduğunun bilincindeyiz. Lakin şunu da söyleyeyim; Ermeni soykırımını reddetmek, Nazilerin Yahudi soykırımını reddetmekle eşdeğerdir (Sanmyın ki Yahudi soykırımını inkar eden yok). İkisi de olmuştur, anti-semitist iseniz Yahudi soykırımını, Türkçü faşist iseniz Ermeni soykırımını inkar edersiniz.

Benim neslimin “1 milyon Ermeni’yi öldürdük” diyen yazarı, “onur konuğu” olarak Çankaya Köşkü’ne davet edildi.


Kimin Köşk'e davet edildiği ve ideolojilerini takip etmiyorum açıkçası. Lakin Ermenilerle ilgili bu sözü eden kişi olarak en başta Orhan Pamuk geliyor aklıma. Kendisinin hayranı değilim, şahsen yazarın yerinde olsam daveti de reddederdim, fakat; Yılmaz Özdil, sizden, kimin onur konuğu olması gerektiğini düşündüğünüze dair bir liste beklerdim. Banu Avar mı? Nihal Atsız'ın kafatası mı? Yaşar Kemal gibi bir ismin karşısına kimi koyabilirsiniz? İnsanların kalemleriyle, edebi eserleriyle değil, resmi tarihi reddetmeleri/onaylamaları üzerinden değerlendirilmelerini savunuyorsunuz, şaka mısınız?


Benim neslimin liboşları “Atalarımız soykırım yaptı, özür diliyoruz”
diye imza kampanyaları açtı.

Gururunuza mı dokundu? Sizin atalarınız, kaliteli Türk sperminden hayat bulduğu için, öyle bir şey yapamazdı yani, öyle mi? Veya siz, Hıristiyanların "kalıtsal günah" anlayışına sahipsiniz; ataları bir toplumsal suç işlemiş bir milletin çocuklarının da günahkar olduğunu düşünüyorsunuz, o yüzden ki Türklüğü överken, Kürtlere, Ermenilere nefret kusuyorsunuz.

Şahsen ben soykırımın tümden Anadolu halkına atfedilmesine karşıyım. Bunu, kimseyi aklamak adına söylemiyorum, tarihi bir gerçek bu. Suçu, cumhuriyetin kurucu kadrolarında da bulundukları için toz konduramadığınız İttihatçılar işledi. Bu suça ortak olmaya yer yer zorlanan, yer yer beyinleri yıkanan Anadolu insanı olduğu gibi, soykırımdan kaçan Ermenilere kucak açmış Anadolu insanları da vardı. Öyle ki, binlerce Ermeni, komşularının evinde Türk ve müslüman rolü yapmak zorunda kaldılar. Günümüzde hala o yıllarda zorla müslüman olmuş binlerce Ermeni, bu sınırlar içinde yaşamaktadır.

İkincisi, özür konusu. Kalıtsal günaha inanmadığım için, özrü de anlamsız buluyorum. Şüphesiz günümüze kadar ayakta kalabilmiş tüm halkların ataları insanlık suçları işlediler. Benim burada yapacağım tek şey, Ermenilerin acılarını anlamaya çalışmak, empati kurmaktır. Bunu yaptığınızda, sizden özür de beklemiyorlar zaten.

Benim neslim, soykırım yalanıyla
adeta tek başına mücadele eden ve dolayısıyla benim neslimi utandıran,
Türk Tarih Kurumu Başkanı Profesör Yusuf Halaçoğlu’nu görevden aldı.

Sizden, "Pek çok Kürt dediğimiz insan aslında Türkmen asıllıdır. Bugün Kürt olarak bilinen hatta hatta Alevi Kürt olarak bilinen insanlar maalesef Ermeni'den dönmedir" sözlerini sarfeden, sizin gibi ırkçı olan bir tarihçiyi savunmaktan başka bir şey beklenmezdi. Görevinden alınmış, "umurumda değil, sırtımda yüktü" deyip Gazi Üniversitesi'ndeki asli görevine dönmüş, ne büyük işkence! Peki neden Ermeni sorununu, Kürt sorununu dile getirdiği için bok, kusmuk yedirilen, asılan, faili meçhul cinayetlere kurban gidenleri de dile getirmiyorsunuz? Sizin gibi arkası sağlam olmadığı için, sizin gibi kaleminden kan akıtmadığı için susturulan, kariyerleri bitirilen, tehditler alan yazarlardan, tarihçilerden niye söz etmiyorsunuz? Yunan mitolojisinde Orthrus denen iki başlı köpek vardır, onun gibi iki yüzlüsünüz.
Benim neslim, Soykırım
Kongresi’ne ev sahipliği yapan
Avrupa Parlamentosu’nun heyetine
ev sahipliği yaptı, TBMM’de ağırlayıp ziyafet verdi, çini tabak hediye etti.

Umurumda değil.

Benim neslim, video kliplerinde Atatürk’ün fotoğrafını gösterip “katillll” diye bağıran, Ermeni rock grubu System
of a Down için fun kulübü kurdu.

Hahaha. "Fun" kulübü ne lan, "fan" olmasın o? Her neyse, Yılmaz Özdil için, kendi tabiriyle "fun", bizim değişimizle "fan" kulübü kurulmuyor mu? SOAD için neden kurulmasın? Atatürk'e katil demişlermiş. Müziğini dinlediniz mi SOAD'ın, Özdil bey? Kendileri, muhalif bir gruptur. Başbakanımız Irak'a giren ABD ordusuna takviyeleri, yardımları düşünürken, bu grup Irak savaşına ve Bush'a karşıydı, genel olarak Amerika'nın ilan ettiği teröre karşı savaşa karşılar, sizin için bir şey ifade ediyor mu?

Onu bilmem, fakat sizin için bir şey ifade etmeyecek bir şey söyleyeyim; bu grubun üyeleri, Ermeni Soykırımı'ndan kurtulmuş, yani Suriye'ye sağ ulaşabilmiş ve oradan Amerika'ya kaçmış insanların torunları. O dönemin liderlerinden birine de katil demeleri doğal. Atatürk'e, Enver Paşa'ya, Büyük Aleksandr'a katil demek, ne Türk halkını, ne Rumları, ne Hinduları itham altında bırakır. Bunu bile anlayamayacak kadar çok tapıyorsunuz Atatürk'e ve ona karşı her sözü kişisel hakaret olarak algılıyorsunuz. Kaldı ki, bir Türk olarak, Atatürk'e ben de katil diyorum, ne yapacağız şimdi? SOAD'ın yaptığını söylediğiniz şekilde buyrun ben de tekrarlayayım: "Katilllll". Fazladan bir L de ben ekledim, XXXXXL oldu, yeter mi? Atatürk'ün, tarihteki en kanlı liderlerden biri olmadığı kesin, fakat katil olmadığını iddia edemez ve halk üzerindeki zararlarının bir asır sonra bile sürdüğü gerçeğini değiştiremeyiz. Şu soruyu dürüstçe kendinize sorun: Katil olunmadan, devlet kurulabilir mi, kurulsa da ayakta tutulabilir mi?

SOAD, Atatürk'e, Enver Paşa'ya, katil demiş olabilir, bunda ne bana, ne size, ne Türk halkına itham var. Fakat siz, her satırınızda Ermeni halkını, kapı komşum Agop'u karalıyor, onların hayatını tehlikeye atıyorsunuz, farkında mısınız?
Beyrut Büyükelçiliği Başkâtibimiz Oktar Cerit, iman tahtasından vurularak şehit edildi; katilin kim olduğu belliydi ama, yakalanmadı. Beyrut Büyükelçiliğimiz tarandı, füze fırlatıldı. Beyrut Büyükelçiliğimizin askeri ataşesi’nin otomobili havaya uçuruldu. Beyrut THY bürosu bombalandı. Paris Başkonsolosluğumuzu silahlarla işgal
edip, 56 Türk’ü rehin alan, Konsolos
Kaya İnal’ı ağır yaralayan, güvenlik görevlimiz Cemal Özen’i şehit eden Asala teröristleri, Lübnanlıydı. Topkapı Sarayı’nı otomobilin bagajına yerleştirdikleri bombayla havaya uçurmayı planlarken, erken patlama sonucu ölen Asala teröristleri, Lübnanlıydı. Asala, ilk radyo yayınını Beyrut’ta başlattı. Lübnan, sözde soykırımı tanıdı, bizi bebek katili ilan etti.

Bunları okurken "acaba konuyu nasıl bağlayacak" diye içimden geçiyordu, zira ASALA'nın sivilleri değil diplomatları ve havayollarını hedef aldığı, Lübnan iç savaşı esnasında kurulduğunu zaten biliyoruz (Bu arada islamofobik bir insana şehit kelimesini kullanmayı yakıştıramadığımı da bildireyim, fakat sivil bir insan olan Dink'in katline sıradan bir sinek öldürmesiymiş gibi muamele yaparken, Türk diplomatların öldürülmelerine "şehit" yakıştırması yapmanızdaki ikiyüzlülüğü gayet güzel yakıştırdım). Öldürülen, sürülen, isimleri, dinleri zorla değiştirilen bir halkın sivil insanlarına yazı boyunca yapılan onca saygısızlıktan sonra, Marksist bir örgütün, öldürülen diplomatın, Ermeni halkıyla, konuyla ne alakası olduğunu düşünürken, merakım giderildi:
Benim neslim...
Lübnan’a Türk Telekom’u verdi.

Sıradan bir ulusalcı hezeyanı, özelleştirmeler sonucu ülkenin elden gideceği yaygaraları araya böylece iliştirilmiş. Yani, yabancı bir ülkeden iş adamı geldiğinde, "senin ülken Ermeni soykırımını kabul etti" diye geri çevireceksin, bu nasıl bir anlayıştır? Aslında bu tiksintinin arkasında yatan neden, o adamın ülkesinin politikaları değil, sadece adamın Türk olmayışı, yani ırkçılık. Ne olacak? Sabancı'lar, Koç'lar, Boyner'ler bizi arkadan tecavüz etsin, onlar Türk olduğu için sorun yok, devlet kurumları ile zaten nikahlıyız ve nikah içi tecavüz yasal, fakat yabancı bir iş adamı bizi düdükleyince yasak! Karşı çıkacaksanız, devlet kapitalizmini de, serbest piyasayı da, Türk şirketleri de, yabancı işadamlarını da tümden reddedeceksiniz, ırkçılığınıza zemin hazırlamak için bu 1930'lardan kalmış faşist ideolojilerinizi milletin beynine enjekte etmeyeceksiniz.

Ayrıca, bir üstteki "Lübnan, sözde soykırımı tanıdı, bizi bebek katili ilan etti." sözünüze ithafen belirteyim, soykırımı tanıyan kimse, sizi bebek katili falan ilan etmiyor. Her Türk'ün yaptığını kendi suçunuz gibi görmeyi, kendinizi "Türklük" diye sonradan uydurulmuş bir kavrama sokmayı bırakın. Siz, Yılmaz Özdil olarak, katilsiniz. Soykırımdan dolayı değil, ırkçılığınızdan dolayı katilsiniz. Kahrolası hukuk sisteminde katil olarak hiçbir zaman hüküm giymeyeceksiniz, fakat bu sizin katil olmadığınız anlamına gelmez.
Obama’nın memleketi sözde soykırımı kanırta kanırta tanırken... Benim neslim, Obama gelecek diye Anıtkabir’e oda parfümü sıktı. Çankaya Köşkü’nde dip köşe temizlik yaptı. Cumhurbaşkanımız vişneli yaprak sarması, peynirli suböreği, içliköfte, tava lagos, deniz börülcesi, enginarlı mantı, limon kremalı safran sosu gezdirilmiş fıstıklı baklava, nevzine ve kaymaklı ayva tatlısı ile Kayseri mutfağında önemli yeri olan Corvus Teneia ve Sarafin Cabernet Sauvignon şarapları ikram etti. TBMM’ye giden Obama’ya TBMM Başkanımız lokum tattırdı, ayakta alkışlayan mebuslarımız el sıkışmak için kuyruğa girdi. İstanbul’a geçen Obama’ya Dolmabahçe Sarayı Müsabihan Köşkü’nde Türk sanat musikisi dinletisi sunuldu. Sultanahmet Camii’ne girerken ayakkabılarını çıkaran Obama, benim neslime duygulu anlar yaşattı. Ayasofya’ya girerken sütunun kenarında oturan kediyi okşadı, benim neslim Obama’nın ayakkabılarını ve kediyi canlı yayına çıkardı, ayakkabıların 45 numara, “Gli” isimli mübarek kedinin de şaşı olduğu ve daha önce Ayasofya’yı ziyaret eden Papa tarafından okşanarak kutsandığı ortaya çıktı. Tophane-i Amire’de üniversite öğrencilerine konuşan Obama, sanki beş vakit namaz kılıyormuş gibi “ezandan önce bitirelim” dedi, pek takdir edildi. Adanalı kebapçı 5 koyun keserek yaptığı 5 metrelik kebabı Obama’ya ithaf etti. Ceyhanlı bi bakkal, Obama’nın kızlarına Cooker cinsi yavru köpek hediye edeceğini müjdelerken, Sivas daha atik davrandı, Kangal gönderdi. Bartınlı ev hanımı ise, först leydi Mişel Obama’ya tel kırmalı işlemeli şal postaladı. Van’ın Gürpınar İlçesi’ne bağlı Çavuştepe Köyü’nde 44’üncü Başkan Obama şerefine 44 kurban kesildi, davul zurnayla halay çeken Çavuştepe sakinleri adına basın açıklaması yapan Abdülkerim Kulaz “her zaman arkasındayız” dedi. Obama’nın ninesinin Kogelo köyünden hemşerileri olan ve Kayseri İmam Hatip Lisesi’ne devam eden Kenyalı öğrenciler televizyona çıkarıldı, Türkiye sizinle gurur duyuyor diye omuzlara alınarak, baklava yedirildi. Samsunlu yerel sanatçı, üzerine “Mister Obama” yazdırdığı kemençesiyle özel beste yaptı. Vezirköprülü el sanatları öğretmeni, Obama ailesine seccade, yemeni ve Osmanlı yeleği tasarladı. Beyşehirli balıkçılar, air force one’a 6.5 kilo sazan gönderdi, “iyi de yolda kokmaz mı?” sorusu üzerine açıklama yapan Beyşehirli balıkçı Mehmet Sezen “bi şeycik olmaz, strafor kutularda buzladık” dedi. Uzaylı sanatçımız Mustafa Topaloğlu “Hello Obama, hoş geldin başkanlığa, durdur bu savaşları, bitsin artık gözyaşları, geri getir umutları” klibini yayınladı, hit oldu.

Laf kalabalıklarıyla yazıyı doldurmak bu olsa gerek. Umarım oruçlu insanlar bu yazıya denk gelmemişlerdir.

Obama'ya yapılan yalakalıklar beni ilgilendirmez lakin Türk halkını ve Ortadoğu'yu hiçbir zaman anlamayacak sayın Özdil; iki noktayı kaçırıyorsunuz veya bilip de bilmemezlikten geliyorsunuz. Birincisi, bu halk, diğer Ortadoğu halkları gibi, genel anlamda Amerikan karşıtıdır lakin, Obama göreve geldiğinde, tüm İslam dünyasında, Bush hükümetinin barbarlıklarının bitebileceği yanılgısı, yani bir umut vardı ki buna, Amerikan anarşist ve özgürlükçü sol aydınlar gibi, ben de gülüp geçmiştim. İkincisi, Amerikan hükümeti de, Türk hükümeti de Ermenilere yapılanların soykırım olduğunun farkındalar. Neden Türk hükümeti bu olayın tarihçilere bırakılmasını istiyor? Olayın bilimsel aydınlığa kavuşması için değil, zaten herşey ortada, fakat "resmi tarih" adamlarını oraya oturtup, inkar ettirmek ve buna bilimsel gerçek demek için bu talepte bulunuyorlar. Amerikan hükümeti de olanların farkında fakat onlar da her an soykırım kartının cebinde olması ve böylece Türkiye'ye istediklerini yaptırabilmek için kabul etmiyor. Türk devleti de her sene Amerikan tarih adamlarına, bu milletin cebinden çıkan milyonlarca dolarları boca ediyor, her sene bu olay halı altına itiliyor. Türkiye Cumhuriyeti, soykırımın kabul edilmesinden korkar, çünkü soykırımcı kadrodan isimler, cumhuriyeti de kurmuşlardır. Çünkü, cumhuriyeti kuranlar, İttihatçı kadrodan, ideolojik bakımdan farksızdırlar, yani ırkçıdırlar, bu da Kürtlere sonrasında yapılan katliamları ve diğer halkların Türkleştirilmesini açıklar. Çünkü, Ermeni sorununu kabul etmek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin ırkçı bir devlet olduğunu kabul etmektir. Bugün bunun inkarı, dünyanın düz olduğunu iddia etmekten farksızdır. Ve Özdil, siz, bu ırkçılığı sürdürmek için, tüm Ermenileri hedef gösteriyor, okuyucularınızı dolduruyorsunuz. Bu insan öğütücü makinenin, insan olmayan, metalleşmiş, oksitlenmiş, olmazsa olmaz bir dişlisisiniz.


Yazısını şöyle bitiriyor sayın Özdil:
Değerli gençler...


Efendim?
Benim neslim üzerine düşeni yaptı.
Bundan sonrası sizin neslinize bağlı!


Sizin nesliniz, bu ülkenin yerlilerini, Ermenileri öldürdü, isimlerini değiştirdi, toplumun en alt kademelerine itti, kendi ülkelerinde mülteci konumuna soktu, evlerinden sürdü, mallarına el koydu, öldürenleri kahraman ilan etti. Bu topraklarda 5 kişiden biri yabancı uyruklu iken, şimdi %99'u Türk-Müslüman diye övünüyorsunuz. Üstünüze düşen bu muydu? Bizden ne istiyorsunuz? Son noktayı koymayı, bu ülkede kalan bir avuç Ermeni'yi de biz mi yok edelim? Yıllardır Kurtuluş Savaşı diye anlattığınız, komutanlarınızın nemalandığı iç savaşa, zafer diye böbürlendiğiniz katliamlara bir yenisini de biz ekleyelim, yeni bir sözde Kurtuluş Savaşı mı başlatalım?

Bu yazıyı yazmakla vakit kaybettim, şimdi giden zamanım gibi yok ol, yok ol, yok ol.

7 Ağustos 2011 Pazar

Yardımseverlik Maskesi

Kedilerde de pedofiliye rastlanabilir. İki hafta önce bir buçuk yaşındaki kedim, 5 tane yavru doğurdu. Biliyorum, zaten yetişkin doğrulmaz, "yavru" doğrulur fakat gereksiz kelimeler nasıl atılır ve nasıl anlatım bozukluğundan kaçınılır, şu anda bunları umursamama izin vermeyecek bir ruh hali içindeyim. Neyse, kedimin doğumundan 10 gün öncesine, yani bundan 3- 4 hafta öncesine kadar, kedimin çatıda beslediğim 7 aylık kızkardeşi de hamileydi, tahmin edileceği gibi pedofili ile itham ettiğim erkek kediden. Bu kediyi, mahallenin bir yaşının altındaki dişi kedilerin etrafında görmeniz gayet sıradan bir olay, daha büyük kedilere de ilgisi pek yok (Bu gözlemi mahallede benden başka yapma zahmetine girmiş biri var mı, bilmiyorum). Kendisi, kedimin küçük kardeşi dediğim kediye de, sütten kesildiğinden beri, yani yaklaşık 2-3 aylık olduğundan beri dadanıyordu, küçük kedi sonunda hamile kalmıştı. Fakat bundan 3-4 hafta öncesine kadar, kedicik, çatıda kağıt gibi olmuş, bomboş bir karınla belirince, yavrularını düşürdüğünü sandık; ta ki iki gün öncesine, çatının tam da kediyi beslediğim yerinde, daha bir aylık olmamış, benim kedimin yavrularından biraz daha büyük bir yavruyu görene dek. Anlaşılan, yavrusunu veya yavrularını, bizim görmediğimiz bir yerde büyütmüştü, fakat sütü yoktu ve sağ kalan yavrusunu, ona tek yardım edebilecek kişi olan benim göreceğim bir yere getirmişti. Daha dişleri yeni çıkmaya başlamış, yeni yeni yürüyen bu bebeği, teyzesinin, yani benim kedimin, 5 tane yavrusunun yanına koyduğumda, kedim emzirmeyi reddetti. Kedimin sinirli hırlamasından etkilenen bebeğin onu taklit edişi, kendi kendine o küçük ağzıyla hırlayışı görülmeye değerdi. Fakat iş başa düşmüştü, bu bebeğe iki gün baktım. Çatı, bebek için tekin değildi, zira pedofili olduğunu söylediğim, bizzat babası olan kedi de oraya sık sık uğruyordu ve birinci gün, onu bu kurtulamadığım canavarın altından zor kurtarmıştım. Yine de annesinin işgal ettiği çatıdan, onun annesiyle olan bağını koparmamak için içeri almıyordum, bebeğin de bunu tercih edeceği belliydi. Onun için orada geceleri altına girebileceği bir barınak yaptım. Bu sabah çapaklanmış minik gözleri sildikten sonra o küçücük dişlere, yarı katı şeyleri çiğnemeyi öğrettim. Bir ara bu bebeğin annesiyle paylaşmak için ayırmış olduğum yumurta tabağımı almak için içeri gittim. Geri döndüğümde gördüğüm manzara beni ürküttü, dehşete düşürdü; o küçücük kediyi, sübyancı babası, ağzına almış, hızla kaçırıyordu. Kötüsü, bu kez cinsel emelleri için değil, öldürmek için. Erkek kediler zaman zaman, bebek bakma sürecinde erkekleri reddeden annelere ulaşabilmek için, bebekleri öldürürler. Yakalamaya çalıştım fakat, çevik, her yere girebilen ve kuytuların benden daha çok hakimi olan kedi tarafından, iki gündür arkadaşım olan bu bebek, kısa hayatının sonuna, sonsuz uykusuna sürükleniyordu.

Bu olayın bende yarattığı etki üzerine, sokaklarda o an ezilen yüzlerce kedi, kuş, köpek, geçen gün Şanlıurfa'da ön ayakları kesilip üzerine sıcak su döküldükten sonra çöpe atılan ve canlı bulunan yavru kedi, açlık içinde kıvranan hayvanlar, çocuklar, ölmek isteyip ölemeyen insanlar, kısacası hayatın ölümden kötü olan yüzü gözümün önüne geldi. Sonrasında Doğu Afrika'yı vurmakta olan kuraklık ve birkaç gündür dikkatimi çeken, sosyal paylaşım sitelerinde bolca katılım bulan, Diyanet'in, Kızılay'ın, İHH'nın konuyla ilgili kampanyaları tekrar hafızamı tırmaladı. Aslında yazımın ana konusu bu; Yardımseverlik, yoksulluk ve bu konuya genel yaklaşım.

Öncelikle yardımseverlik mevzu, bana daima ikircikli gelir; çünkü niyetiniz iyi de olsa, yardımdan bahsetmek için, ortada "yardım edenler" ve "yardıma muhtaçlar" olmalı. Yani, bir yanda fazladan mülk biriktirmiş bir zümre var ve sırf bu yüzden diğer zümre, hayatta kalmak için gerekli kaynaklardan bile yoksun kalmış. Çelişki gördüğüm konu ise tam burası; Yardım edebilecek konumda olan kişi, dolaylı yoldan da olsa, diğer kişiyi yardıma muhtaç duruma sokmuş olmuyor mu? Önce birisini kaynaksız bırakıyorsunuz, sonra da fazla kaynağınızdan bir kısmını o kişiye bahşediyorsunuz. Demek istediğim şu; "yardım" kavramına gerek duyulan bir dünya, acz içindedir.

Konuyu biraz daha somutlaştırmak gerekirse, yardıma en büyük payı ayıran kuruluşlar, en büyük, en sömürücü, Starbucks benzeri kapitalist kurumlardır. Bu kurumlar, kaynakları alabildiğince kullanır, devleti de arkalarına alarak insanları köleleştirir ve bir dilenci konumuna getirir; fakat ironik olarak bu şirketlerin sahipleri, iş adamları, yardıma yönelik yaptıkları devasa yatırımlar sayesinde övülür, caddelere isimleri verilir, "hayırsever işadamı" olarak ölümsüzleştirilirler. Oysa ki "yardımseverlik" olmasa, ezilen zümre, kendi başının çaresine bakacak, başkaldıracak, hakettiği değeri kendisi, zorla alabilecektir. Bu açıdan "yardımseverlik", bana göre teşvik edilmesi değil, nefretle bakılması gereken bir olgudur. Demek istediğim, kölelik kavramıyla açıklanabilir; bana göre en kötü köle sahipleri, kölelerine iyi davrananlar olmuşlardır, çünkü sistemin zalimliğini, aşağılayıcılığını, bu iyi muamele ile örtmüşler, hatta nesiller boyu köleleri bile bu "iyi muamele" ile kendilerine hayran bırakmışlardır. Bu da kölelik sisteminin ömrünü uzatmıştır. O yüzden bugünkü günü kurtarmaya yönelik reformlar, kişisel veya kurumsal yardımlar, maske görevi görmekte, fakiri daha da fakirleştirmektedir.

İkinci bir konu ise, "herkes tabağındakini paylaşsa, açlık ve yoksulluk çözülür" tutumu. Sanıldığının aksine, günümüzün sorunu kuraklık veya kaynakların kısıtlılığı değil, zira Afrika sorunu yeni bir sorun değil, bu kuraklık tantanasından önce de, hergün 20.000 kişi orada yoksulluk nedeniyle (Açlık, hastalık, tıbbi gereksinim yokluğu, vs) ölüyordu, yani sefalet orada hep sözkonusuydu. Konuya açıklık getirmek gerekirse, basit bir ekolojik kural vardır; yiyecek miktarı o nüfusun yaşayabileceği miktardan az ise, nüfusta azalma, yiyecek miktarı ihtiyaçtan fazlaysa, nüfusta artış gözlenir. Bu açıdan baktığımızda, durmaksızın artan insan nüfusu, dünyada hiç de kıtlık yaşanmadığının bir kanıtı. Aksine, dünya nüfusu 4 milyarken de, daha fazla insana yetecek kadar gıda üretimi vardı, günümüzde de, dünya nüfusunun üstünde bir gıda üretimi var. Bu da daha çok nüfus artımına, aşırı nüfus artımı da, daha çok sefalete yol açıyor. Burada bir parantez açmak gerekirse, nüfustan fazlasına yetecek gıda, bu sefaletin yaşandığı ülkelerde değil, batıda üretiliyor. Lakin asıl nüfus artımı buralarda değil de, en fakir ülkelerde gerçekleşiyor. Nüfus artımı, gıda üretimi ile ilişkiliyse, bu bir çelişki değil midir? Değildir, çünkü üretimin bir yerde fazla olması, beklenen nüfus artışının illa ki o bölgede olmasını gerektirmez. O "fazla" gıda miktarının nerelere dağıtıldığını düşündüğümüzde bu çelişki ortadan kalkar. Yani diyeceğim; yemek paylaşmakla, bölgeye daha çok yiyecek götürmekle, daha çok gıda üretimiyle yoksulluğu çözemezsiniz, yoksulluğu "işsizlik" sorununu çözerek halledemeyeceğiniz gibi. Kısa vadede günü kurtarabilir, vicdanınızı rahatlatabilirsiniz fakat uzun vadede yoksulluğu ve gelir dağılımındaki dengesizliği sadece tetiklemiş olursunuz.

Diğer değinmek istediğim bir nokta da, dini argümanların bu konuda kullanılış şekli. Saat geçmiyor ki bir yerde "komşusu açken tok yatan bizden değildir" tarzı hadisler, ayetler, "hadi müslümanlığımızı gösterelim" tarzı öneriler, bu yardım kampanyalarına katılmak için bir "sebep" olarak öne sürülmesin. Hatta abartılmış, "5 lira değerinde üç mesaj, bir fitre artı bir oruç fidyesine denk geliyor" gibi hesaplamalar yapılmış. Yani Somali'deki kuraklığa katkı sunmak, sizin orucunuzun maddi karşılığından mı ibarettir? Bu tutumu hiçbir zaman anlamadım; yani inandığınız peygamber, "komşusu açken tok yatan da bizden olabilir" demiş olsaydı, "neyse ya boşver yardımı" mı diyecektiniz? Beni yakından tanıyan, fakat kendilerine inancım konusunda açıklık getirmediğim kişiler benim "cennetlik" olduğumu düşünüyor, pekçok eylemimden sonra ne kadar sevaba girdiğimden bahsediyorlar. Bir dine inanmadığmı söylediğimde, bana vurdumduymaz, çalıp çırpmaya, tecavüze meyilli, daha da gülüncü, din ve özellikle İslam konusunda cahil olan ve kafa yormamış, yarım akıllı bir vahşiymişim gibi bakılmasının nedenini anlıyorum; çünkü insanlar, bir iyilik yapmadan önce, onun sevabını-günahını tartıp ona göre hareket etmeye koşullanmışlar ve bu koşullama olmaksızın nasıl hareket edebileceklerini bilmeyecek kadar kendilerinden yabancılaşmışlar.

Halbuki biliyorum, sizler iyi insanlarsınız. "İyi" kavramının ne olduğu tartışılır, fakat kastettiğim "iyi", sizin ahlak değerlerinizin karşılığı olan "iyi". İyi insanlarsınız. O çok övündüğünüz dininizin kaynaklarını okumamışsınız; o kadar iyisiniz ki, okumuş olsaysınız, reddederdiniz. Okuyup da reddetmeyenler, sizler de iyi insanlarsınız; o kadar iyisiniz ki, çok inancınız olan, sizi hayalkırıklığına uğratmaktan korktuğunuz dininizi, sizin "iyi" kriterlerinizde yorumluyor, içinize, yani iyi bir insan olarak onurunuza sindiremediğiniz şeylerin, iyi niyetinizle üstünü örtüyorsunuz. Öyle olmasaydınız, bizzat kendi kaynaklarınızın teşvik ettiği çok eşli, tek eşli de olsa ataerkil aile yapısını savunurdunuz, kendi kitabınızın erkeğe verdiği kadın dövme ruhsatını, kölelik sistemini onaylardınız, benim gibi dininden dönenlerin, yani mürtedlerin öldürülmesini emreden hadise riayet ederdiniz, hatta müslümanlığa meyli olmayan gayrimüslimlere fitre verilmesini yasaklayan büyük alimlere uyar, yardım kuruluşlarına yardımda bulunurken, yardımın ulaştığı insanların müslüman olup olmadığını araştırırdınız, çocukların ergenlikten önce de nikahlandırılabileceğini, ergenliğe girer girmez cinsel ilişkinin caiz olacağını söyleyen dininizle aynı kanıda olurdunuz. Bunları yapmıyorsunuz, tüm çabalara rağmen, beyninizi tümden ele geçiremediler. Üstelik, sizin yardımseverliğiniz, dindarlığınızdan değil, kendi içinizden geliyor. Yan komşunuzda, yan komşumda yangın olsa, benim, sizin, oraya atılıp kurtarmak için, içimizden gelen bir hareketlenme olur. Bu ne Allah korkusudur, ne din emri, hatta belki de hiç görmediğimiz komşumuza olan sevgiden de kaynaklanmaz bu; bu, tamamen ormandan getirdiğimiz, karşılıklı yardımlaşma içgüdüsüdür. İnsan, sosyal bir hayvandır ve tüm sosyal hayvanlar gibi, karşılıklı yardımlaşma, türümüzün hayatta kalmasında ve zeka gelişimimizde çok önemli bir etken olmuştur. Birbiriyle pek dost olmayan kabileler dahi, bir felaket sırasında, bugünkü "eğitimli" insanların kolay kolay sağ çıkamayacağı buzul çağından, zorlukların altından el ele vererek kalkmışlardır. Günümüz izole edici, insanları çekirdek aileler gibi küçük gruplar halinde yönetmeye endeksli sistemde, bu yarıdmlaşma içgüdüsü artık kendisini pek gösteremese de, birbirimize ihtiyacımız olduğu bilincini hala taşıyoruz. Fakat kendinize öyle yabancılaşmışsınız ki, "iyi" bir insan olduğunuzun farkında değilsiniz. Cinsel dürtülerinizi, hatta doyma isteğini, bedensel tüm değerlerinizi kötüleyen, sizi kendinizden tiksindiren din, sizin iyi vasıflarınızı da sahipleniyor, sanki o vasıfları size kendisi vermiş gibi hissettiriyor. Yani o olmasa aşağılık olurdunuz, sizin birkaç temiz sıfatınızı da size o veriyor.

Hayır okuyucu, hayır, sen iyi bir insansın. Kalbini, vicdanını, o atacağın 5 liralık mesajla örtmeyecek, "ben elimden geleni yaptım, gerisi Allah'ın takdiri" demeyecek, bu sistemin iğrençliğini "kader" diye geçiştirmeyecek kadar iyisin. Reformlarla, günü kurtarmaya yönelik yardımlarla yetinmeyecek, radikal kararlar alabilecek kadar iyisin. Örneğin, işe üremeyi durdurarak başlatabilirsin. Daha çok nüfus, daha çok üretim, kapitalist odaklara satılacak daha çok ürün demektir, bunun sonucu da doğal kaynakların daha çok tüketimi, doğanın daha çok tahribatı, daha çok sefalettir. Aşırı nüfus artışı, "hayat" diye baktığımız doğumlar, zaten ekoloji için çok kalabalık olan bir dünyada, aslında insanlığın ve doğanın katli demektir. Biliyorum, sen, bugün o resimlerini paylaştığın, yüzünde çıkan yaraların üzerine yapışmış sineklerle açlıktan ağlayan o Afrikalı çocuğu, kendi çocuğundan ayırmayacak kadar iyi birisin. O yüzden, yeni bir çocuk yapmak, kaynaklarını ona harcamak, "her eve üç çocuk" ordusuna dahil olmak yerine, o kaynakları elinden alınmış, belki AIDS dahil pekçok hastalıkla aç, sefil, öksüz bırakılmış o çocuğu evlatlık alabilirsin. "Para benim param, istediğim kadar çocuk yaparım, yine yardımımı da yaparım, üstüme düşen yükü yıkmış olurum" demiyorsun, eminim.

İyisin sen, ve daha da önemlisi, sığ değil, derinsin.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Biricik Stirner

... Öyleyse "serbest rekabet" gerçekten "serbest" midir? Dahası, hakkını bu başlık üzerinden temellendirdiği için, kendisini ifade ettiği gibi, bu bir -şahıslar arası- "rekabet" midir? Bildiğiniz üzre, bu (rekabet), insanların tüm kişisel kurallardan özgür kalmasından hasıl oldu. Devletin, kentsel kaidedeki bu hakimin, bin bariyerle etrafını sardığı bir rekabet, "serbest" midir? Harika iş yapan bir imalatçı var ve ben onunla rekabet etmek istiyorum. "Buyur," diyor devlet, "bir rekabetçi olarak senin şahsına yapacağım bir itiraz yok." Evet, diye cevap veriyorum, ama bunu yapabilmek için, bina için mekana, paraya ihtiyacım var! "Bu çok kötü; ama paran yoksa, rekabet edemezsin. Mülkiyeti koruduğum ve ona imtiyazlar tanıdığım için de kimseden bir şey alamazsın." Serbest rekabet serbest değil, çünkü yarışmak için gerekli ŞEYLERDEN yoksunum. Benim şahsıma hiçbir itiraz yapılamaz, fakat "şeylere" sahip olmadığım için şahsım da geri adım atmak zorunda. Peki ya gerekli şeyler kimde var? Muhtemelen o imalatçıda mı? Tamam, onun elinden alabilirim! Hayır, o şeylere, mülkiyet olarak devlet sahip, imalatçı ise sadece onları tımar olarak tasarrufunda bulunduruyor.

Fakat, imalatçı olarak rekabeti denemek boşuna olduğu için, şu hukuk profesörüyle rekabet edeceğim; o herif bir ahmak, ve ondan yüz kat fazlasını bilen ben, onun sınıfını boşaltabilirim. "Okuyup mezun oldun mu, arkadaşım?" Hayır, ama bundan ne çıkar? O bölümde öğretim için ne gerekli olduğunu fazlasıyla anlıyorum. "Üzgünüm, ama rekabet burada 'serbest' değil. Şahsına karşı söylenecek hiçbir şey yok, ama şey, doktorun diploması, eksik.Ve bu diplomayı, ben, devlet olarak istiyorum. Önce saygıyla benden onu rica et, sonra ne yapılabileceğine bakalım."

Bu, dolayısıyla, rekabetin "serbestliği" denilen şey. Devlet, benim sahibim, öncelikle beni rekabet etmek için vasıflandırıyor.

Fakat, gerçekten şahıslar mı rekabet ediyor? Hayır, tekrar, sadece şeyler! Öncelikle paralar, vs.

Yarışmada her zaman biri, diğerinin arkasında kalacak (Örneğin, şairin arkasındaki kalitesiz şair). Fakat şanssız yarışmacıda eksik olan şeyin kişisel mi yoksa maddi mi, aynı şekilde maddi araçların kişisel enerjiyle mi kazanılabileceği yoksa lütufla, bir hediye olarak mı edinilmesi gerektiği arasında fark vardır. Lakin başından beri araçları edinmek veya kullanmak için devletin onayını bekliyorsam (Mezuniyet örneğinde olduğu gibi), araçlara devletin lütfuyla sahibim demektir (Kolejlerde ve üniversitelerde fakir insanlar zenginlerle rekabet ediyor. Fakat bunu sadece, bize, serbest rekabetin bir kontrol edici prensip haline gelmesinden çok önceki zamanlardan miras kalan "burs" yoluyla yapabiliyorlar. Oysa ki rekabet ilkesi burs kurmaz, "kendine yardım et, araçları tedarik et" der. Devletin, bu amaçlarla verdikleri ise ilgili sebepler için yaptığı harcamalardır, yani kendisine "köleler" yetiştirmek için).


Bu pasaj, Max Stirner'in The Ego and Its Own kitabından alelade çevirerek yaptığım bir alıntı. Amacım, biraz Max Stirner'den bahsetmek. Stirner, bana göre, felsefeye büyük ölçüde nokta koymuş kişidir. Bu iddia felsefeye aykırı gibi görünebilir; fakat felsefenin ölümsüz, insan aklı var olduğu sürece yaşayacak bir olgu olduğunu düşünenlere de Stirner'in cevabı hazır olacaktır: "Senin tanrın, 'sabit fikrin', felsefe konsepti olmuş."

Stirner'in felsefeye nokta koyduğunu söylememdeki neden; O zamana dek söylenenlerin ne kadar anlamsız olduğunu gözler önüne serişinden ve ondan sonra gelen düşünürlerin de ya onu tekrarlamaktan, ya da onun reddettiklerini savunmaktan (Üstelik kendisini gözardı ederek ve adından hiç bahsetmeyerek) öteye gidememiş olmalarıdır. Örneğin, kendisinin Nietzsche'nin fikir babası olup olmadığı hep tartışılagelmiştir. Nietzsche'nin pekçok görüşü Stirner'in tekrarından ötesi değildir lakin Nietzsche, sayısız düşünürden alıntı yapar, etkilendiğini söylerken, Stirner'den bahsetmez. Bu karşılaştırmadan kısaca bahsetmek gerekirse, bence de Nietzsche, Stirner okumuş olmalı. Stirner'in alıntısını yaptığım kitabının giriş ve kapanış cümlesi "ben meselemi hiç üzerine kurdum (Herşey benim için hiçbir şeydir)", Nietzsche'nin bu felsefeden etkilenmediğni söylemek zor. Ayrıca Nietzsche'nin güç hakkındaki fikirlerinde Stirner'den izler görsek de, ben Stirner ve Nietzsche'nin çok farklı olduklarını düşünüyorum. Örneğin, Nietzsche'nin demokrasi karşıtlığında, aristokrasi yanlısı olmasının izleri vardır. Stirner'de ise bu durum tam tersidir. Stirner, demokrasiyi bir kandırmaca özgürlük olarak görür. Ona göre, eğer siz, devletten haklarınızı istiyorsanız, devlet olmadığı durumda dahi bu hakları toplumdan sağlamaya çalışıyorsanız, onlar sizin haklarınız değildir; Siz, haklarınızı, topluma veya devlete teslim etmişsiniz ve onların adilce dağıtılmasını istiyorsunuzdur. Fakat, bir şeyi siz, kendiniz tedarik etmiyorsanız, onun sizin hakkınız olduğunu söyleyemezsiniz. Yani, neye sahip olmaya gücünüz yetiyorsa, ona hakkınız vardır. Bu görüş, çoğu illegaliste ve sivil itaatsizliği savunanlara öncü olmuştur.

Stirner gibi bir insanın, liselerde felsefe derslerinde ve üniversitelerin ilgili bölümlerinde gözardı edilmesi doğal. Lakin, benim asıl sitemim anarşistlere olacak. Dünya genelinde, Stirner'i, anarşistler dahi daima gözardı etmiştir. Emma Goldman bunu, Anarşizm ve Diğer Denemeler kitabının ön sözünde şöyle dile getiriyor: "Max Stirner'de 'herkes kendine, altta kalanın canı çıksın' teorisinin bir havarisinden başka bir şey görmeyen de, aynı dar zihniyet. Stirner'in bireyciliğinin en büyük sosyal fırsatları içerdiği gerçeği tamamen gözardı ediliyor."

Genel anlamda felsefe tarihinde çığır açtığını, hatta çoğu felsefi akımı yerin dibine soktuğunu düşünürsek, böyle bir değerli düşünüre, böyle bir hazineye sahip anarşistler, neden Stirner'i gözardı ediyorlar? Otoriter teorilere sahip ve toplumcu Karl Marx'ın, otoriteyi ve toplumu reddeden Stirner'e adamakıllı cevap verememesini, Nietzsche'nin adından bile söz etmemesini anlarım, fakat aynı şeyi neden anarşistler de yapar? Hatta öyle ileri gidilir ki, Stirner zamanında henüz anarşizm, sistematik bir hareket olarak oluşmadığı için (Sanki anarşizmin bir doktrini varmış gibi), Stirner'in anarşist olmadığını iddia edenler bile var. Bu da biraz "Soykırım kavramı henüz oluşmamıştı, o yüzden Ermenilere yaptığımıza soykırım denemez" argümanı kadar mantıksız (Kaldı ki, çoğu anarşist, kendisini bu çağda bile anarşist olarak tanımlama gereği duymaz ve hatta bir güruha mensup izlenimi vermekten çekinir). Yukarıda öylesine çevirdiğim, Max Stirner'in başucu eseri kitabın, yazılmasının üzerinden 150 seneden fazla zaman geçmesine rağmen, Türkçesi bile yok.

Aslında bana göre bunun nedeni çok da karmaşık değil. İronik olarak, pekçok anarşist, aslında sosyalizmden çok da öteye gidebilmiş değiller. O yüzdendir ki, her yer, Kropotkin'in kitaplarıyla dolup taşıyor. Yanlış anlaşılmasın, Kropotkin değerli bir isimdir, fakat, anarşist olmayanların "devlet olmazsa nasıl düzen olacak?" sorusuna anarşistler, Kropotkin'den, Rudolf Rocker'dan alıntılarla cevap verirler, "bakın, gayet düzgün bir düzenimiz olacak" derler. Onlar da ekonomik olarak sol görüşlüdür, fakat otoriteden çekindikleri ve anarşistlerin, sosyalist otoriteler tarafından tarih boyunca çok çektikleri için, otoriter sosyalizmi reddederler fakat özgürlükçü sosyalizmden çok da ileri gidemezler (Bu arada özgürlükçü sosyalizm de bir anarşizm koludur). Anarşistlerin de toplum taslakları mevcuttur; Üretim araçları çalışanların ellerinde olacaktır, ekonomiyi ve gelir dağılımını işçiler, sendikalar ve halk bir araya gelip verecektir, toplumun her bireyi, karşılıklı dayanışmayla birbirini tamamlayacaktır. Teoride bunlar uygulanabilir ve günümüzle kıyaslandığında çok daha tercih edilebilir düzenler. Lakin, bunlar henüz sistematikleşmeden, Stirner çıkmış ve konuşmuş: "Ben, toplumu tamamlayacak puzzle parçalarından biri miyim? Hayır, ben bir bireyim. Başta şahsi bir otorite olmasa da, toplum beni parçası olarak görüyorsa, bu da görünmez diktatörlüktür ve beni boğar. Ben, toplum için çalışan bir makine değilim ve canım istediğinde, tembellik etmeyi seçebilmeliyim. Beni hizmet etmeye zorlayan şey ister toplum olsun, ister bir kral, veya haksız rekabetin yarattığı zorluklar, benim için farketmez."

Stirner'e göre, birbirimize ihtiyacımız olduğunda kuracağımız şey, bir müzik grubu gibi, istediğimizde dağıtabileceğimiz bir birlikten ötesi olmamalıdır. Birliğe dahil olanlar, birlikteki diğer kişilerin yeteneklerini kullanır, üstüne kendi yeteneklerini koyar, herkes birbirinden yararlanır, iş tamamlandığında birlik dağıtılır veya birlikteki insanlardan biri vazgeçtiğinde anında ayrılır, kendi keyfine bakar. Bunun dışında sistemleştirilmiş, oy birliğiyle de olsa toplumun uyması gerektiği bir karara bağlanmış her "toplumu", "düzeni", "yasayı" Stirner reddeder. "Devlet olmadan toplum nasıl ayakta durur?" sorusuna, alternatif düzenler öne süren anarşistlerin aksine Stirner, "Toplum neden ayakta duruyor? Toplum sen, ben değiliz, toplum bir konsept, bireyin düşmanı. Ben devletten de, toplumdan da üstünüm ve toplumu koruyan kurallar olmadığında, nasıl yaşayacağımı biliyorum. Diğerlerinin nasıl yaşayacağı beni ilgilendirmiyor, ona kendileri kendi güçleri, yetenekleri, istekleri, zevkleri doğrultusunda karar verirler. Ben, toplum da dahil, beni baskı altında tutan tüm kavramları kendi mülkiyetim yapmaya, onları kullanabileceğim materyallere dönüştürmeye bakarım. Gelecek nesillerin nasıl yaşamaları gerektiği konusunda bir çaba içine girmek, bir hayali kovalamak, hayaletin peşinden sürüklenmek, dindarlıktan farksızdır" diye cevap verir. Toplumcu, sosyalist, komünist, sendikalist, mutualist anarşistler (Ki anarşistlerin çoğu bu kavramlara kendini oturtmuştur), Stirner'den bahsederken "o da öyle bir anarşistti işte" diye küçümserler. Kısacası Stirner, ironik olarak, toplum tarafından "kaosçu" olarak görünen ve korkulan anarşistlerin "kaosçu" olarak gördüğü, onların hayal ettiği dünya düzeninde kaosu yaratacağı için, çoğu anarşiste göre bile fazla kural tanımaz olduğu için çekinilen tipte bir adamdır. Herkesin fazla kuralsız olduğu için çekindiği düzenleri dahi "çok muhafazakar, bireyi fazlasıyla boğucu" oldukları için reddeder. Eğitim kurumlarının, başkaldırıcı öğrenciler yetişeceğinden korktukları için çekindikleri, anarşistlerin ise, insanlara "anarşizmin kaos olmadığını" anlatmak için kılı kırk yaran tüm çabalarını boşa çıkartabilecek türden bir insan olduğu için çekindikleri bir adamdır. Kendisinin sıkça söylediği gibi, "biriciktir" ve öyle olduğunu farketmeyen her birey de, sabit fikirli, devlet, din ve toplum tarafından ele geçirilmiş, "kendi" olmayan mecnunlardır. Karşı mı çıkıyorsunuz? Stirner'e göre söylediklerinin doğru olup olmadığına sadece kendisi karar verebilir. Siz onun düşüncelerini, alıp kullanabilir, çöpe atabilir, gücünüz ve dileğiniz izin verdiğince faydalanabilirsiniz. O da diğer insanların düşüncelerini, bedenlerini, eşyalarını, gücü yettiğince ve dilediği ölçüde kullanmıştır. "Dünya bana ait" diyor Stirner, siz de dünyanın size ait olduğunu görmüyorsanız, dünya gelirinin belli bir zümrenin elinde toplanmış olduğundan dolayı şikayet edemezsiniz. Çünkü buna, yani size ait olan dünyanın başkaları tarafından harcanmasına izin veren sizlersiniz. Buna bir ateist olarak "dünyanın kanunu" veya bir deist olarak "Allah'ın takdiri" diyorsanız da, sizler, ele geçirilmiş, sabit fikirli mecnunlar ordusuna dahilsiniz demektir.

Türkçesi olmayan bu kitabı, İngilizce bilenler alttaki linkten okuyabilirler. Ego and Its Own kitabı, Rorschach testi gibidir; her okuyan, karakterine, ruh haline göre, her spesifik pasajdan farklı sonuçlar çıkartabilir; bu da kanımca Stirner'in amacıdır ve kitabın felsefesine uyar. Ve -en net mesaj verenler de dahil- her kitaptan, her eylemden, herkesin farklı çıkarımlar yapacağını, farklı ölçülerde zevk alacağını ve herkesin "biricik" olduğunu anladığınızda, Stirner'in düşüncelerinden faydalanabilmişsiniz demektir.

http://theanarchistlibrary.org/HTML/Max_Stirner__The_Ego_and_His_Own.html