31 Ekim 2011 Pazartesi

Vatansever Arkadaşıma

Yazdığım en dağınık, en yapış yapış yazılardan biri olacak, kusura bakma. Bugün yazım kurallarını, kompozisyon düzenini bırakıp niteliğe bakmanı istiyorum. Bu yazıyı okuduktan sonra üç dakika durup düşünmeni sağlayabilirsem, başarılıyım demektir.

Bildiğin gibi ülkede ve dünyada insanı sarsan skandal üstüne skandal oldu, linçler oldu son zamanlarda. Önce başbakan "Porsche kullanmayın olur biter" dedi, tepki verdin. Belki AKP'ye oy veren arkadaşlarını bir daha bunu yapmamaya ikna etmek için bahsettin bu skandaldan, belki şimdiye kadar savunduğun hükümeti bir kez de olsun sorgulamana yol açtı bu. Aslında her halükarda Porsche kullananları sevmeyen, sigarayı da bırakmayı denemiş, ebeveynlerine bıraktırmak isteyen bir garibandın sen. O halde alkışlamaya hazır olduğun başbakana niye tepki verdin? Çünkü aslında, geçen sene 10 kuruşa alabildiğin yumurtayı son ayda 35 kuruştan aşağı bulamadığın için sinirliydin. Bundan haberin bile yoktu belki, alışverişi annen yapıyordu çünkü ama son zamanlarda bir kısıtlama olduğunu hissetmiştin. Bu yüzden başbakanın, Porsche çıkışı küçük çaplı bir hengameye yol açtı.

Bu hengame üzerine, Çukurca saldırısı gerçekleşti ve gündem değişti, veya değiştirildi. Bıçak kemiğe dayandı dedin, sözün bittiği yer dedin, artık konuşmak yok vurmak var dedin, intikam dedin. Hatta "intikam değil, katliam istiyoruz" dedin. Profil resmine siyah kurdele, Türk bayrağı koydun. Bunlar olurken, ben buraya yazmadım. Yazdığım başka yerler oldu, ben de senin gibi sinirliydim ve o sırada bir sözüme denk geldiysen belki daha da sinirlendin. Sonrasında Heron görüntüleri medyaya sızdı; genelkurmayın saldırıya gelen PKK'lıların dakika dakika ilerleyişlerini, mevzilere yaklaşıp karakolu basışlarını, imha ettikleri karakoldan kaçmaya çalışan askerleri tarayışlarını, imha tamamlandıktan sonra hepsinin sakin sakin mekanda canlı asker kalıp kalmadığını inceleyişlerini, toplanıp dinlendikten sonra aheste aheste geri dönüşlerini izledikleri ortaya çıktı. Bu bir çatışma değil cinayet görüntüsüydü. Hem bir vatansever olan sen, hem PKK sempatizanı bir insanın duymaktan nefret ettiği PKK-TSK işbirliği komplosunu açmaya niyetim yok, fakat en hafif tabirle cinayete cevaz vermekti bu skandal. Askerler orada ölüme terkedilmişlerdi. Belki "Taraf'ın uydurması, TSK ihanet etmez!" dedin kendi kendine.

Yazmadım. Sonra deprem oldu. Deprem bölgelerimizde evlerin depreme dayanıklılıkla hiçbir ilgisi olmadan, sanki hiç deprem olmayacakmış gibi inşa edildikleri gerçeği yüzümüze çarpıldı. Deprem mühendisleri çıktı ve mühendislik birinci sınıf öğrencilerine öğretilen ilk konular dahi uygulanmış olsa bunların olmayacağını söylediler. Bahsettikleri konutlar gecekondu falan değil, devletin onayından geçmiş, hatta devletin "buyrun oturun" diye teslim ettiği konutlardı, öğrenci yurtlarıydı. Bir başka uzman, bölgede daha 15 gün önce başka uzmanlarla toplantı yaptıklarını ve bölgenin riskine vurgu yaptıklarını söyledi. Bu cinayetin, sen dava açtığında suç olduğu ortaya çıkacak fakat dava açmayı düşünmeyeceğin katliamın üzerine başbakan yardımcıları çıktı "Allah daha büyüğünü vermesin" dediler, daha büyüklerinin hiç önlem almadıkları daha büyük şehirlerde olacağının farkındaydılar, ama Allah'a dua etmenin halk gözünde sorumluluğu azaltıcı etkisini biliyorlardı. O sırada bir Japon, 10 üzeri büyüklükte bir depreme dayanıklı evinde, internette tanıştığı bir Sudan'lıya "Allah nedir?" diye soruyordu. Ve yine o anda sen, başbakan yardımcısının "Allah daha büyüğünü vermesin" sözünün değil, Fazıl Say'ın Orhan Gencebay ve Sezen Aksu hakkında söylediği, hiç de yanlış olmayan sözlerin bir skandal olduğunu düşünüyordun, "amin" dedin. Yazmadım. Haber Türk spikeri Duygu Canbaş çıktı, "deprem haberi ülkenin doğusundan, Van'dan gelse de hepimizi sarstı" dedi, ülkedeki insanlık sorununun geldiği noktayı göremeyip, "gaftır, dil sürçmesidir" dedin. Yazmadım. Müge Anlı "Önce polise taş atarlar, sonra polisten yardım beklerler" dedi, bu insafsızlığa cesaret adını verdin. Hatta depremi, terör olaylarına sevinenlere karşı Allah'ın gönderdiği bir helak olduğunu savunanlara sessiz kaldın, yine aklına ilk gelen Türklük imajını kurtarmaktı ve kınamak yerine "tüm Türkler öyle düşünmüyor" dedin, bu pasif tutumunla Can Ataklı gibilerinin ırkçıları savunmasına olanak verdin, öyle insanların "bunun neresi faşizm" diye sormasının tek nedeni, günümüz dünyasında faşizmin hakaret olarak algılanmasıydı. Öyle olmasa, "bunun neresi faşizm?" sorusu, "faşizm utanılacak bir şey mi ki?" şeklinde sorulurdu. Yazmadım.

Hayalkırıklığına uğramadığımı söyleyemem; bu ülkede insafın bu kadar yitirildiğini, ırkçılığın bu noktalara geldiğini bilmiyordum. Hep "Kürt'e değil, PKK'ya karşıyız" sözüne inanmak istemiştim, fakat bir felakette hayatını yitiren bebeğin, 18 yaşındaki bir annenin ırkına göre hareket edilebileceğine inanmak istememiştim hiç. Bunun niteliği Nazizmi bile değil, Ku Klux Klan örgütünü hatırlatıyor bana. Yine senin onlardan biri olmadığına inanmak istiyorum çünkü ülkenin genelinin öyle olmadığını biliyorum, olumlu örneklerin fazla oluşu, "bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım" gibi sözler beni sevindirdi. Fakat hayvanseverlerin canilerden fazla oluşu, geçenlerde yavru bir kedinin ön ayaklarının kesilip, yaralarının üstüne kaynar su döküldükten sonra kediciğin çöp kutusuna atıldığı gerçeğini değiştirmiyor, tabirimi caiz gör. Kaldı ki yardım işi dahi şova döküldü, Yardımseverlik Maskesi yazımda belirttiğim Somali'ye yönelik ikiyüzlülüklerin belki de on misli bu deprem için yapıldı. İşadamları programlara bağlanıp 3 milyon, 30 milyon liralık yardımlarda bulundular. Fi-Yapı'nın tepesindeki adam çıkıp 100 milyon değerinde bir yardım yapacağını açıkladı, böyle bir reklam fırsatı oldu, bütün ünlüler bu yardımı ayakta alkışladılar. Ortada bir felaket varken bu tabi yapılacak, fakat birilerinin kenarda 3 milyon, 30 milyon, 300 milyon biriktirmesine, bir iş adamının 100 milyonluk yardım yapsa dahi ona koymayacak kadar varlıklı hale gelmesine fırsat veren yasalar olmasa, daha açık konuşayım, o çürük evde yaşamak zorunda bırakılan (Artık yaşamayan) vatandaşın Fi-Yapı sahiplerinin elinden zorla tek kuruş almasını dahi yasaklayan kanunlar olmasa, tüm bunlar yaşanır mıydı? Hep askerlikten soğutan yazılar yazıp hukuk ihlali yapan biri olarak şu anda halkı haydutluğa mı teşvik ediyorum? Olsun. Ali Ağaoğlu çıkar, doğayı nasıl gökdelenler, beton yığınlarına çevirdiğini övüne övüne anlatan reklamlar çeker, kanunlardan yararlanıp benim güzel şehrime tecavüz eder ve bu şehirdeki yüzbinlerce çürük binayla ilgili tek söz söylemez, sonra bu kanunların asıl sahibi olarak kendisi, Fi-Yapı gibi kuruluşlar ve bu yasaların yapıcıları olan bakanlar çıkar "biz burdayız", "devlet her yerde" tavırlarına bürünürler; katiller tanrı pozisyonuna oturtulurlar. Bir vatansever olarak her fırsatta özelleştirmeyi "ülke elden gidiyor" olarak yorumlayan sen, bu konularda sessiz kaldın, kalıyorsun, "göreviniz enkazı kaldırmak değil, enkazı önlemek" diyemiyorsun. Tayyip Erdoğan çıkıyor, "tüm kaçak evleri kamulaştıracağız" diyor. Sen çıkıp da "kaçak mı yasal mı olduğuna bakmadan bilimsel olarak hangi evler risk dahilinde ona göre hareket et" diyemiyorsun, bunun bir deprem projesi değil, bir kamulaştırma, cankurtarma maskesi altında bir devlet haydutluğu projesi olduğunu bile göremiyorsun, başbakanını alkışlıyorsun.

Benim kaç gündür sessiz kalışımın nedeni duyarsızlık değildi. Bazı durumlar var ki, ne yazarsan yazsan, en mantıklı sözleri de etsan ucuz edebiyat olarak kalır. Aslında şu günlerde bu durum geçmiş değil. Biz kim faşistti, kim Kürttü, kim daha Türktü diye tartışırken felaketin izleri kurbanların üzerinden yirmi sene daha silinemeyecek. Bu hem "doğal felaket" dediğimiz ama yıkımınının insan ürünü olduğu o deprem, hem de insani felaket diyebileceğimiz salt insan eliyle yaratılmış, terör sorunu, Kürt sorunu, Türk sorunu, ne sorunu olursa olsun o felaket. Sözlerin havada kalacağı ve yapılan fiillerin söze ihtiyaç duymadan konuşması gereken dönem geçmiş değil, lakin sessiz kalışımın başlıca nedeni senin sakinlemeni beklememdi arkadaşım. Bir terör saldırısı hakkında olayın tazesiyle bir şeyler yazsam daha çok kişi okurdu, fakat o esnada anlatmak istediklerimi anlayabilecek kadar düşünmediğini biliyordum. Örneğin o gün, daha önce Fatih Altaylı'ya yaptığım gibi seni de samimiyetsizlikle suçlasam, sende istediğim etkiyi yaratamazdım. O yüzden senin için bekledim ve şimdi tüm zalimliğiyle insan insana hayvan muamelesi yapıyorken, insanlar masum hayvanları canlı bomba olarak kullanıp hayvanlardan çok daha aşağı mertebede olduklarını kanıtlarlarken sakinlemiş olan sana söylüyorum arkadaşım: samimiyetsizsin.

"Şehit ailelerinin acısını paylaşıyorum" derken samimiyetsizsin. Geçen ay iki ayını yeni doldurmuş kedim üçüncü kattan düşüp öldü. Onun cansız minicik bedenini aşağıda görünce, kendimi atmamak için zor tuttum, iki gün yemek yiyemedim. Kendimi biraz olsun toparladıktan sonra başka kedimin düşmemesi için önlemlerimi aldım fakat her aklıma gelişinde bu ölümün ne kadarının ihmal olduğunu düşünüp kendimi sorgulamadan edemiyorum, hala gözlerim doluyor. Eğer bir canlının gelişimini doğduğu günden itibaren izlerseniz onunla özel bir bağınız olur. Ve bizler 20 yaşında genç insanlardan bahsediyoruz. Geleceğe dair planları olan, mahallede bıraktığı sevgilisiyle ilk sevişeceği günü düşleyen, ebeveynlerinin kendilerinden değerli gördüğü, beklentilerinin olduğu çocuklar. Bu çocukların ölümleri bende kedimin ölümünün yarattığı travmayı bile yaratmamışsa, nasıl o insanlar hakkında "şehitlerimiz" diye bahsedebilirim? Peki sen arkadaşım, bu saldırı senin hayatını yumurtanın 10 kuruştan 35 kuruşa çıkması kadar bile etkilememişken, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı o ailelerin acısını paylaştığını söylerken samimi olduğunu mu düşünüyorsun? Sokakta dilenirken görsen tanımayacağın ve arkanı dönüp gideceğin bir kadının oğlunun en acımasız şekilde öldürülüşü seni gerçekten ne kadar etkilemiş olabilir? Aynı şekilde Van'da ihmalden yüzlerce kişi öldü, aslında öldürüldü, neden hiçbir tepki koymadın? Demek ki askerlere kopardığın yaygara "insanlık" adına değildi. Bu yaygaranın altında insanlık değil, çocukluğun boyunca sana tekrarlatılan "varlığım Türk varlığına armağan olsun" var. Bu yaygaranın altında, senin içinde olan Nietzsche'nin savunduğu "gücü arzulama" meyili var. Bu yaygaranın altında, "toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır" felsefesinden hareketle toprağı mütemadiyen kanla sulama isteği var. Bu yaygaranın altında insan ölümünü meşru kılan vatanseverlik var. Bu yaygaranın altında samimiyetsizlik var.

"İntikam" derken samimiyetsizsin. Ölen çocuklara üzülmediğin gibi, senin intikam hırsından dolayı ölecek olan yüzlerce gence de üzülmeyeceksin, o yüzden bu kadar rahat "intikam" diyorsun. "Görevimiz hiç enkaz olmaması" demediğin gibi, "görevimiz hiç şehit olmaması" diyemiyorsun. Bilirim, sevgilinle yürürken harap bir evin yanından geçtiğinizi görsen, "bu tarafa gel aşkım, üstüne bir şey devrilir" dersin, fakat hayatında hiç görmediğin, sana istatistikten başka hiçbir anlam ifade etmeyecek binlerce genci ölüme göndermeye can atıyorsun. Rahatça intikam çığlıkları atıyorsun, şimdiye kadar 40.000'den fazla insanın yok yere katlini bir nedene bağlamak için yeni ölümlerin çığırtkanlığını yapıyor, "boşuna biz o şehitleri vermedik" diyorsun, çünkü benim oraya gönderilip cesedimin geri gönderilmesi senin için hiçbir şey ifade etmeyecek. Benim ölümüm birkaç kalp krizine, birkaç intihara yol açacak. Sen ise Facebook durumunu güncelleyip bir Yılmaz Özdil yazısı paylaşıp günü kurtaracaksın. Gelen şehit haberleri senin için sana edilmiş birkaç ağır küfürden farksız; biraz sinirleniyorsun, bağırıp çağırıyorsun fakat hayatın hiç etkilenmeden devam ediyor.

Samimiyetsizsin, çünkü başbakan "kelle" diyince kızarken, aynı şeyi sen yapıyorsun ve ölenlerin sayısına göre tepkini dile getiriyorsun. Bu devlet otuz bin kayıp verdikten sonra Kürt sorununu kabul etti, onbinlerce kişi enkazın altında kalmadan deprem sorununu kabullenmediği gibi. Hafta geçmiyor ki 3-5 askerin öldürüldüğünün haberi gelmesin. Fakat sen 24 gibi çift basamaklı bir sayı görmeden, medya senin beynini pompalamadan hareket etmiyorsun. Samimiyetsizsin, çünkü ölen ilk yirmidört kişi değil bu. 1, 2, 3, 4, ... 24, ... 40000. Yazıyla kırkbinden fazla. Kaldı ki ölen askerler Türk, dağdakiler Kürt diye bir durum yok. Hepimiz biliyoruz ki en kötü ihtimalle, ölen 10 askerden biri Kürt. Yine de onları Türk kayıplara katsak dahi, Türk kayıplarından en az üç katı daha fazla Kürt öldü. Bunların hepsi ellerine silah almış dağlılar değildi. Siviller de öldü, hem PKK, hem TSK tarafından öldürüldüler. Daha da fazla yaralı, intiharlar, yıkımlar, öksüz kalan çocuklar. Bu bilanço sadece 80 sonrası, dönem. Cumhuriyet tarihinde 80'li yıllara kadar onbinlerce Kürt öldü. Gerçekten samimi olsan, "kaç insan öldü/kaç şehit verdik?" sorusunun yerine, "bu insanlar neden öldü?" sorusunu sormaz mıydın? Ölenlerin acısını paylaşmış olsaydın, bir başkasının da ölmemesi için ne yapılması gerektiği hususunda okulda, parkta, evde, sakince kafa patlatmaz mıydın? Ölenlerin niceliği mi önemlidir, uğruna ölünen şeyin niteliği mi? Bir insan bile yok yere ölmemeli kanımca, bu konuda aynı düşündüğümüzü biliyorum. Fakat yok yere ölüm kronikleşmişse, artık sayının da bir önemi yoktur.

Sana faşistsin demiyorum, çünkü değilsin. Sadece beynin, yıllardır söylenilenleri tekrarlayan bir karbon kağıdı gibi çalışıyor. O yüzden iyisi mi biraz sakinleşmiş olmandan faydalan ve beynini farklı bir şekilde çalıştırmayı dene. Niceliği değil, niteliği sorgulayalım, sakince.

Bir süre PKK tek taraflı ateşkes kararı almıştı. Devlet bölgeyi bombalamaya devam ediyordu. "Devlet silah bırakmaz, bu yaptığı yasal ve haklı bir iş" dedin. Biz vatansevmezler, asıl şehit haberinin olmadığı böyle bir ortamda çözüm gelebileceğini savunup adımlar beklerken, sana göre silah sesi yoksa, sorun da yoktu. Doğu insanı hep yanıyordu, şehit haberi gelmediği vakit sana her yer Paris'ti. Seçimlerin arefesinde Tayyip Erdoğan "artık Kürt sorunu bitmiştir" dediğinde, biz vatan sevmezler endişelendik. Bu sadece MHP seçmeniyle flört etmek için söylenmiş bir söz değildi, Tayyip Erdoğan devletin gideceği yolu belirlemişti bu sözle. Korktuk. Sen bizim neden korktuğumuzu, neden kafa patlattığımızı anlamadın, "bırak şu bölücüleri" dedin, gidip aynı kişiye oyunu attın. Belki de ilk kez AKP'ye oyunu atanlardan biriydin çünkü oyları yükselerek iktidara geldiler. Sonrasında daha da güçlenmiş iktidar, silahla işi gücü olmayan binlerce Kürt siyasetçi tutuklanırken olanları alkışladı, sen de "bölücü onlar zaten, tutuklansın" dedin, Ergenekon davasına kopardığın yaygaranın onda birini koparmadın. Sonra ateşler yeniden başladı, devlet hem sınırların dahilinde, hem sınır ötesinde durmaksızın bombalamalara devam etti. Kuzey Irak'ta TSK'nın öldürdüğü sivillerin kimlikleri bile açıklandı, biz vatansevmezler, "Hamas bahanesiyle sivilleri vuran İsrail'den ne farkımız var?" dedik, sen ise bu haberlere yer bile vermeyen sözde haber kanallarını izledin, konuyla uzaktan yakından alakasız kaldın. Sonra MİT-PKK konuşması ortaya çıktı; sen "hükümet istifa" dedin, çünkü yukarıda söylediğim gibi bu konuşmalardan senin beğenmediğin bir karar çıkmasına karşıydın sen, bu görüşmeler olmadığında ölecek yüzlerce insan umrunda değildi. Senin hayatını etkilemeyecek, "Kürtlerle ilgili bir karar alınmasın da, askerlerimiz çarpışacaksa çarpışır, ölecekse ölür. Zaten vatan korumak da budur!" dedin, sonra bu tepkinden çekinen devlet ve hükümet, görüşmeleri sonlandırdı, açık kapı bıraksalar da. İşte geldiğimiz noktada olanlar.

Şimdi "devlet onca zamandır barışı sağlasa bunlar olmazdı" diyenlere küfür ediyorsun, "intikam" diyorsun, güzel. Büyük ihtimalle de PKK'nın tüm kampları imha edildiği zaman, sorunların büyük ölçüde hallolacağını düşünüyorsun. Çünkü sana göre PKK, Kürt halkını temsil etmiyor. "PKK sempatizanı olmayan Kürt, kardeşimdir" diyorsun, dedim ya, aslında faşist değilsin. "PKK, Kürtlerin mücadelesinin tezahürüdür ve bizi temsil eder" diyen Kürt'e çok küfür ediyorsun.

Aslında ikiniz de haklı, ikiniz de haksızsınız.

Öncelikle şu gerçekle yüzleş: Kürtlerin aşağı yukarı yarısı, daima Kürtler adına meclise girdiğini söyleyen partiye oy verdi, bugün bu parti BDP, yarın kapatılır ve başka bir parti olur (Doğuda bu oyların baskı altında verildiğini iddia ediyorsan, batı illerindeki Kürtlerin neden BDP'nin bağımsız adaylarını meclise gönderdiklerini açıkla). BDP'nin meclise uzaydan gelmediğini, halktan taban bulduğunu kabul et ve BDP ile PKK'nın taleplerini yan yana koy. Çok büyük ölçüde paralel değiller mi? Seçimler bir şey değiştirmez, lakin analiz konusunda güvenilir bir veridir. Buna göre Kürtlerin en az yarısı, PKK'nın taleplerini destekliyor.

Sapla samanı karıştırıyorsun. PKK'nın taleplerine destek vermenin, PKK'nın yöntemlerine destek vermek olduğunu düşünüyorsun. Sırf silahlı oldukları için taleplerinin kabul edilemez olduğunu söylüyor, "hak, silahla aranmaz" diyorsun fakat bu da samimiyetsizlik çünkü sana göre terör, silahtan ibaret değil. Sence PKK tarihe karışsa dahi, vatandaşın basit bir kamu hizmetini Kürtçe almak istemesi kabul edilemez; bunu savunan partiler de kapatılmalı, savunanlar hapse atılmalıdır. Ülke yasalarına göre bölücü sayılmak için, ele silah almak gerekmiyor. Hak aramanın yasal yollarının tıkandığı bir ülkede yaşadığını farkedememişsin. Buna rağmen, sırf PKK ile aynı taleplere sahip olduğu için, senin kadar barışçıl, bir örümcek bile öldüremeyecek insanlara terörist diyorsun, sırf senin hoşuna gitmeyen talepleri olduğu için o insanın, gelen şehit haberlerine sevindiğini sanıyorsun.

Devletin bazı şeyleri bilerek yanlış isimlendirmiş olduğunu göremiyorsun. Sen de devletin eskiden Kürt diye bir milletin varlığını kabul etmeyişinin bir hata olduğunun farkındasın fakat sana göre Kürtlerin varlığını kabul etmek, sorunun çözülmesinde yeterliydi. Lakin anlamadığın şu ki, Kürtlere Kürt adını koymak bir şey ifade etmiyor. Adını koymamız gereken başka şeyler var. Birincisi, devletin önce haydutluk, sonra terör diye adlandırdığı, Birinci Dünya Savaşı'ndan önce başlamış ve bugün devam eden "Kürt ulusal hareketi". Bu hareket üzerine uzun uzun kitaplar yazıldı, anlatmaya çalışan filmler çekildi, benim burda uzun uzun yazmama gerek yok. Sadece şunu söylemek isterim; bu hareket sadece ülkemizi değil Suriye, İran ve Irak'ı da kapsıyor. Türkiye'deki Kürtlerin 1900'lerin başından cumhuriyetin kurulmasına kadar tuttukları safın ve cumhuriyetle birlikte aldıkları pozisyonun belirleyicilerinden biri de bu harekettir. İkinci isim koymamız gereken ise, bu Kürt hareketinin tanınmamasından dolayı "terörle mücadele" olarak bizlere sunulan "savaş". Gerçek resim, ortada bir Kürt hareketi olduğu; PKK'nın bu hareketteki unsurlardan biri olduğu ve terörle mücadele denen şeyin aslında düşük ölçekte seyreden bir savaş olduğudur. Bu savaşı da sadece PKK yanlılarının sürdürdüğünü sanma, sen medyadan sadece PKK saldırılarını duyuyorsun ve saldıranın PKK, savunanın TSK olduğunu düşünüyorsun ama yukarıda da söyledim, bu savaşta bir Türk öldüyse üç Kürt öldü. Senin asıl bölücü dediklerin bunun bir savaş olduğunun farkında ve şehit haberlerine sevindikleri falan yok, çünkü kendileri bu savaş sürdükçe daha çok kayıp vereceklerinin senden daha fazla bilincindeler. Hep bireycilikten bahsederim, şehit haberlerine sevinenler tabi ki vardır ama genelleme yapıyorum. Ölen PKK'lı haberine üzülen Türk ne kadar istisna ise, ölen asker haberine sevinen Kürt de o kadar istisna.

Şimdi isimleri doğru koyduk. Kabul etsen de, etmesen de, köklerinde milliyetçilik de bulunduran, fakat himayesinde bulundukları faşist devletlerin acısını yıllarca çekmenin getirdiği tecrübenin ve solun da etkisiyle milliyetçiliğe karşı bir hareket olarak evrilmeye meyilli, Kürtlerin yarısının direkt destek verdiği, diğer yarısının bir kısmının asimile olduğu için umursamadığı veya desteklemediği, bir kısmının din ve ekonomik durumunu ön planda tuttuğu için pasif kaldığı bir Kürt ulusal hareketi var. Eğer ki bu hareketi bastırmanın yolunun askeri güçle yapılması gerektiğini düşünüyorsan, çözümün savaşta olduğunu düşünüyorsan, Kürtleri toptan yok etmek gerekir. Çünkü o dağdaki insanlar uzaydan dağa inmedi; onlar da eline silah almamış milyonların çocuğu, kardeşi, sevgilisi, Kürt hareketinin bir kanadında yer alıyorlar. Ama sen sadece bu silahlılara düşman değilsin ki. PKK'nın da can yaktığını bildiklerinden bu örgüte senin kadar karşı bile olsalar, silahsız insanların talepleri de senin "bölücü" olarak tanımlayacağın cinsten. Sen çözüme yanaşmadan dağdakileri öldürdükçe, zaten Kürt hareketinin içinde olan fakat eline silah almamış insanları, sayıları artmış ve silahlanmış olarak bulacaksın. Bu hep böyle oldu, askeri müdahale sorunu çözse 1925-1940 arası yapılan katliamlar, soykırımlar işi çoktan çözmüş, Irak ve İran bunu çözebilmiş olurdu. PKK'yı imha etsen bile, Kürt hareketi er ya da geç farklı oluşumlarla karşına çıkacak. Bölge insanını da düşüncelerine göre ayırt edemeyeceğin, ateşi kesmedikçe düşmanını artıracağın için, askeri yolla çözüm sadece Kürtleri (Büyükşehirdekiler de dahil) soykırıma uğratmak ile gerçekleşir.

Fakat bu kolay değil. Güneydoğu sınırında gücü eline almış bir Irak'lı Kürt halkı var. Suriye'de merkezi güç ayaklanmalar sonucu azalma eğiliminde ki, Suriye sınırında güçlenmiş ve statü edinmiş bir Kürt kitlesi bulmak an meselesi. İran'da için için yanan, inkar edilen bir Kürt kitlesi var ki, İran herhangi bir savaşa girerse, bu kitle savaşa girmez ve bağımsızlık dahi ilan edebilir. Demek istediğim, diğer illerdeki Kürt hareketleri de güçleniyor ve senin böylesine bir soykırıma girişin, oradaki Kürtlerin de seninle savaşması anlamına gelir. Sonrasında Birleşmiş Milletler yaptırıma gider, hatta Libya'dakine benzer bir durumla karşılaşabiliriz. Büyük illerdeki Kürtler de oturup katledilmeyi beklemeyeceği için iç savaş çıkar, senin "özerklik olursa Irak oluruz" önermenden daha beteri olur ve Irak'ı arar hale geliriz. Kayıp on milyonları bulur. Bir "zafer" alıp Kürt illerini temizlemiş olsan bile, hiç gidip görmediğin halde senin olduğunu iddia ettiğin toprakların bomboş kaldığını, oraların sahiplerini öldürdüğünü anlamış olursun. Senin bahsettiğin "intikam" sözcüğünün gideceği yol bu. Katliamı haklı gösterecek bahanelerin olduğu için insani yönüne hiç girmiyorum.

Buna hayır diyorsan, başka bir yolu daha var; 30 senedir PKK ile, genel itibarıyla 100 senedir süregelen bu sürecin bir savaş olduğunu kabul etmek ve tarafların masaya oturmasını savunmak. Bir yanda uluslararası anlamda tanınmış bir devlet ve ordu denen örgüt, diğer tarafta yine o ulusların kendi aralarında illegal olduğunu tespit ettiği başka bir örgütün savaşı bu ve biri diğerinden daha yasal kabul ediliyor diye ortada bir savaş olduğu gerçeği değişmiyor. Bu savaşta taraf olan kimse kendini kandırmasın, elde silah varken barış savunulamaz. PKK'nın da eline zorla silah verilip ölüme gönderilmiş gençleri katledip, buna "devletle mücadele" adı vermesinin, bir Türk olarak senin gözünde devletin Kürtlere uyguladığı şiddeti meşrulaştırmaktan başka bir getirisi yok. PKK vurur, devletin Kürtlere yönelik uyguladığı karşı şiddet ve faşist yasalar meşru olur. PKK vurur, bir Kürt genci Kürt olduğunu ve taleplerinin olduğunu, PKK'lı olarak fişlenmekten korktuğu için dile getiremez. Fakat sen de, buna çanak tutmaktan başka bir şey yapmıyorsun. Savaşan iki taraftan birinin PKK olduğu gerçeğinden hareket ederek PKK'nın muhatap alınmasının zorunluluğunu savunanların ağzını tıkıyorsun. Olayın çözümü iki tarafın da ateşkes sağlayıp sözü bölge vatandaşlarına bırakması kadar kolayken, sen "Tüm Türkiye benim", "vatan bölünmez, beğenmeyen gitsin" diyor, yeni ölümlerin ortak katili oluyorsun. Ana dilde eğitim, kamu hizmeti, yerel yönetimlerin kuvvetlendirilmesi gibi masum talepleri geçtim, en zararlı ve radikal görünen, marjinallerden başka kimseden destek görmeyecek bağımsızlık talebi bile senin batı ilinde hiçbir hakkını, yaşam tarzını elinden almayacakken, sen vatan denen bir hayal ve hiç gitmeyi düşünmediğin toprakların sözde koruyuculuğu uğruna ölümlerin devam etmesini savunuyorsun. Vatan dediğin şeyi benim, onun, ötekinin hayatından üstün tutuyorsun ve şehit haberleri geldiğinde sanki onları ölüme yollayan senin düşüncelerine yön verenler değilmiş gibi, askerlerin koruyuculuğuna soyunuyorsun. Ki asker bile denilemeyecek çocuklar bunlar. Bir form doldurmayı bilmezler, aşkı tatmamışlar, hayat deneyimleri yok, bu çocukların fiziksel gelişimleri tamamlanmamış, sakalları bile çıkmamış. Vatanın tanımını bile yapamayacak çocukların eline silah verip, "intikam" eşliğinde vatan kurtarmaya gönderenlere çanak tutan biri, o çocuklar öldüğünde nasıl üzüntüden bahsedebilir?

Ben olaya sosyalistlerin perspektifinden bakmıyorum. Bana göre herkes kendi hakkını kendisi kazanırsa bir anlamı vardır. Başkası tarafından özgürleştirilmiş biri, zinciri kırılmış fakat tasması hala boynunda olan bir köpekten farksızdır. Ben bir Türk olarak Kürtlerin hakkı için savaşan biri değilim. Bunun Kürt-Türk ayrımı ile ilgisi de yok; ben Gümüşhaneli bir Türk'ün hakkı için, ya da kapı komşum için savaşan biri de değilim. Bu da gayet doğal ve pervasızlıkla suçlanmaması gereken bir şey. Bütün bir şehir yıkılsa ilk kurtarmak isteyeceğimiz kendimiz ve yakınlarımız olur, diğerlerini düşünmediğimiz anlamına gelmez bu. Bana göre tam da bir enkaz ülkesinde yaşıyoruz ama ben kendi haklarımı savunmaya bile başlayamıyorum. Kürt hareketinin Türkiye kolunda, yani Türkiye'li Kürtler ile ortak isteklerim olduğu için desteklediğim konular var; Alevilerle de ortak isteklerim var. Örneğin merkezi otoritenin zayıflayıp halkın iradesinin güçlendirilmesini Kürtler kadar, diyanetin kapatılmasını veya sünni kimliğinden arınmasını Aleviler kadar ben de istiyorum. Bu konularda onlarla bir olup mücadele ederim fakat sonrasında hangi dille eğitim görüyorlar, nasıl bir yaşam tarzı sürmek istiyorlar, Mardin'li bir Arap nasıl bir gelecek tayin eder, cem evleri devlet gözünde hangi statüde, o benim sorunum değil, zaten kimsenin kendi hakkı hususunda bana ihtiyacı da yok. Ortak isteklerimiz dışında benim kendi hak ve taleplerim için uğraşmam gerekirken, yani işime bakmam gerekirken, bana diğer Türkler ile birleşip, ülkenin diğer ucundaki şehirlerde yaşayan ve hiç görmediğim insanlarla savaşmam emrediliyor. Onların hayatına müdahale etmeyi reddedişim, "bırak kendi hakları için mücadele etsinler" deyişim bile yasalara aykırı. Senden farklı olarak, sorunun en çok hissedildiği civarlara gidip insanlarla konuşmuş, çözümün hiç de zor olmadığını anlamış biriyim, böyle biri haline gelmek bile yasal değil. Çevremdeki insanlara "siyah kurdele eylemiyle olmaz, çocuklarınızı ölüme yollamayın" diye anlatmaya çalışmam yasal değil. "Bu benim savaşım değil" deyişim, yasal değil. "Ölmek istemiyorum" diye haykırışım yasal değil. İşte tam da bu noktada Kürt sorunu benim de sorunum oluyor. "Teröristler ve yandaşları, kanınızda boğulacaksınız" diyorsun, ama her ne kadar devletçi zihniyet seni hissizleştirmiş, makinalaştırmışsa da, sen de insansın ve biz Türkler kanda işimizi görecek solungaçlar geliştiremedik. Boğulacak kadar kan akarsa, bunda hepimiz boğulacağız.

Şimdi neden senin intikam düşüncene karşı çıktığımı ve silahların durması için ortalık hiç olmadığı kadar sakinken çözüme dair kafa patlattığımı anladın mı arkadaşım?

15 Ekim 2011 Cumartesi

Sosyal Sorumluluk mu? Kurumsal Rant mı?

Bir gazete haberinin yarattığı etki benim kulağıma geliyorsa, o haberin etkisi gerçekten büyük olmuş demektir. Çünkü gazete okuyan birisi değilim; popüler medyaya harcayacak zamanım da yok. Fakat Haber Türk'ün 7 Ekim günkü ses getiren sürmanşetini duydum ve baktım. Sürmanşet, bana bu yazıyı, daha fazla zamanım olduğu bir gün yazdıracak nitelikteydi; yalnız, gazetenin genel müdürü olduğunu öğrendiğim Fatih Altaylı'nın iki savunma yazısını okuduğumda dayanamadım ve şu yoğun anımda bu yazıyı yazma kararı aldım.

Altaylı'nın bahsettiğim yazıları Rahatsız oldunuz değil mi? ve Özür dilerim. Altaylı bu yazılarında, topluma ayna tuttuğunu, resmi herkesin gözüne soktuğunu söylüyor; yani, kendisi bunun bir sosyal sorumluluk eylemi olduğunu iddia ediyor. Yazıların yazıldığı üslupta ise, bir üste çıkma telaşı, topu karşı tarafa gönderme ve kendini aklama çabası var. Yani Altaylı, bıçağı kendisinin sokmadığını, bu resimden rahatsız olanların rahatsızlığının kadın şiddetinden bihaber olmalarından kaynaklandığını ve bu olayların vurdum duymazlıktan kaynaklandığını söylüyor. Buna göre "Suçlu = Resime tepki gösteren herkes + O bıçağı sokan adam" denklemi oluşuyor.

Öncelikle kafamızı kaldırıp bakalım. Şiddet; habercilikte, sinemada, sanatta ne kadar kullanılıyor? Beş sene önce Irak işgali sırasında çekilmiş bir haberi anneme izlettiğimde, kadın bayılmıştı. Bazı filmlerde tecavüz sahnesi öyle bir sarsıcılıkla veriliyor ki, bir hafta kendinize gelemiyorsunuz. Nice tiyatro eserleri var, gerçekleri yüzünüze çarpıyor. Samimiyetle çekilmiş savaş, kıtlık, şiddet fotoğraflarına bakarken ağlayabiliyorsunuz. Ben de burada kurgu olsun, gerçek olsun onlarca eser ismi verebilir, görüntü yükleyebilirim. Yani amaç şiddeti, gerçeği, görmekten kaçındıklarımızı gözümüze sokmaksa, bunlar çokça yapıldı, yapılıyor ve bakış açımızda devrimlere neden olabiliyor. Bu çalışmalar ve eserler o kadar samimi ve vurucular ki, izlerken veya okurken "Bunu nasıl yayınlarlar" diyebilecek kadar bile düşünemeyiz, çünkü sarsılırız, belki de sadece izlerken değil, her hatırladığımızda sarsılıyoruz çünkü dünyada olan olaylar, insanoğlunun yaptıkları alışılacak türde şeyler değil. Ben en az on sene önce izlediğim, tilkilerin canlı canlı derilerinin yüzülmesi görüntüsünü hala unutamam ve benzer her yeni görüntüyü gördüğümde en az ilk seferki kadar sarsılırım.

Gelelim 7 Ekim günü yayınlanan o sürmanşete. Ben bunun umuma açık oluşunu, çocukları etkileyebileceğini falan eleştirmeyeceğim. Bu, bir günlüğüne, gazetenin üzerine +18 yazıp çözülebilecek bir durumdu. Ben resmin bir gazetede yayınlanabileceğinden fazla vahşet içerdiğini de savunmuyorum. Savunduğum şeyin, biz bireylerin yüzüne bu sistematik suçun, bu devlet suçunun, bu toplum ayıbının daha çarpıcı, daha samimi ve daha etkili bir şekilde vurulması gerektiği olduğunu az sonra yazacağım. Ben, daha farklı bir soru soruyorum: Neden bu sürmanşet o kadar çok ses getirmiş, daha doğrusu, genel müdürü savunma yapmaya zorlayacak kadar ters tepki almış olabilir (Gerçi ters tepki ve savunması bile bir reklamdır)? Yukarıda değindiğim ve uzun uzun örneklendirebileceğim işler ile bu sürmanşeti/resmi karşılaştırdığımızda farklar olmalı. Fark, resimde değil; ancak, resmin üstündeki yazılara ve resmin etrafına bakıldığında gerçekten de diğer samimi işlere göre büyük farklar var. Birkaçı şöyle:

Fark 1:
"BUGÜN
Dolu dolu...
iddaa
EKİNİZ BEDAVA
" (Sürmanşetin sol üst köşesinde)

Fark 2:
"YARIN HERKESE
6 adet CARS STICKER
ve POSTER" (Sürmanşetin üstünde)

Fark 3:
"PAZAR
6 adet CARS STICKER
ve POSTER" (Sürmanşetin üstünde)

Fark 4:
"STAR WARS, GORA, HELLO KITY ve MISSIE
Her biri 39 KUPONA
SON FIRSAT
İLK KUPON PAZARTESİ
DİKKAT! Son fırsat kapmanyası ön seçenekli değildir. Kampanyaya katılanlar eğitim setlerinden herhangi birini almayı kabul ederler." (Sürmanşetin sağ üst köşesinde)

Şimdi, sayın Altaylı. Zurnanın zart dediği yer burası. Savunma yazınızda, bir haber yayınlamadan, "bu benim yakınım olsaydı" diye düşünüp ona göre davrandığınızı iddia ediyorsunuz. Sizin bir yakınınız bu şekilde öldü mü? Bir ceset resmi koyacaksanız, resmin etrafı da bu matemi yansıtmak durumundadır. Peki siz resmin etrafını neyle dolduruyorsunuz? 39 kuponluk reklamlarla. Kendinizi o cenaze evindekilerin yerine koyup, o matemi hissetmek bu mudur? O kadının yakınları, bu rezaleti gördüğünde ne düşündüler, sormaya tenezzül ettiniz mi? Ya bu kadının çocukları?

Ayrıca, olay sadece resmin etrafındaki "İLK KUPON PAZARTESİ" bezemelerinden ibaret değil. Resmin üzerindeki "GÜNÜN OLAYI" damgasına ne diyorsunuz (Fark 6)? Ya manşetin yanındaki özeti okuduğumuzda karşımıza çıkan "Devamı sayfa 27'de" ibaresine (Fark 7)? Peki haberin başlığı?

FARK 8:
KADINA ŞİDDETTE SON NOKTA (Başlık)

Sizin için madem bu bir sorumluluk meselesiydi, resmi böyle ucuz başlıklarla, kuponlarla, iddia eki reklamlarıyla neden bezediniz? İşte yukarıda bahsettiğim, vahşeti gözümüze sokarak bizi sarsan haberler ve eserlerden bu konuda ayrılıyorsunuz. Bakın, samimiyetle bu resmi yayınlayacak insan, o gün simsiyah bir gazete basardı, bir günlüğüne reklamlardan feragat ederdi ve sadece bu resmi koyardı. Sözün bittiği yer derdiniz ve hiçbir sözcük dahi ekleme gereği duymazdınız, o gün gazetenin tek haberi bu resim olurdu. İşte o zaman bir şeyler belki yüzümüze çarpardı ve hiç kimse size sesini çıkartamazdı. "Ayna tutmak", "rahatsızlık vermek" ise mesele, haberi 27. sayfalara atmakla, resmin etrafını reklamlarla doldurmakla, resmin üstüne "günün olayı" damgasını vurmakla, "Kadına şiddete son nokta" gibi samimiyetsiz bir başlıkla olmaz bu iş. Olayı sunuş şekliniz buram buram ticari kaygı kokuyorsa, manşetin her yerinden samimiyetsizlik, kalitesizlik akıyorsa ve üzerine topu karşıya atmaya çalışan yazılarla kendinizi savunuyorsanız, kayış gibi deriniz olmuş demektir; size ne denirse densin, işlemez. İnsanlar farklı şekillerde dile getiriyor, "ama çok fazla bu resim" tarzında tepki verebiliyor olabilir. Fakat sorun, o resmin orada sırıttığı ve samimiyetsizliğinin metrelerce geriden farkedildiğidir. Herkes farkında ki, Şefika Etik'e sokulan o bıçak ve kadından akan kan, sizin cüzdanınızı şişiriyor ve amacınız da zaten buydu. Nuray Bezirgan'ı köşeye sıkıştırıp, kadının hayatını tehlikeye atarken de amacınız kâr ve ranttı. Bunu bile itiraf edemiyorsunuz.

Samimiysek, Vedat Türkali'nin eserini çarpıtıp, izleyenleri tahrik eden sözde tecavüz sahneleri çeken kapitalizmi, Fatmagül isimli şişme kadınlara gösterilen ilgiyi, erkek arkadaşının evinde 35 kişi tarafından tecavüz edilen kızın o evde ne işi olduğunu sorgulayanları, tecavüzün tecavüz mü zina mı olduğunu tartışan hakimleri, şiddetin ve tecavüzün bir numaralı nedeni olan ataerkil kültürü; kadınları güçsüz, kovalanan bireyler olarak yetiştiren ve onlara tüm değerlerinin kendilerini kocalarına saklamaktan ibaret olduğunu aşılayan dini tartışalım, insanların bakış açılarının siyasetçiler ve eğitim sistemi ile ilişkisini düşünüp konuyla diyanetin ilgisini görelim, sonra kapitalizm-ataerkil kültür-din üçgeninden bahsedelim. Tecavüzcülere verilecek cezadan önce, tecavüzcülerin neden var olduğunu soralım; aile içi şiddetten bahsetmeden önce aile kurumunun insanlara biçtiği rolleri, bu kurumun gerekliliğini ve kutsallığını tartışmaya açalım. Sorunları çözmeye kalkmadan önce, insanların nasıl ve neden bu hale geldiğinin cevabını arayalım. Hergün bu açılardan bakılabilecek onlarca olay oluyor, imkanınız ise bolca.

Fakat bunu yapamazsınız, çünkü bir eliyle sürekli yıkan, diğer eliyle çimento uzatıyormuş gibi davranan kapitalistlerden biri de sizsiniz ve ataerkil kültür-din-kapitalizm üçgeninin tepesindeki iktidarın değerlerini tartışmaya açmanız söz konusu olmaz. Kendinize sorun; samimiyetsizlikle, saygısızlıkla, kapitalist etiğinizin emrettiği biçimde oraya koyduğunuz o kurbanın resmi, kaç kişinin bakış açısını değiştirdi? Türkiye'de bugüne kadar kadının edindiği kazanımlar hep Batı kadınının kendi mücadelesi ile kazandıkları ile ilintiliydi ve hiçbir zaman o seviyeye çıkmadı. Bu tuttuğunuz ayna ile sizce Türkiye'deki femizim hareketine ne kattınız? Yazılarınızın altını sözünü ettiğim kavramlar ve değerlerle doldurup, topu başkalarına atmadan, toplumun neden şiddete eğilimli insanlar yetiştirdiği sorusuna cevaplar arasanız, belki okuyucu kaybederdiniz, ama kaç kişiyi değiştirebilirdiniz? Boş yazılarınızı doldurmanıza dair önerimden vazgeçiyorum; o resmin etrafını doldurduğunuz rezaletleri silip, o günlüğüne sadece o resmi yayınlasaydınız dahi kaç kişinin kadın sorununa bakış açısını değiştirirdiniz? "Bıçağı ben mi soktum kardeşim, kendinize bakın" tarzında bir yazı yazmak yerine, sadece "Şefika hanım, katiliniz hepimiziz. Toplumda her katilin, hırsızın, tecavüzcünün yaratıcısı biz, hepimiziz, şu yazıyı okuyan da dahil" diyebilseydiniz, daha çok kişiyi farklı düşünmeye itemez miydiniz? Fakat, birisinin bakış açısını değiştirebilmek ve onu etkilemek için, öncelikle kişinin kendisinin farklı bir bakış açısına ve vizyona sahip olması bir ön koşuldur, sanırım o da sizde yok.