29 Nisan 2011 Cuma

Politik Şiddet ve Orospu Çocukları

Yazımın başlığından dolayı hayat kadınlarından özür diliyorum. Orospu çocuğundan kastım bizzat kadınların fuhuşa zorlandığı veya çocuğuna bakabilmek için patronu tarafından uğradığı sözlü, fiziksel tacizlere, tecavüzlere göz yummak zorunda bırakıldığı bu sistemin en azılı kan emicileri ve onların aynı sistemden nemalanan mirasyedi çocuklarıdır.

Günlerdir radyolardan, televizyon kanallarından, gazete bayilerinin önünden geçerken gördüğüm gazetelerden, İngiltere prensi William'ın "destansı" düğünü hakkında duyuyor, nasıl tonla para harcandığını ballandıra ballandıra anlatan demokrat liberalleri görüyorum. Geceleri de televizyon açık uyurum, bu sabah haberlerden gelen "Keşke Diana da yaşasaydı, oğlunun mürvetini görseydi", "fakir bir ailenin kızı Kate ile bir yardım organizasyonu vasıtasıyla tanışan yardımsever ve mütevazi prensin mucizevi evliliği" gibi seslerle uyandım. "Vah vah" diyerek yataktan kalktığımdan beri bol bol küfretmeye meyilli oluşumun nedenlerinden biri de bu.

Fakat sonunda okuldan eve yürürken, bir beyaz eşya mağazasındaki tezgahtar kızın, bir mini buzdolabının üzerine yarım uzanmış bir şekilde, televizyondaki düğünü şevkle izleyip hayallere daldığını görünce biraz çileden çıktım. Sömürgeci bir krallık, çifte eşlik eden palyaço gibi giyinmiş ve tek başlığına harcanan parayla düzinelerce insanın ölümden kurtarılabileceği onlarca atlı şövalye, dünyadaki gelir eşitsizliğinin sorumlusu bin beşyüz düğün davetlisi kodaman, onlarca halkın topraklarından çalınmış ganimetlerle kurulmuş ülkelerin birindeki bir aristokrasi düğünü. Katedral çıkmış ve böbürlene böbürlene düğüne davet edilmiş, Afganistan'da yüzü parçalanmış askerden, Irak'ta ölmüş bir askerin eşinden bahsediyor. Orada ne işleri olduğunu açıklamak yerine, klasik her devletçinin yapacağı gibi askerlerini övüyor ve oradan bu "kahramanları", devletin ve dolayısıyla krallığın kutsallığıyla özdeşleştiriyor. Bunda büyülenecek ne var? Daha doğrusu, bu manzarayı ağlayarak, öfkeyle mi izlemek gerekir, hayallere dalarak mı? Krallık (Her ne kadar meşrutiyet de olsa) ve aristokrasi denen terimlerin utanç verici olduğu unutuluyor, kralın yardımseverliğinden bahsediliyor. Zizek, en kötü köle sahiplerinin, kölelerine iyi davranan, böylelikle köleliğin masum görünmesine sebep olup köleliğin ömrünü uzatmış köle sahipleri olduğunu söylerken ne kadar da haklıdır.

Bu örnek üzerinden geleceğim konu, politik şiddet. Düşünün ki bir kişi çıkıp prense suikast yapıyor, ya da Buckingham Sarayı'na intihar saldırısı düzenliyor. Olacakları biliyoruz: Derhal bu saldırının arkasında "kötü emellere alet eden" bir örgütün olduğu varsayılacak, bu insan da itiraf ettirmek adına insan dışı işkencelere maruz kalacak, medya derhal diğer suikaste uğramış devlet adamları gibi William'ı yardımsever, masum ve demokrasi yanlısı bir prens olarak resmedecekti. Devlet ve basın organlarının bunu yapması normal, fakat işin kötü tarafı, cahil halk, bu suikastçiye vicdansız bir canavar, yabani bir hayvan gözüyle bakacaktı. Peki gerçek bu mudur?

Hayır, tam tersine, bireysel politik suçlar üzerine yapılan tüm bilimsel çalışmalar, bu suçluların haksızlık ve eşitsizliğe karşı olağanüstü hassas olduklarını gösteriyor. Size bir örnek vereyim: Paris Millet Meclisini, kimsenin ölümüne yol açmasa da, bombalamış, Vaillant isimli kişi. Savunmasına bakın:

"Baylar, birkaç dakika içinde cezamı keseceksiniz, fakat hükmünüzü yediğimde en azından var olan bu toplumu yaralamış olmanın tatminini yaşıyor olacağım. Öyle bir toplum ki, tek bir insan, binlerce aileyi doyurmaya yetecek parayı boş yere harcayabiliyor, öyle bir toplum ki, birkaç birey tüm sosyal varlığı tekeli altına alabiliyor, diğer bir tarafta köpeklerden bile esirgenmeyen ekmeği yüzbinlerce talihsiz bulamıyor, aileler sadece zorunlu ihtiyaç yokluğundan intihar ediyor.

Ah baylar, keşke yönetenler o talihsizlerin arasına bir inseydi. Ama hayır, onların çığlıklarına sağır kesilmeyi tercih ediyorlar. Sanki kader onları yutacak bir uçuruma doğru çekiyor onları, 18. yüzyıl krallığı gibi. Yazık o açlar ordusunun çığlığına sağır kalanlara, yazık o kendilerini üstün sananlar ve aşağılarındakileri ezme hakkını kendinde görenlere. Bir zaman gelecek ki insanlar kasırga gibi kalkacak, sel gibi akacaklar. O zaman sancak direklerine asılmış kanlı başlar göreceğiz.

Sömürülenler arasında, baylar, iki çeşit insan vardır. Birincisi, ne durumda olduklarını ve ne durumda olabileceklerini bilmezler, hayat nasıl gelmişse öyle kabul ederler, köle olmak için doğduklarına inanırlar ve işlerinin karşılığı olarak onlara verilen küçük ücretle memnun olurlar. Fakat bazıları da vardır ki, düşünür, inceler, sosyal eşitsizlikleri keşfeder. Başkalarının çektiği acıları bu denli net görebilmek, onların suçu mu? Ve bu insanlar mücadeleye girişir, popüler suçları sırtlayıp bedelini ödeme pahasına.

Baylar, ben bu ikinci gruptanım. Nereye gittiysem, kapitalin zulmü altında bükülmüş talihsiz bireyler gördüm. Her yerde içinden kanlı gözyaşlarının fışkırdığı aynı yarayı gördüm, uygarlıklığın acısından bıkmış insanların en azından palmiye ağaçlarının gölgesi altında doğayla birlikte yaşayacaklarını düşündüğüm Güney Amerika'nın en ucra köşelerinde bile durum böyleydi. Evet, orada bile, her yerden daha çok, kapitalin bir vampir gibi gelip paryanın son kanını emdiğini gördüm.

Sonra Fransa'ya geri döndüm, ailemin nasıl acı çektiğini görmem için stoklanmış bu ülkeye. Bu, bardağı taşıran son damla oldu. Rezil, korkak bir hayattan bıkmıştım, bombayı bu rezaletin ana sorumlularının mekanına taşıdım.

Benim bombalamamdan yaralananlar tarafından suçlanıyorum. İzin verin dikkatinizi bazı gerçeklere çekeyim, eğer Fransız Devrimi sırasında burjuva, katliamlar yapmasa ve katliamlara neden olmasaydı, hala soyluların hükmü altında olacaklardı. Diğer bir taraftan, Tonquin'de, Madagaskar'da, Dahomey'de yaraladıklarınız ve öldürdüklerinizin sayısını hesaplayın ve buna binlerce, evet, milyonlarca fabrikalarda, mayın yataklarında, kapitalin öğütücü gücünün hissedildiği her yerde ölenleri ekleyin. Aynı zamanda açlıktan ölenleri de ekleyin, ve bunlar hep bizim vekillerimizin onayıyla oldu. Bunlar ortadayken, benim önüme getirilen şikayetler ne kadar da küçük!

Tabi ki onların yaptığı benim yaptığımı yok etmiyor; fakat, yukarıdan aldığımız darbelere karşılık vermemiz bir savunma değil midir? Biliyorum ki bana, bu insanların problemlerini konuşarak dile getirmem, halletmem gerektiğini söyleyeceksiniz. Fakat ne umarsınız ki! Sağırın duyması için çok sesli konuşmanız gerekir. Uzun zamandır tüm konuşmalarımıza hapis cezalarıyla, iple, dipçik darbeleriyle cevap verdiler. Hata yapmayın, benim bombam sadece Vaillant isimli asi bir insanın çığlığı değildi; haklarını arayan, sözü eyleme geçirecek tüm bir sınıfın çığlığıydı. Düşünürlerin fikirleri durdurulamaz; Geçen yüzyılda olduğu gibi, devletin tüm zorlaması Didlot'ların, Voltaire'lerin insanları özgürleştirici fikirleri yaymalarına engel olamadı, yine devletin zorlamaları Rectus'ların, Darwin'lerin, Spencer'ların, Ibsen'lerin, Mirbeous'ların, kitleleri cahil kılan önyargıları kırmasını sağlayacak adalet ve özgürlük üzerine düşüncelerini engelleyemeyecek. Ve bu fikirler, talihsiz insanlar tarafından benimsenip, bende olduğu gibi, başkaldırı eylemleri olarak tomurcuklanacak, ta ki otoritenin yok olduğu ve insanların özgürce, kendi istekleri doğrultusunda organize olabildiği, işlerinin meyvelerinden zevk alabildikleri, önyargı denilen ahlaki hastalıkların ortadan kalktığı, insanların uyum içerisinde yaşayabildiği, arkadaşlarını sevme amaçlarından başka bir hırslarının olmadığı gün gelene dek.

Bitiriyorum, baylar, sözlerimi, hepimizin gördüğü ve hissettiği sosyal eşitsizliklerin olduğu bu toplumun, her gün yoksulluktan dolayı intiharların olduğu bu toplumun, her sokak başında fahişeliğin fışkırdığı bu toplumun, baş anıtlarının hapishaneler ve kışlalar olduğu bu toplumun mümkün olduğu kadar hızla değişmesi gerektiğini, insanlık ırkından hızla yok edilmesinin gerektiğini söyleyerek bitiriyorum. Bu değişim için, hangi araçla olursa olsun, çalışanlara ne mutlu. Benim, otoriteyle düelloya girişmeme neden olan fikir budur fakat bu düelloda sadece kendi ünümü yaraladım ve şimdi onun beni vurmasının zamanı geldi.

Şimdi, baylar, bana vereceğiniz cezaya pek önem vermiyorum, bu duruşmaya mantık gözüyle baktığımda size, maddede kaybolmuş atomlara baktığımda gülümsemekten kendimi alamıyorum, sadece omuriliğinizde biraz uzunluk var diye, bir arkadaşınızı yargılama hakkınızı kendinizde görüyorsunuz.

Ah, baylar, şu duruşmanız ve vereceğiniz karar insanlık tarihinde o kadar küçük ki, hortuma kapılmış ufacık bir nesne gibi, kozmik güçlerin kendini sonsuza kadar yenileme oyunu olarak aynı tarihi ve aynı gerçekleri başlatmak için yok olmaya veya değişmeye mahkum."(1)

Şimdi, bu insanın cahil, canavar, deli olduğunu iddia edebilir misiniz? Tam tersine, ortalama bir insandan çok daha hassas, bilinçli ve analitik bir zekaya sahipti (Bu duruşma sonunda alınan kararla idam edildi). Daha pek çok örnek verebilirim. Politik şiddete bulaşmış, cinayet işlemiş, fakat savunmasında "Hakim bey, amacım kendimi savunmak değil, sadece yaptığımın nedenini açıklamaktır" diye başlayıp, bir çocuk saflığında savunmalar veren, yaptıklarının bedelini ödemiş insanlarla dolu yakın tarihimiz. Yurtdışına gitmeye gerek yok, ülkemizde de yüzlerce örneği var.

Sakın bu yazımdan şiddeti "savunduğum" veya "tavsiye ettiğim" anlamı çıkarılmasın. Sadece, politik şiddeti anlayabiliyorum. Sadece politik şiddet değil, her suçun arkasında sosyolojik bir neden vardır. Evet, işlenen tüm cinayetler, aklımızın almadığı, "bunu yapan insan olamaz" dediğimiz suçların bile derinine indiğimizde arkasında ekonomik eşitsizlik, kutsal saydığımız fakat aslında o kadar sapkın olan kültürümüz veya devlet baskısı yatıyor. Aslında "suç", bir derecelendirilme olayı. Hepimizin içinde bir suçlu var ve sosyolojik, çevresel ve psikolojik faktörler, kimimizi kimimizden daha çok suça meyilli hale getiriyor. Ortada iddia edildiği gibi, "hür irade ile işlenmiş" suçlar yok. Kimse kusura bakmasın, çoğunluğa uyup da bireysel suçluları, özellikle politik suçluları "canavar", "şaşırmış" olarak nitelendiremem. Çünkü suçun neden işlendiğiyle ilgilenmeyen, sadece ne kadar haşmetli olduğunu, suçlu zengin olmadığı sürece, suçluya yaptığı zulümle halkına kanıtlayan kurum zaten var, adı da devlet. Özellikle de halkın canavar olarak gördüğü politik suçluları dışlayamam, çünkü o suçlular, kendisini dışlayan halkı, halkın kendisinden daha çok düşündüğü için o suçu işliyor. Bu düzenin gerçekten değişebileceği gerçeğini görmüş, gerçek özgürlüğün ne demek olduğunu kavramş birey, bunu engellediğini bildiği kurumlara, odaklara, doğru olduğunu düşündüğü yöntemlerle savaş açıyor, bunu yaparken hiçbirimizin gösteremeyeceği bir cesaret gösterip işkenceleri, hayatından olmayı göze alıyor. Halkın ise farkına varmadığı, asıl hırsızın, serbest piyasa (Veya devlet kapitalizmi) aracıyla devlet, asıl katilin, asker ve polis aracılığıyla devlet, asıl tecavüzcünün, ataerkil kültürün en azılı destekçisi olan yine devlet olduğudur.

Vaillant'ın parmak bastığı "konuşarak çözümün imkansızlığı" konusuna değinmek istiyorum. "Demokraside şiddete yer yoktur" gibi saçma sapan bir inanç var. Yani ortam sözde demokratik, o yüzden ne yapıyorsak sözle yapabilir(miş)iz. Özellikle ülkemize bakalım: Meclise girmek için %10 barajını aşmanız gerekiyor; bunun içinse medyadan büyük bir destek toplamanız şart. Çoğunluk tarafından olmamak suç. Devletin gençlere uyguladığı polis şiddeti, gözaltı ve tutuklamadaki aşağılamalar, radikal yazarlara karşı sansür, baskı, medyada çok az yer buluyor ve bunlar hep "yasal". Hani demokraside şiddete yer yoktu? İfade özgürlüğü yok. Sesinizi duyurmak için hoparlöre sahip olmanız gerekiyor fakat hoparlör satın almak yasak. Hoparlörü devletle dövüşerek zorla aldığınızda, bunun adı şiddet oluyor. Ülkenin gelirinin yarısı 30.000 kişinin elinde toplanmışken, geri kalan 80 milyona diğer yarısı bölüştürülüyor. Bu, bir insanlık suçu değil midir? Yani zaten sana, bana, hepimize karşı her gün, şu saniyede işlenen bir suç yok mudur ortada? O halde, mütecaviz, agresör, yani ilk saldıran taraf kimdir? Gerçekten defanstaki taraf kimdir?

Kim suçlu?

Biraz empati.

2 Nisan 2011 Cumartesi

Evlilik ve Anarşizm

Geçenlerde yeni tanıştığım biriyle ilişkiler hakkında konuştuk. Kendisi evliydi. Ben ise bana evliliğin bana birkaç sene öncesine kadar nasıl yakın geldiğini ve evlilik fikrinden her geçen yıl uzaklaştığımı anlattım. Yine de her ilişkide evliliğe kendimi bir adım yakın hissettiğimi itiraf ettim (Sonrasında evlenme düşüncesinden iki üç adım uzaklaşsam ve bu grafik istikrarlı bir şekilde aşağı inse de). Sonra konu politikadan açıldı. Kendisinin kemalist olduğunu öğrendim ve tipik bir kemalistten almaya alışkın olduğum "Atatürk'ü sever misin?" sorusu gecikmedi. Anarşist olduğumu ve hiçbir devlet adamını sevmediğimi söyledim. Biraz alaycı bir tavırla, "evlenmeyi düşünüyorsun, nasıl anarşistsin sen?" diye sordu.

Bir anarşistin evlenmesi, o kişiyi anarşizmden aforoz eder mi? Bu yazıyı yazmama sebep olan işte bu sorudur.

Öncelikle bu soruya cevap verirken, anarşizmde olmazsa olmaz amaçlarla, sembolik prensipleri birbirinden ayırmamız gerektiğini düşünüyorum. Anarşizmde olmazsa olmaz ilkeler (Veya ulaşılmaya çalışılan amaçlar) nelerdir? Herhangi bir öncelik sıralaması olmadan kabaca yazarsak, devrim, devlet karşıtlığı, katılımcılık, çevrecilik, eşitlik, karşılıklı yardımlaşma, sınıfsızlık, özgürlük, hiyerarşi karşıtlığı gibi ilkelerden bahsedebiliriz.

Bunların içinde bakıldığında gerçekten de, eşitlikten hiyerarşi karşıtlığına, devlet karşıtlığından özgürlüğe tutun, evlilik kavramıyla hem teoride hem pratikte çelişen ilkeler mevcut. Evlilik bir kurum. Daha kötüsü, sınırlarını dinlerin ve dinlerde hayat bulan devletin belirlediği bir kurum. Pekçok ülkede evlilik demek, karşı cinsten biriyle evlenip, klasik cinsel rollerinizin olduğu bir kuruma adım atmaya zorlanmanızdır. Temelinde aşk yatmaz, "aşk için evlilik" çok çok yeni bir konsepttir. Temelinde aileler arası akrabalık bağı kurmak ve kadını ebeveynlerinin malı olmaktan çıkarıp, kocasının malı yapmak yatar (Bakara Suresi 228. ayet: Boşanma hakkını erkeğe verir ve aile içinde erkeği kadına otorite kılar), ve bu akrabalık kurma işi, genelinde çekirdek aile kavramı, zaten özel mülkiyet yaratıldıktan sonra ihtiyaç duyulmuş bir olgudur. O yüzden çok yakın bir tarihe kadar evlilik sadece bir "iş" olarak algılanırdı. Günümüzde de bundan koptuğumuz söylenemez. Çoğu batı ülkesinde dahi evlilik, evlenmeden edinilemeyen sosyal haklardan yararlanmak için bir anlaşmadan ötesi değildir. Yani, devletin ve kültürlerin bireylere dayattığı bir kurumdur evlilik. Farkındayım ki bunu okuyan pekçok kişi de "hayır, ben düzenli bir aile kurumu kurmak istiyorum, bana baskı kuran ve dayatan yok" diyecektir. İşte o noktada benim şu görüşüm devreye giriyor: İlk olarak "aile kurmak", doğduğumuzdan beri bizlere bir hedef olarak dayatılan bir olgu. Yani böyle bir kurum kurma isteği içgüdülerinizden ve doğanızdan değil, kültürünüzden kaynaklanıyor. İkincisi, birisiyle aile kurmak için ilişkinizin meşruiyetini ne ailenize, ne de devlete bir kağıtla kabul ettirmeniz gerekmiyor. Bu, açıkça bir baskıdır. Özellikle kadınlar, bebeklikten beri, evlenmelerinin asıl amaçları olması konusunda şartlandırılıyorlar. Aileden, öğretmenlerinden aldıkları eğitimleri, kültürleri bunun üzerine kurulu. Sevdikleri insandan "benimle evlenir misin" sorusunu duymak, o asıl amaca ulaşacma sevincini yaşamak, küçücük çocukken beyinlerine işlenmiş olan bir durumun patlaması aslında.

Evliliğin aşkla olan boyutuna gelince, bu konuda Emma Goldman'ın şu sözüne imzamı atarım: "Aşk ve evliliğin hiçbir bağı yoktur; Onlar birbirine iki zıt kutup kadar uzaktır ve hatta birbirinin hasmıdırlar. Tabi ki bazı evlilikler aşkın sonucudur. Fakat bu, aşkın kendisini evlilikte ispatladığı için değildir, bunun sebebi, içimizden pek az kişinin gelenekleri terkedebildiğindendir." Aşk, dünyadaki herşeyin aksine, satın alınamaz, fethedilemez, tabu dinlemez, anlaşmaları yırtıp atan, insanı karşısında aciz bırakan, bir dilenciyi krala dönüştürebilen bir olgudur. Eğer aşk toprağı verimli ise, evlilik gibi devletin ve cami veya kilisenin afyonu halindeki bir sözleşme, o topraktan meyve çıkarmaz. Yani bir insana sevginizi ispatlamanızın yolunun evlilik olması gerekmiyor. Yukarıda da belirttiğim gibi, evlilik ve aşk çok yakın tarihe kadar beraber anılmazdı. Zaten evlilikleri aileler, kabileler arasında kararlaştırılır, gençlerin "evlendikten sonra birbirini seveceği" düşünülürdü. Halbuki bu, sevgi değil, birbirine alışmaktır.

Benim idealimdeki dünya düzeninde evlilik yok. Tabi ki aşk ve sevgi var (Libidinal üretimin dünya düzeniyle ilgisi çok fazla yoktur), fakat ilişkiler, dinin ve devletin baskısı olmadan yaşanmalı. Şunu da eklemeliyim ki hiçbir insan tek eşliliğe de zorlanmamalı. Bu size sapkınlık olarak gelebilir ama yetiştirilme tarzımızın bir ürünüdür (Kıskançlık ve sahiplenme güdülerimizin de yardımıyla), fakat bir çift, öyle yaşamayı gönül rızasıyla uygun görüyorlarsa, "açık ilişki" içinde ikincil veya üçüncül kişilerle de beraber olabilmelidir. Aynı şekilde, eşcinsellerin ilişkileri de garipsenmemeli, günümüzde aykırı görülen yaşam tarzları serbest bırakılmalıdır. Yani toplumsal nefret elimine edilmelidir. Yani tüm bunları sağlayan bireylerin kendisi olmalıdır. Bu da devlet ve dini baskıların olmadığı bir toplumda sağlanabilecek bir düzendir. Bu düzende de evliliğe gerek kalmaz.

Ki günümüzde dahi, evlenmenin "gerekli" olduğunu düşünmüyorum. Aksine, geleneksel çekirdek aile kurumu, insanların toplumsal olarak kollektif bir halde yaşamasının önündeki engellerden birisi. Evlilik, devletin elinde, normlara uyan bireyler oluşturma yolunda biçilmiş kaftan bir araçtır. Bu yüzden devletler, normlara uygun evlilikleri teşvik eden politikalar güderler. Örneğin bir toplumda bir kadının birden çok erkekle evlenmesi normlara uygun olabilir, tam tersi bir erkeğin birden çok kadınla evliliği normal karşılanabilir. Ya da ülkemizdeki gibi tek eşli heteroseksüel evlilikler doğal karşılanırken, eşcinsel evlilikler, devlet tarafından sapkınlık olarak görülür ve yasaktır. Evlilik, bireyleri toplumun normlarına uydurma konusunda bir araç olduğu için, tüm evlilik türlerine izin veren bir devlet yoktur. Halbuki evliliğin tanımı bir kadının bir erkekle aile kurması için imzalanan sözleşme değildir. Evliliğin tanımı geniş ölçüde, bir ya da  birden çok kadının veya bir ya da birden çok erkeğin, bir ya da birden çok kadınla ya da bir ya da birden çok erkekle arasındaki akrabalık bağı kuran anlaşmadır. Fakat bu bilimsel tanımdır, evliliği bu şekilde tanımlayan devlet yoktur.

Bizim kültürümüzdeki geleneksel ailede kadına biçilen görev, cinsiyet eşitliğinin önüne set çekmektedir (Ki burada iş bölümünden bahsetmiyorum). Günümüz dünyasında hala bizim kültürümüzde ve ortak kültüre sahip ülkelerde, çocuk yaşta evlendirmeler, erkeğin birden çok kadın alması, madurun tecavüzcüsüyle evlendirilmesi, beşik kertmeleri, görücü usulü evlendirmeler gibi trajik olaylar hiç de az rastlanılan durumlar değil. Tabi ki kadınların kendi rızalarıyla da olsa, ekonomik nedenlerle evlenmek zorunda kalması veya toplumda dul bir kadının karşılaşacağı zorluklardan çekinip boşanamaması gibi trajik toplumsal gerçekler de var. Toplum böyle olayları, yani bir kadının, kocasına köle olmasını doğal karşılarken, başka bir kadının, evlilik dışında vücudunu satmasını kınamaktadır. Halbuki iki kadın da vücudunu satmaktadır, sadece birinin sözleşmesi vardır ve bu sözleşme gereği sadece seks yapmakla değil, çocuk yapmakla, şiddete katlanmakla, yemek pişirmekle, yani tüm hayatını bir adama vermekle yükümlüdür. O halde toplumun karşı çıktığı şey fuhuş değil, fuhuşun evlilik dışında yapılmasıdır. Bu da evlilik kurumunun topluma nasıl nüfus ettiğini, dış etkenlerle kutsallaştırıldığını gözler önüne seriyor.

Tüm bunları düşündükten ve iyi giden evliliklerin dahi getirileriyle götürülerini teraziye koyduğumda çıkan sonuç, ne kadar kültürel ve hukuki reform yapılırsa yapılsın, evliliğin negatif bir kurum olarak kalacağı. Lakin, evlenen bir insanın anarşist kimliğinin delineceğini söyleyerek kestirip atmak da yüzeyselliktir. Neden mi? Nedeni çok basit: Günümüzdeki sistemde, tüm anarşistler, anarşizmle çelişen şeyler yapmaya mecburlar. Örneğin, ben para karşıtıyım ve para tedavülden kalkmadığı müddetçe devrimin tamamlanamayacağını savunuyorum. Fakat, daha yarım saat önce cebimde kaç para kaldığını saydım. John Zerzan, ilkelci anarşisttir ve teknolojinin tümden yıkılması gerektiğini söyler fakat insanlara fikirlerini anlatmak için bilgisayar kullanmak zorundadır. Bugün hemen hemen ther anti-kapitalist anarşist, bir şekilde kapitalist düzende çalışıyor, karşı oldukları devletten para almak zorunda kalıyorlar. Devlete ve paraya karşı oldukları için, maaşlarını geri mi göndermeliler?

Kaldı ki, anarşistlerin listesine baktığınızda, pekçok evli isim görürsünüz. Örneğin kollektif anarşizmin babalarından Mikhail Bakunin evlenmedi mi? Max Stirner iki kez evlendi, ama bireyselci anarşizmin babasıdır. İtalyan anarşist Luigi Galleani de evlendi, günümüz anarşistlerinden ve saygı duyduğum Noam Chomsky, karısı ölene dek, 49 sene evli kaldı. Örnekleri çoğaltmak mümkün, fakat anarşist liderlerin yaptıklarını kopya etmek anarşizme yakışmayacağı için gereksiz. Sadece hem evli olup hem anarşist olabilineceğini belirtmek istedim. Ben de, evlenmeyi düşündüğümde, devletin sevdiğim insanla arama koyacağı engelleri hafifletmek adına düşünüyorum, "evlenmeden olmaz" mantığıyla değil elbet.

Son tahlilde evlenmeyi düşünmeniz, sizi anarşizmden aforoz etmez. Buna karşılık, geleneksel evliliklerdeki (Evlilik öncesi de dahil) sorunlara kayıtsız kalıyor ve aile kurumunu sorgulamıyorsanız, tabi ki anarşist kimliğinizi sorgulamanızın zamanı gelmiş demektir.

Not: Bu yazıyı yazmama sebep olmuş arkadaşıma teşekkür ediyorum.