22 Aralık 2011 Perşembe

Biber ve Milliyetçilik Gazı

İşsizsin, ya da patronunun sana sevişme teklifi yapmaması için dua ediyorsun, çıkamazsın çünkü. Veya ne bileyim günde 12 saat, saati 3 liraya eben sikiliyor, eve geldiğinde ne yemek yemeye, ne duş almaya, ne cinsel fantazi kurmaya enerjin kalmıyor. Aklından geçen mantıksızlıkları şükrederek bastırmaya çalışıyorsun.

Seni yine gazlıyorlar. Vay orospu çocuğu Fransa! Cezayir'de yaptıklarına baksın. Bizim tarihimiz temizdir. İnanmıyorsan Yusuf Halaçoğlu'na sor. Veya hicivsel bir romanda entellektüel birikimsizliğini gizlemek için mitolojik isimlerle, metaforlarla konuşan komik karakterler gibi bir bakanımız çıksın, "Kanuni'den yardım isteyen François, Sarkozy'nin kulağını çekerdi!" desin. Sana da devamlı şükretmekten daha farklı bir iş çıksın. Birkaç YouTube linkine tıkla, bir Yılmaz Özdil yazısını Facebook'ta paylaş, sinirlen, sonra şükretmeye devam et, bu sefer Türk olmanın gururuyla.

Geçmiş bana göre tüm insanlığın kurtulması gereken bir kabus. Sadece tarihten bahsetmiyorum. Bir adamın sabıka kaydı, geçmişte yaptıkları, bir kadının kaç kişiyle yattığı, bir siyasetçinin on sene önce söyledikleri, o kişinin kim olduğunu tanımlamaz. Bana göre şu andan itibaren yapmak istediklerin önemlidir, şu anda olmak istediğin kişisindir. Kaldı ki tarihten bahsediyoruz, üzerinde hiçbir kontrolünün olmadığı olaylar. Orada yapılanlardan yola çıkıp, o olayların senin milletini ve özelde senin kişiliğini tanımlayacağını düşünmek, insanoğlunun tarih boyunca düştüğü tüm mantık hatalarına tek bir cümlede ulaşma başarısıdır bana göre.

Dediğim gibi, tarihi olaylardan detayıyla bahsetmek, bu yazıyı bir belgesel metnine çevirmek istemiyorum. Sadece şu an, günümüzde olan samimiyetsizlikler ve insanların tutumu/durumu beni rahatsız ediyor. O yüzden bu yazıyı okuyanlara birkaç soru sormak istiyorum. Öncelikle, geçen haftalarda başbakanın Dersim olayları için devlet adına özür dilemesini savunanlar arasındaysanız, o olaylardan çok daha ağır götürüleri olan Ermeni olayları hakkındaki tutumunu samimi buluyor musunuz?

Bence diğer konu daha vahim. Ermeni raporlarında geçen kayıp sayısı ölenlerden ibaret değil. O yıllarda, katliamdan kurtulmak için müslüman olmuş/olduğunu iddia etmiş, dönemin iktidarı ve komutanlarının yaptıklarına karşı olan Türk komşularına sığınıp Türk gibi yaşamaya başlamış, aileleri öldürüldükten sonra Türkler tarafından, pekçoğu kimliğini dahi bilmeden yetiştirilmiş binlerce Ermeni'nin torunları şu an aramızda yaşıyor. Çekincelerinden dolayı Ermeni ve Hıristiyan olduğunu açıklayamayan, dört nesildir Türk olduğunu söyleyerek yaşamak zorunda kalmış ailesinin mecburi geleneğini sürdüren arkadaşlarım var örneğin. Türk olduğunu sanan, fakat soy ağacını araştırdığında büyük büyük dedelerini toplu Ermeni mezarlarında bulan insanlar var son zamanlarda. Görece özgürleşen koşullardan cesaret alıp Ermeni olduğunu "itiraf" edenler var. Kimliğini açıklayamayan binlerce gayrimüslim var. Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Gelelim Fransa'nın tutumuna. Fransa hükümeti, kendi çıkarına göre hareket etti. Orta ve uzun vadede getirisi ne olur, bilmem. Zaten umrumda da değil. Açık konuşayım, sadece kendi ırkından ve dininden bir grup insanın yaptıkları bahane gösterilerek, o grup ile ırk ve din haricinde hiçbir ortak noktası olmayan binlerce insanın topraklarından sürülmesine, mallarının yağmalanmasına, öldürülmesine, aç bırakılmasına, işkence edilmesine, yani bir trajediye, siyasetçilerin çıkıp da "soykırım dersek Türkiye ile ilişkilerimiz ne olur?" diye hesap kitap yapması, bir devlet suçunun, insanlık ayıbının uluslararası ilişki meselesine döndürülmesini hazmedemiyorum. Ne yazık ki, bu hep böyle işledi. Batı ülkeleri, özellikle Amerika, daima soykırım kartını cebinde tutar, Türkiye devleti de milyonlarca vatandaş işsizken, onlardan aldığı vergilerle Amerikan tarihçileri sessiz tutmak için milyarlarca dolar akıtır. İnsan bedeni üzerinden ticaret.

Fakat siyasetçilerin oyununu siyasetçilere bırakmayarak en büyük zararı kendimize veriyoruz. Tencere dibin kara, seninki benden kara. Fransa Cezayir'i sömürdü, Amerika kızılderilileri kesti. Tamam, tüm bunlar oldu da, Osmanlı İmparatorluğu'nun ve Türkiye Cumhuriyeti'nin yaptıklarını aklamaz ki bu. Bana göre, Ermeni soykırımını inkar etmek, veya buna haklı nedenler gösterip, "şu şu nedenlerimiz vardı, soykırım tanımının şurasından şurasından da kırparsak yapılanlar meşrudur ve soykırım değildir." demek, bugün de aynı şey olsa aynısının yapılması gerektiğini, Türkiye'deki Kürtleri Kuzey Irak'a sürmeyi savunmakla aynı şey değil midir? Devletçilik, şovenizm, ulusalcılık adı altında ırkçılık değil midir? Yoksa yapılanlara hangi sıfat taktığınız umrumda olmaz, beni rahatsız eden tek şey, o olayları yorumlarken, dünya görüşünüz hakkında burnuma gelen pis kokular. Bu ülkedeki binlerce gayrimüslimin baskı altında hissetmesinin nedeni de bu Türk-İslamcı dünya görüşü. Bu noktada da başka birkaç sorum var: Fransa'nın soykırımı inkar etmeyi suç olarak kabul etmesini düşünce özgürlüğüne ket vurmak olarak görüyorsanız, Ermeni soykırımını inkar etmemenin Türkiye'de suç olması hakkında ne düşünüyorsunuz? Neden hala televizyonlarda, Ermeni soykırımının önüne "sözde" kelimesi koymak gereği duyuluyor? Türkiye'de yaşayan vatandaşlar olarak, Fransa'yı protesto etmek yerine, kendi içimizde bunu düzeltmemiz gerekmez mi? Bu parlamentolardaki tiyatrolara gülüp, siyasetçilerin bir trajediyi ne olarak adlandırdıklarının önemsizliğini farkedip, toplum bireyleri olarak çoktan halklararası barışı sağlamış olmamız gerekmez miydi? Sakisyan-Gül arasındaki ilişkiye bakarak Ermeni olaylarına ve Ermeni insanlarına bakış açınızı şekillendirmek ne kadar mantıklıdır?

Yazıyı birkaç hatırlatmayla bitireyim. Pekçok ülkenin, özellikle gelişmiş ülkelerin tarihi kanlıdır. Hatta idealist bir açıdan bakarsak, herhangi bir toprak parçasını bir millete atfetmek de, şu oturduğum evin tapusunun olması da zorbalıktır, kaldı ki insan gücünü, doğal kaynakları sömürmeden, gaspetmeden gelişmenin mümkün olmadığı bir dünyada alabildiğine gelişmiş ülkelerden bahsediyoruz. Sanayi Devrimi de, Fransa Devrimi de, Avrupacı tarihçilerin bakış açıları aksine, dünyaya geri dönüşü zor zararlar getirmiştir. Cumhuriyet rejimler, anayasal monarşilerin allanıp pullanmış versiyonundan ötesi değildir. Avrupa da, Avrupa Birliği'nin kurulmasından sonra bile, öyle cennetvari bir yer olmamıştır. Pekçok özgürlük, kapitalist iktidarların vermek zorunda kaldığı tavizlerden ibarettir. O yüzden özgürlük anlayışımızı Avrupa Birliği kriterlerine göre şekillendirmek nasıl yanlışsa, kendi ülke tarihimizi aklamak adına Çeçenleri, Kızılderilileri, Cezayirlileri, Kızılderilileri gündeme getirmeye de tu quoque denir. Soykırım var diyemiyorsun, Suriye'ye bok atan başbakanın hükümetinde bir yürüyüş yapmaya kalksan hastanelik oluyorsun, hapishaneleri tutuklu gazetecilerle dolmuş, kirli havası yakılan kitapların dumanları ve biber gazıyla daha da kirletilmiş, işsizinin ve açının çalışanından çok olduğu, asıl zenginlerinin ise çalışmayanlar olduğu kalabalık, yapış yapış bir şehirde yaşıyorsun. Şehrin 20 milyon nüfusa gidiyor, tek çaresi nefes aldığımız arazilere de beton dikmek ve yeni çılgın projeler. Kömür santrali istemeyen köylüye uygulanan vahşeti medya göster(e)miyor. Doğuda iç savaş var ve kendi insanımızla bu savaşın nedenini tartışamıyoruz. Banu Güven tek tabanca gazetecilik yapmak durumunda kalıyor. Sen, Hrant Dink'in davasını sürekli gündeme getiren gazetecilere "Ermeni yalakası" gözüyle bakarken, Ogün Samast tahliye oluyor, "hepimiz Ermeni'yiz" diyen o "lanet" azınlık olmasa adam devlet tarafından alenen kahraman ilan edilecek. Bir kişiye sayın demek, kitabında Kandil yerine Qandil yazmak seni hapishaneye götürüyor. Hala tek derdin Fransa ve "Türkiye üzerinde oynanan oyunlar" mı?

Bir tu quoque da benden gelsin o halde. İrtidad etmek, yani önceden ailesinin müslüman olması veya kendi rızasıyla müslüman olmuş birinin sonradan müslümanlıktan çıkması Malezya, Ürdün, Fas'ta kırbaç, çocuğun velayetini mürtedin elinden alma, evliliği feshetme, hapis ve para cezasyla, İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Somali, Mısır, Pakistan, Yemen, Katar, Moritanya, Nijerya, Suriye, Sudan ve Afganistan'da ise idamla cezalandırılıyor. Madem hümanizmden, Cezayir'den, özgür düşünceden bahsediyoruz ve illa ki Türkiye'deki sorunları unutmak adına başka ülkelere saracağız, protesto etmeye buradan, salt düşünce suçlarına 21. yüzyılda uygulanan fiziksel cezalardan başlamak daha samami olacaktır gibime geliyor.

Not 1: Önce sen samimi ol da alakasız bir yazının sonuna islamofobi sıkıştırma diyenlere selam olsun.

Not 2: Uzun süredir yazamıyordum. Yukarıda bahsettiğim günde 12 saat çalışan adamdan daha meşgul durumda olduğumu söyleyebilirim.

31 Ekim 2011 Pazartesi

Vatansever Arkadaşıma

Yazdığım en dağınık, en yapış yapış yazılardan biri olacak, kusura bakma. Bugün yazım kurallarını, kompozisyon düzenini bırakıp niteliğe bakmanı istiyorum. Bu yazıyı okuduktan sonra üç dakika durup düşünmeni sağlayabilirsem, başarılıyım demektir.

Bildiğin gibi ülkede ve dünyada insanı sarsan skandal üstüne skandal oldu, linçler oldu son zamanlarda. Önce başbakan "Porsche kullanmayın olur biter" dedi, tepki verdin. Belki AKP'ye oy veren arkadaşlarını bir daha bunu yapmamaya ikna etmek için bahsettin bu skandaldan, belki şimdiye kadar savunduğun hükümeti bir kez de olsun sorgulamana yol açtı bu. Aslında her halükarda Porsche kullananları sevmeyen, sigarayı da bırakmayı denemiş, ebeveynlerine bıraktırmak isteyen bir garibandın sen. O halde alkışlamaya hazır olduğun başbakana niye tepki verdin? Çünkü aslında, geçen sene 10 kuruşa alabildiğin yumurtayı son ayda 35 kuruştan aşağı bulamadığın için sinirliydin. Bundan haberin bile yoktu belki, alışverişi annen yapıyordu çünkü ama son zamanlarda bir kısıtlama olduğunu hissetmiştin. Bu yüzden başbakanın, Porsche çıkışı küçük çaplı bir hengameye yol açtı.

Bu hengame üzerine, Çukurca saldırısı gerçekleşti ve gündem değişti, veya değiştirildi. Bıçak kemiğe dayandı dedin, sözün bittiği yer dedin, artık konuşmak yok vurmak var dedin, intikam dedin. Hatta "intikam değil, katliam istiyoruz" dedin. Profil resmine siyah kurdele, Türk bayrağı koydun. Bunlar olurken, ben buraya yazmadım. Yazdığım başka yerler oldu, ben de senin gibi sinirliydim ve o sırada bir sözüme denk geldiysen belki daha da sinirlendin. Sonrasında Heron görüntüleri medyaya sızdı; genelkurmayın saldırıya gelen PKK'lıların dakika dakika ilerleyişlerini, mevzilere yaklaşıp karakolu basışlarını, imha ettikleri karakoldan kaçmaya çalışan askerleri tarayışlarını, imha tamamlandıktan sonra hepsinin sakin sakin mekanda canlı asker kalıp kalmadığını inceleyişlerini, toplanıp dinlendikten sonra aheste aheste geri dönüşlerini izledikleri ortaya çıktı. Bu bir çatışma değil cinayet görüntüsüydü. Hem bir vatansever olan sen, hem PKK sempatizanı bir insanın duymaktan nefret ettiği PKK-TSK işbirliği komplosunu açmaya niyetim yok, fakat en hafif tabirle cinayete cevaz vermekti bu skandal. Askerler orada ölüme terkedilmişlerdi. Belki "Taraf'ın uydurması, TSK ihanet etmez!" dedin kendi kendine.

Yazmadım. Sonra deprem oldu. Deprem bölgelerimizde evlerin depreme dayanıklılıkla hiçbir ilgisi olmadan, sanki hiç deprem olmayacakmış gibi inşa edildikleri gerçeği yüzümüze çarpıldı. Deprem mühendisleri çıktı ve mühendislik birinci sınıf öğrencilerine öğretilen ilk konular dahi uygulanmış olsa bunların olmayacağını söylediler. Bahsettikleri konutlar gecekondu falan değil, devletin onayından geçmiş, hatta devletin "buyrun oturun" diye teslim ettiği konutlardı, öğrenci yurtlarıydı. Bir başka uzman, bölgede daha 15 gün önce başka uzmanlarla toplantı yaptıklarını ve bölgenin riskine vurgu yaptıklarını söyledi. Bu cinayetin, sen dava açtığında suç olduğu ortaya çıkacak fakat dava açmayı düşünmeyeceğin katliamın üzerine başbakan yardımcıları çıktı "Allah daha büyüğünü vermesin" dediler, daha büyüklerinin hiç önlem almadıkları daha büyük şehirlerde olacağının farkındaydılar, ama Allah'a dua etmenin halk gözünde sorumluluğu azaltıcı etkisini biliyorlardı. O sırada bir Japon, 10 üzeri büyüklükte bir depreme dayanıklı evinde, internette tanıştığı bir Sudan'lıya "Allah nedir?" diye soruyordu. Ve yine o anda sen, başbakan yardımcısının "Allah daha büyüğünü vermesin" sözünün değil, Fazıl Say'ın Orhan Gencebay ve Sezen Aksu hakkında söylediği, hiç de yanlış olmayan sözlerin bir skandal olduğunu düşünüyordun, "amin" dedin. Yazmadım. Haber Türk spikeri Duygu Canbaş çıktı, "deprem haberi ülkenin doğusundan, Van'dan gelse de hepimizi sarstı" dedi, ülkedeki insanlık sorununun geldiği noktayı göremeyip, "gaftır, dil sürçmesidir" dedin. Yazmadım. Müge Anlı "Önce polise taş atarlar, sonra polisten yardım beklerler" dedi, bu insafsızlığa cesaret adını verdin. Hatta depremi, terör olaylarına sevinenlere karşı Allah'ın gönderdiği bir helak olduğunu savunanlara sessiz kaldın, yine aklına ilk gelen Türklük imajını kurtarmaktı ve kınamak yerine "tüm Türkler öyle düşünmüyor" dedin, bu pasif tutumunla Can Ataklı gibilerinin ırkçıları savunmasına olanak verdin, öyle insanların "bunun neresi faşizm" diye sormasının tek nedeni, günümüz dünyasında faşizmin hakaret olarak algılanmasıydı. Öyle olmasa, "bunun neresi faşizm?" sorusu, "faşizm utanılacak bir şey mi ki?" şeklinde sorulurdu. Yazmadım.

Hayalkırıklığına uğramadığımı söyleyemem; bu ülkede insafın bu kadar yitirildiğini, ırkçılığın bu noktalara geldiğini bilmiyordum. Hep "Kürt'e değil, PKK'ya karşıyız" sözüne inanmak istemiştim, fakat bir felakette hayatını yitiren bebeğin, 18 yaşındaki bir annenin ırkına göre hareket edilebileceğine inanmak istememiştim hiç. Bunun niteliği Nazizmi bile değil, Ku Klux Klan örgütünü hatırlatıyor bana. Yine senin onlardan biri olmadığına inanmak istiyorum çünkü ülkenin genelinin öyle olmadığını biliyorum, olumlu örneklerin fazla oluşu, "bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım" gibi sözler beni sevindirdi. Fakat hayvanseverlerin canilerden fazla oluşu, geçenlerde yavru bir kedinin ön ayaklarının kesilip, yaralarının üstüne kaynar su döküldükten sonra kediciğin çöp kutusuna atıldığı gerçeğini değiştirmiyor, tabirimi caiz gör. Kaldı ki yardım işi dahi şova döküldü, Yardımseverlik Maskesi yazımda belirttiğim Somali'ye yönelik ikiyüzlülüklerin belki de on misli bu deprem için yapıldı. İşadamları programlara bağlanıp 3 milyon, 30 milyon liralık yardımlarda bulundular. Fi-Yapı'nın tepesindeki adam çıkıp 100 milyon değerinde bir yardım yapacağını açıkladı, böyle bir reklam fırsatı oldu, bütün ünlüler bu yardımı ayakta alkışladılar. Ortada bir felaket varken bu tabi yapılacak, fakat birilerinin kenarda 3 milyon, 30 milyon, 300 milyon biriktirmesine, bir iş adamının 100 milyonluk yardım yapsa dahi ona koymayacak kadar varlıklı hale gelmesine fırsat veren yasalar olmasa, daha açık konuşayım, o çürük evde yaşamak zorunda bırakılan (Artık yaşamayan) vatandaşın Fi-Yapı sahiplerinin elinden zorla tek kuruş almasını dahi yasaklayan kanunlar olmasa, tüm bunlar yaşanır mıydı? Hep askerlikten soğutan yazılar yazıp hukuk ihlali yapan biri olarak şu anda halkı haydutluğa mı teşvik ediyorum? Olsun. Ali Ağaoğlu çıkar, doğayı nasıl gökdelenler, beton yığınlarına çevirdiğini övüne övüne anlatan reklamlar çeker, kanunlardan yararlanıp benim güzel şehrime tecavüz eder ve bu şehirdeki yüzbinlerce çürük binayla ilgili tek söz söylemez, sonra bu kanunların asıl sahibi olarak kendisi, Fi-Yapı gibi kuruluşlar ve bu yasaların yapıcıları olan bakanlar çıkar "biz burdayız", "devlet her yerde" tavırlarına bürünürler; katiller tanrı pozisyonuna oturtulurlar. Bir vatansever olarak her fırsatta özelleştirmeyi "ülke elden gidiyor" olarak yorumlayan sen, bu konularda sessiz kaldın, kalıyorsun, "göreviniz enkazı kaldırmak değil, enkazı önlemek" diyemiyorsun. Tayyip Erdoğan çıkıyor, "tüm kaçak evleri kamulaştıracağız" diyor. Sen çıkıp da "kaçak mı yasal mı olduğuna bakmadan bilimsel olarak hangi evler risk dahilinde ona göre hareket et" diyemiyorsun, bunun bir deprem projesi değil, bir kamulaştırma, cankurtarma maskesi altında bir devlet haydutluğu projesi olduğunu bile göremiyorsun, başbakanını alkışlıyorsun.

Benim kaç gündür sessiz kalışımın nedeni duyarsızlık değildi. Bazı durumlar var ki, ne yazarsan yazsan, en mantıklı sözleri de etsan ucuz edebiyat olarak kalır. Aslında şu günlerde bu durum geçmiş değil. Biz kim faşistti, kim Kürttü, kim daha Türktü diye tartışırken felaketin izleri kurbanların üzerinden yirmi sene daha silinemeyecek. Bu hem "doğal felaket" dediğimiz ama yıkımınının insan ürünü olduğu o deprem, hem de insani felaket diyebileceğimiz salt insan eliyle yaratılmış, terör sorunu, Kürt sorunu, Türk sorunu, ne sorunu olursa olsun o felaket. Sözlerin havada kalacağı ve yapılan fiillerin söze ihtiyaç duymadan konuşması gereken dönem geçmiş değil, lakin sessiz kalışımın başlıca nedeni senin sakinlemeni beklememdi arkadaşım. Bir terör saldırısı hakkında olayın tazesiyle bir şeyler yazsam daha çok kişi okurdu, fakat o esnada anlatmak istediklerimi anlayabilecek kadar düşünmediğini biliyordum. Örneğin o gün, daha önce Fatih Altaylı'ya yaptığım gibi seni de samimiyetsizlikle suçlasam, sende istediğim etkiyi yaratamazdım. O yüzden senin için bekledim ve şimdi tüm zalimliğiyle insan insana hayvan muamelesi yapıyorken, insanlar masum hayvanları canlı bomba olarak kullanıp hayvanlardan çok daha aşağı mertebede olduklarını kanıtlarlarken sakinlemiş olan sana söylüyorum arkadaşım: samimiyetsizsin.

"Şehit ailelerinin acısını paylaşıyorum" derken samimiyetsizsin. Geçen ay iki ayını yeni doldurmuş kedim üçüncü kattan düşüp öldü. Onun cansız minicik bedenini aşağıda görünce, kendimi atmamak için zor tuttum, iki gün yemek yiyemedim. Kendimi biraz olsun toparladıktan sonra başka kedimin düşmemesi için önlemlerimi aldım fakat her aklıma gelişinde bu ölümün ne kadarının ihmal olduğunu düşünüp kendimi sorgulamadan edemiyorum, hala gözlerim doluyor. Eğer bir canlının gelişimini doğduğu günden itibaren izlerseniz onunla özel bir bağınız olur. Ve bizler 20 yaşında genç insanlardan bahsediyoruz. Geleceğe dair planları olan, mahallede bıraktığı sevgilisiyle ilk sevişeceği günü düşleyen, ebeveynlerinin kendilerinden değerli gördüğü, beklentilerinin olduğu çocuklar. Bu çocukların ölümleri bende kedimin ölümünün yarattığı travmayı bile yaratmamışsa, nasıl o insanlar hakkında "şehitlerimiz" diye bahsedebilirim? Peki sen arkadaşım, bu saldırı senin hayatını yumurtanın 10 kuruştan 35 kuruşa çıkması kadar bile etkilememişken, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı o ailelerin acısını paylaştığını söylerken samimi olduğunu mu düşünüyorsun? Sokakta dilenirken görsen tanımayacağın ve arkanı dönüp gideceğin bir kadının oğlunun en acımasız şekilde öldürülüşü seni gerçekten ne kadar etkilemiş olabilir? Aynı şekilde Van'da ihmalden yüzlerce kişi öldü, aslında öldürüldü, neden hiçbir tepki koymadın? Demek ki askerlere kopardığın yaygara "insanlık" adına değildi. Bu yaygaranın altında insanlık değil, çocukluğun boyunca sana tekrarlatılan "varlığım Türk varlığına armağan olsun" var. Bu yaygaranın altında, senin içinde olan Nietzsche'nin savunduğu "gücü arzulama" meyili var. Bu yaygaranın altında, "toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır" felsefesinden hareketle toprağı mütemadiyen kanla sulama isteği var. Bu yaygaranın altında insan ölümünü meşru kılan vatanseverlik var. Bu yaygaranın altında samimiyetsizlik var.

"İntikam" derken samimiyetsizsin. Ölen çocuklara üzülmediğin gibi, senin intikam hırsından dolayı ölecek olan yüzlerce gence de üzülmeyeceksin, o yüzden bu kadar rahat "intikam" diyorsun. "Görevimiz hiç enkaz olmaması" demediğin gibi, "görevimiz hiç şehit olmaması" diyemiyorsun. Bilirim, sevgilinle yürürken harap bir evin yanından geçtiğinizi görsen, "bu tarafa gel aşkım, üstüne bir şey devrilir" dersin, fakat hayatında hiç görmediğin, sana istatistikten başka hiçbir anlam ifade etmeyecek binlerce genci ölüme göndermeye can atıyorsun. Rahatça intikam çığlıkları atıyorsun, şimdiye kadar 40.000'den fazla insanın yok yere katlini bir nedene bağlamak için yeni ölümlerin çığırtkanlığını yapıyor, "boşuna biz o şehitleri vermedik" diyorsun, çünkü benim oraya gönderilip cesedimin geri gönderilmesi senin için hiçbir şey ifade etmeyecek. Benim ölümüm birkaç kalp krizine, birkaç intihara yol açacak. Sen ise Facebook durumunu güncelleyip bir Yılmaz Özdil yazısı paylaşıp günü kurtaracaksın. Gelen şehit haberleri senin için sana edilmiş birkaç ağır küfürden farksız; biraz sinirleniyorsun, bağırıp çağırıyorsun fakat hayatın hiç etkilenmeden devam ediyor.

Samimiyetsizsin, çünkü başbakan "kelle" diyince kızarken, aynı şeyi sen yapıyorsun ve ölenlerin sayısına göre tepkini dile getiriyorsun. Bu devlet otuz bin kayıp verdikten sonra Kürt sorununu kabul etti, onbinlerce kişi enkazın altında kalmadan deprem sorununu kabullenmediği gibi. Hafta geçmiyor ki 3-5 askerin öldürüldüğünün haberi gelmesin. Fakat sen 24 gibi çift basamaklı bir sayı görmeden, medya senin beynini pompalamadan hareket etmiyorsun. Samimiyetsizsin, çünkü ölen ilk yirmidört kişi değil bu. 1, 2, 3, 4, ... 24, ... 40000. Yazıyla kırkbinden fazla. Kaldı ki ölen askerler Türk, dağdakiler Kürt diye bir durum yok. Hepimiz biliyoruz ki en kötü ihtimalle, ölen 10 askerden biri Kürt. Yine de onları Türk kayıplara katsak dahi, Türk kayıplarından en az üç katı daha fazla Kürt öldü. Bunların hepsi ellerine silah almış dağlılar değildi. Siviller de öldü, hem PKK, hem TSK tarafından öldürüldüler. Daha da fazla yaralı, intiharlar, yıkımlar, öksüz kalan çocuklar. Bu bilanço sadece 80 sonrası, dönem. Cumhuriyet tarihinde 80'li yıllara kadar onbinlerce Kürt öldü. Gerçekten samimi olsan, "kaç insan öldü/kaç şehit verdik?" sorusunun yerine, "bu insanlar neden öldü?" sorusunu sormaz mıydın? Ölenlerin acısını paylaşmış olsaydın, bir başkasının da ölmemesi için ne yapılması gerektiği hususunda okulda, parkta, evde, sakince kafa patlatmaz mıydın? Ölenlerin niceliği mi önemlidir, uğruna ölünen şeyin niteliği mi? Bir insan bile yok yere ölmemeli kanımca, bu konuda aynı düşündüğümüzü biliyorum. Fakat yok yere ölüm kronikleşmişse, artık sayının da bir önemi yoktur.

Sana faşistsin demiyorum, çünkü değilsin. Sadece beynin, yıllardır söylenilenleri tekrarlayan bir karbon kağıdı gibi çalışıyor. O yüzden iyisi mi biraz sakinleşmiş olmandan faydalan ve beynini farklı bir şekilde çalıştırmayı dene. Niceliği değil, niteliği sorgulayalım, sakince.

Bir süre PKK tek taraflı ateşkes kararı almıştı. Devlet bölgeyi bombalamaya devam ediyordu. "Devlet silah bırakmaz, bu yaptığı yasal ve haklı bir iş" dedin. Biz vatansevmezler, asıl şehit haberinin olmadığı böyle bir ortamda çözüm gelebileceğini savunup adımlar beklerken, sana göre silah sesi yoksa, sorun da yoktu. Doğu insanı hep yanıyordu, şehit haberi gelmediği vakit sana her yer Paris'ti. Seçimlerin arefesinde Tayyip Erdoğan "artık Kürt sorunu bitmiştir" dediğinde, biz vatan sevmezler endişelendik. Bu sadece MHP seçmeniyle flört etmek için söylenmiş bir söz değildi, Tayyip Erdoğan devletin gideceği yolu belirlemişti bu sözle. Korktuk. Sen bizim neden korktuğumuzu, neden kafa patlattığımızı anlamadın, "bırak şu bölücüleri" dedin, gidip aynı kişiye oyunu attın. Belki de ilk kez AKP'ye oyunu atanlardan biriydin çünkü oyları yükselerek iktidara geldiler. Sonrasında daha da güçlenmiş iktidar, silahla işi gücü olmayan binlerce Kürt siyasetçi tutuklanırken olanları alkışladı, sen de "bölücü onlar zaten, tutuklansın" dedin, Ergenekon davasına kopardığın yaygaranın onda birini koparmadın. Sonra ateşler yeniden başladı, devlet hem sınırların dahilinde, hem sınır ötesinde durmaksızın bombalamalara devam etti. Kuzey Irak'ta TSK'nın öldürdüğü sivillerin kimlikleri bile açıklandı, biz vatansevmezler, "Hamas bahanesiyle sivilleri vuran İsrail'den ne farkımız var?" dedik, sen ise bu haberlere yer bile vermeyen sözde haber kanallarını izledin, konuyla uzaktan yakından alakasız kaldın. Sonra MİT-PKK konuşması ortaya çıktı; sen "hükümet istifa" dedin, çünkü yukarıda söylediğim gibi bu konuşmalardan senin beğenmediğin bir karar çıkmasına karşıydın sen, bu görüşmeler olmadığında ölecek yüzlerce insan umrunda değildi. Senin hayatını etkilemeyecek, "Kürtlerle ilgili bir karar alınmasın da, askerlerimiz çarpışacaksa çarpışır, ölecekse ölür. Zaten vatan korumak da budur!" dedin, sonra bu tepkinden çekinen devlet ve hükümet, görüşmeleri sonlandırdı, açık kapı bıraksalar da. İşte geldiğimiz noktada olanlar.

Şimdi "devlet onca zamandır barışı sağlasa bunlar olmazdı" diyenlere küfür ediyorsun, "intikam" diyorsun, güzel. Büyük ihtimalle de PKK'nın tüm kampları imha edildiği zaman, sorunların büyük ölçüde hallolacağını düşünüyorsun. Çünkü sana göre PKK, Kürt halkını temsil etmiyor. "PKK sempatizanı olmayan Kürt, kardeşimdir" diyorsun, dedim ya, aslında faşist değilsin. "PKK, Kürtlerin mücadelesinin tezahürüdür ve bizi temsil eder" diyen Kürt'e çok küfür ediyorsun.

Aslında ikiniz de haklı, ikiniz de haksızsınız.

Öncelikle şu gerçekle yüzleş: Kürtlerin aşağı yukarı yarısı, daima Kürtler adına meclise girdiğini söyleyen partiye oy verdi, bugün bu parti BDP, yarın kapatılır ve başka bir parti olur (Doğuda bu oyların baskı altında verildiğini iddia ediyorsan, batı illerindeki Kürtlerin neden BDP'nin bağımsız adaylarını meclise gönderdiklerini açıkla). BDP'nin meclise uzaydan gelmediğini, halktan taban bulduğunu kabul et ve BDP ile PKK'nın taleplerini yan yana koy. Çok büyük ölçüde paralel değiller mi? Seçimler bir şey değiştirmez, lakin analiz konusunda güvenilir bir veridir. Buna göre Kürtlerin en az yarısı, PKK'nın taleplerini destekliyor.

Sapla samanı karıştırıyorsun. PKK'nın taleplerine destek vermenin, PKK'nın yöntemlerine destek vermek olduğunu düşünüyorsun. Sırf silahlı oldukları için taleplerinin kabul edilemez olduğunu söylüyor, "hak, silahla aranmaz" diyorsun fakat bu da samimiyetsizlik çünkü sana göre terör, silahtan ibaret değil. Sence PKK tarihe karışsa dahi, vatandaşın basit bir kamu hizmetini Kürtçe almak istemesi kabul edilemez; bunu savunan partiler de kapatılmalı, savunanlar hapse atılmalıdır. Ülke yasalarına göre bölücü sayılmak için, ele silah almak gerekmiyor. Hak aramanın yasal yollarının tıkandığı bir ülkede yaşadığını farkedememişsin. Buna rağmen, sırf PKK ile aynı taleplere sahip olduğu için, senin kadar barışçıl, bir örümcek bile öldüremeyecek insanlara terörist diyorsun, sırf senin hoşuna gitmeyen talepleri olduğu için o insanın, gelen şehit haberlerine sevindiğini sanıyorsun.

Devletin bazı şeyleri bilerek yanlış isimlendirmiş olduğunu göremiyorsun. Sen de devletin eskiden Kürt diye bir milletin varlığını kabul etmeyişinin bir hata olduğunun farkındasın fakat sana göre Kürtlerin varlığını kabul etmek, sorunun çözülmesinde yeterliydi. Lakin anlamadığın şu ki, Kürtlere Kürt adını koymak bir şey ifade etmiyor. Adını koymamız gereken başka şeyler var. Birincisi, devletin önce haydutluk, sonra terör diye adlandırdığı, Birinci Dünya Savaşı'ndan önce başlamış ve bugün devam eden "Kürt ulusal hareketi". Bu hareket üzerine uzun uzun kitaplar yazıldı, anlatmaya çalışan filmler çekildi, benim burda uzun uzun yazmama gerek yok. Sadece şunu söylemek isterim; bu hareket sadece ülkemizi değil Suriye, İran ve Irak'ı da kapsıyor. Türkiye'deki Kürtlerin 1900'lerin başından cumhuriyetin kurulmasına kadar tuttukları safın ve cumhuriyetle birlikte aldıkları pozisyonun belirleyicilerinden biri de bu harekettir. İkinci isim koymamız gereken ise, bu Kürt hareketinin tanınmamasından dolayı "terörle mücadele" olarak bizlere sunulan "savaş". Gerçek resim, ortada bir Kürt hareketi olduğu; PKK'nın bu hareketteki unsurlardan biri olduğu ve terörle mücadele denen şeyin aslında düşük ölçekte seyreden bir savaş olduğudur. Bu savaşı da sadece PKK yanlılarının sürdürdüğünü sanma, sen medyadan sadece PKK saldırılarını duyuyorsun ve saldıranın PKK, savunanın TSK olduğunu düşünüyorsun ama yukarıda da söyledim, bu savaşta bir Türk öldüyse üç Kürt öldü. Senin asıl bölücü dediklerin bunun bir savaş olduğunun farkında ve şehit haberlerine sevindikleri falan yok, çünkü kendileri bu savaş sürdükçe daha çok kayıp vereceklerinin senden daha fazla bilincindeler. Hep bireycilikten bahsederim, şehit haberlerine sevinenler tabi ki vardır ama genelleme yapıyorum. Ölen PKK'lı haberine üzülen Türk ne kadar istisna ise, ölen asker haberine sevinen Kürt de o kadar istisna.

Şimdi isimleri doğru koyduk. Kabul etsen de, etmesen de, köklerinde milliyetçilik de bulunduran, fakat himayesinde bulundukları faşist devletlerin acısını yıllarca çekmenin getirdiği tecrübenin ve solun da etkisiyle milliyetçiliğe karşı bir hareket olarak evrilmeye meyilli, Kürtlerin yarısının direkt destek verdiği, diğer yarısının bir kısmının asimile olduğu için umursamadığı veya desteklemediği, bir kısmının din ve ekonomik durumunu ön planda tuttuğu için pasif kaldığı bir Kürt ulusal hareketi var. Eğer ki bu hareketi bastırmanın yolunun askeri güçle yapılması gerektiğini düşünüyorsan, çözümün savaşta olduğunu düşünüyorsan, Kürtleri toptan yok etmek gerekir. Çünkü o dağdaki insanlar uzaydan dağa inmedi; onlar da eline silah almamış milyonların çocuğu, kardeşi, sevgilisi, Kürt hareketinin bir kanadında yer alıyorlar. Ama sen sadece bu silahlılara düşman değilsin ki. PKK'nın da can yaktığını bildiklerinden bu örgüte senin kadar karşı bile olsalar, silahsız insanların talepleri de senin "bölücü" olarak tanımlayacağın cinsten. Sen çözüme yanaşmadan dağdakileri öldürdükçe, zaten Kürt hareketinin içinde olan fakat eline silah almamış insanları, sayıları artmış ve silahlanmış olarak bulacaksın. Bu hep böyle oldu, askeri müdahale sorunu çözse 1925-1940 arası yapılan katliamlar, soykırımlar işi çoktan çözmüş, Irak ve İran bunu çözebilmiş olurdu. PKK'yı imha etsen bile, Kürt hareketi er ya da geç farklı oluşumlarla karşına çıkacak. Bölge insanını da düşüncelerine göre ayırt edemeyeceğin, ateşi kesmedikçe düşmanını artıracağın için, askeri yolla çözüm sadece Kürtleri (Büyükşehirdekiler de dahil) soykırıma uğratmak ile gerçekleşir.

Fakat bu kolay değil. Güneydoğu sınırında gücü eline almış bir Irak'lı Kürt halkı var. Suriye'de merkezi güç ayaklanmalar sonucu azalma eğiliminde ki, Suriye sınırında güçlenmiş ve statü edinmiş bir Kürt kitlesi bulmak an meselesi. İran'da için için yanan, inkar edilen bir Kürt kitlesi var ki, İran herhangi bir savaşa girerse, bu kitle savaşa girmez ve bağımsızlık dahi ilan edebilir. Demek istediğim, diğer illerdeki Kürt hareketleri de güçleniyor ve senin böylesine bir soykırıma girişin, oradaki Kürtlerin de seninle savaşması anlamına gelir. Sonrasında Birleşmiş Milletler yaptırıma gider, hatta Libya'dakine benzer bir durumla karşılaşabiliriz. Büyük illerdeki Kürtler de oturup katledilmeyi beklemeyeceği için iç savaş çıkar, senin "özerklik olursa Irak oluruz" önermenden daha beteri olur ve Irak'ı arar hale geliriz. Kayıp on milyonları bulur. Bir "zafer" alıp Kürt illerini temizlemiş olsan bile, hiç gidip görmediğin halde senin olduğunu iddia ettiğin toprakların bomboş kaldığını, oraların sahiplerini öldürdüğünü anlamış olursun. Senin bahsettiğin "intikam" sözcüğünün gideceği yol bu. Katliamı haklı gösterecek bahanelerin olduğu için insani yönüne hiç girmiyorum.

Buna hayır diyorsan, başka bir yolu daha var; 30 senedir PKK ile, genel itibarıyla 100 senedir süregelen bu sürecin bir savaş olduğunu kabul etmek ve tarafların masaya oturmasını savunmak. Bir yanda uluslararası anlamda tanınmış bir devlet ve ordu denen örgüt, diğer tarafta yine o ulusların kendi aralarında illegal olduğunu tespit ettiği başka bir örgütün savaşı bu ve biri diğerinden daha yasal kabul ediliyor diye ortada bir savaş olduğu gerçeği değişmiyor. Bu savaşta taraf olan kimse kendini kandırmasın, elde silah varken barış savunulamaz. PKK'nın da eline zorla silah verilip ölüme gönderilmiş gençleri katledip, buna "devletle mücadele" adı vermesinin, bir Türk olarak senin gözünde devletin Kürtlere uyguladığı şiddeti meşrulaştırmaktan başka bir getirisi yok. PKK vurur, devletin Kürtlere yönelik uyguladığı karşı şiddet ve faşist yasalar meşru olur. PKK vurur, bir Kürt genci Kürt olduğunu ve taleplerinin olduğunu, PKK'lı olarak fişlenmekten korktuğu için dile getiremez. Fakat sen de, buna çanak tutmaktan başka bir şey yapmıyorsun. Savaşan iki taraftan birinin PKK olduğu gerçeğinden hareket ederek PKK'nın muhatap alınmasının zorunluluğunu savunanların ağzını tıkıyorsun. Olayın çözümü iki tarafın da ateşkes sağlayıp sözü bölge vatandaşlarına bırakması kadar kolayken, sen "Tüm Türkiye benim", "vatan bölünmez, beğenmeyen gitsin" diyor, yeni ölümlerin ortak katili oluyorsun. Ana dilde eğitim, kamu hizmeti, yerel yönetimlerin kuvvetlendirilmesi gibi masum talepleri geçtim, en zararlı ve radikal görünen, marjinallerden başka kimseden destek görmeyecek bağımsızlık talebi bile senin batı ilinde hiçbir hakkını, yaşam tarzını elinden almayacakken, sen vatan denen bir hayal ve hiç gitmeyi düşünmediğin toprakların sözde koruyuculuğu uğruna ölümlerin devam etmesini savunuyorsun. Vatan dediğin şeyi benim, onun, ötekinin hayatından üstün tutuyorsun ve şehit haberleri geldiğinde sanki onları ölüme yollayan senin düşüncelerine yön verenler değilmiş gibi, askerlerin koruyuculuğuna soyunuyorsun. Ki asker bile denilemeyecek çocuklar bunlar. Bir form doldurmayı bilmezler, aşkı tatmamışlar, hayat deneyimleri yok, bu çocukların fiziksel gelişimleri tamamlanmamış, sakalları bile çıkmamış. Vatanın tanımını bile yapamayacak çocukların eline silah verip, "intikam" eşliğinde vatan kurtarmaya gönderenlere çanak tutan biri, o çocuklar öldüğünde nasıl üzüntüden bahsedebilir?

Ben olaya sosyalistlerin perspektifinden bakmıyorum. Bana göre herkes kendi hakkını kendisi kazanırsa bir anlamı vardır. Başkası tarafından özgürleştirilmiş biri, zinciri kırılmış fakat tasması hala boynunda olan bir köpekten farksızdır. Ben bir Türk olarak Kürtlerin hakkı için savaşan biri değilim. Bunun Kürt-Türk ayrımı ile ilgisi de yok; ben Gümüşhaneli bir Türk'ün hakkı için, ya da kapı komşum için savaşan biri de değilim. Bu da gayet doğal ve pervasızlıkla suçlanmaması gereken bir şey. Bütün bir şehir yıkılsa ilk kurtarmak isteyeceğimiz kendimiz ve yakınlarımız olur, diğerlerini düşünmediğimiz anlamına gelmez bu. Bana göre tam da bir enkaz ülkesinde yaşıyoruz ama ben kendi haklarımı savunmaya bile başlayamıyorum. Kürt hareketinin Türkiye kolunda, yani Türkiye'li Kürtler ile ortak isteklerim olduğu için desteklediğim konular var; Alevilerle de ortak isteklerim var. Örneğin merkezi otoritenin zayıflayıp halkın iradesinin güçlendirilmesini Kürtler kadar, diyanetin kapatılmasını veya sünni kimliğinden arınmasını Aleviler kadar ben de istiyorum. Bu konularda onlarla bir olup mücadele ederim fakat sonrasında hangi dille eğitim görüyorlar, nasıl bir yaşam tarzı sürmek istiyorlar, Mardin'li bir Arap nasıl bir gelecek tayin eder, cem evleri devlet gözünde hangi statüde, o benim sorunum değil, zaten kimsenin kendi hakkı hususunda bana ihtiyacı da yok. Ortak isteklerimiz dışında benim kendi hak ve taleplerim için uğraşmam gerekirken, yani işime bakmam gerekirken, bana diğer Türkler ile birleşip, ülkenin diğer ucundaki şehirlerde yaşayan ve hiç görmediğim insanlarla savaşmam emrediliyor. Onların hayatına müdahale etmeyi reddedişim, "bırak kendi hakları için mücadele etsinler" deyişim bile yasalara aykırı. Senden farklı olarak, sorunun en çok hissedildiği civarlara gidip insanlarla konuşmuş, çözümün hiç de zor olmadığını anlamış biriyim, böyle biri haline gelmek bile yasal değil. Çevremdeki insanlara "siyah kurdele eylemiyle olmaz, çocuklarınızı ölüme yollamayın" diye anlatmaya çalışmam yasal değil. "Bu benim savaşım değil" deyişim, yasal değil. "Ölmek istemiyorum" diye haykırışım yasal değil. İşte tam da bu noktada Kürt sorunu benim de sorunum oluyor. "Teröristler ve yandaşları, kanınızda boğulacaksınız" diyorsun, ama her ne kadar devletçi zihniyet seni hissizleştirmiş, makinalaştırmışsa da, sen de insansın ve biz Türkler kanda işimizi görecek solungaçlar geliştiremedik. Boğulacak kadar kan akarsa, bunda hepimiz boğulacağız.

Şimdi neden senin intikam düşüncene karşı çıktığımı ve silahların durması için ortalık hiç olmadığı kadar sakinken çözüme dair kafa patlattığımı anladın mı arkadaşım?

15 Ekim 2011 Cumartesi

Sosyal Sorumluluk mu? Kurumsal Rant mı?

Bir gazete haberinin yarattığı etki benim kulağıma geliyorsa, o haberin etkisi gerçekten büyük olmuş demektir. Çünkü gazete okuyan birisi değilim; popüler medyaya harcayacak zamanım da yok. Fakat Haber Türk'ün 7 Ekim günkü ses getiren sürmanşetini duydum ve baktım. Sürmanşet, bana bu yazıyı, daha fazla zamanım olduğu bir gün yazdıracak nitelikteydi; yalnız, gazetenin genel müdürü olduğunu öğrendiğim Fatih Altaylı'nın iki savunma yazısını okuduğumda dayanamadım ve şu yoğun anımda bu yazıyı yazma kararı aldım.

Altaylı'nın bahsettiğim yazıları Rahatsız oldunuz değil mi? ve Özür dilerim. Altaylı bu yazılarında, topluma ayna tuttuğunu, resmi herkesin gözüne soktuğunu söylüyor; yani, kendisi bunun bir sosyal sorumluluk eylemi olduğunu iddia ediyor. Yazıların yazıldığı üslupta ise, bir üste çıkma telaşı, topu karşı tarafa gönderme ve kendini aklama çabası var. Yani Altaylı, bıçağı kendisinin sokmadığını, bu resimden rahatsız olanların rahatsızlığının kadın şiddetinden bihaber olmalarından kaynaklandığını ve bu olayların vurdum duymazlıktan kaynaklandığını söylüyor. Buna göre "Suçlu = Resime tepki gösteren herkes + O bıçağı sokan adam" denklemi oluşuyor.

Öncelikle kafamızı kaldırıp bakalım. Şiddet; habercilikte, sinemada, sanatta ne kadar kullanılıyor? Beş sene önce Irak işgali sırasında çekilmiş bir haberi anneme izlettiğimde, kadın bayılmıştı. Bazı filmlerde tecavüz sahnesi öyle bir sarsıcılıkla veriliyor ki, bir hafta kendinize gelemiyorsunuz. Nice tiyatro eserleri var, gerçekleri yüzünüze çarpıyor. Samimiyetle çekilmiş savaş, kıtlık, şiddet fotoğraflarına bakarken ağlayabiliyorsunuz. Ben de burada kurgu olsun, gerçek olsun onlarca eser ismi verebilir, görüntü yükleyebilirim. Yani amaç şiddeti, gerçeği, görmekten kaçındıklarımızı gözümüze sokmaksa, bunlar çokça yapıldı, yapılıyor ve bakış açımızda devrimlere neden olabiliyor. Bu çalışmalar ve eserler o kadar samimi ve vurucular ki, izlerken veya okurken "Bunu nasıl yayınlarlar" diyebilecek kadar bile düşünemeyiz, çünkü sarsılırız, belki de sadece izlerken değil, her hatırladığımızda sarsılıyoruz çünkü dünyada olan olaylar, insanoğlunun yaptıkları alışılacak türde şeyler değil. Ben en az on sene önce izlediğim, tilkilerin canlı canlı derilerinin yüzülmesi görüntüsünü hala unutamam ve benzer her yeni görüntüyü gördüğümde en az ilk seferki kadar sarsılırım.

Gelelim 7 Ekim günü yayınlanan o sürmanşete. Ben bunun umuma açık oluşunu, çocukları etkileyebileceğini falan eleştirmeyeceğim. Bu, bir günlüğüne, gazetenin üzerine +18 yazıp çözülebilecek bir durumdu. Ben resmin bir gazetede yayınlanabileceğinden fazla vahşet içerdiğini de savunmuyorum. Savunduğum şeyin, biz bireylerin yüzüne bu sistematik suçun, bu devlet suçunun, bu toplum ayıbının daha çarpıcı, daha samimi ve daha etkili bir şekilde vurulması gerektiği olduğunu az sonra yazacağım. Ben, daha farklı bir soru soruyorum: Neden bu sürmanşet o kadar çok ses getirmiş, daha doğrusu, genel müdürü savunma yapmaya zorlayacak kadar ters tepki almış olabilir (Gerçi ters tepki ve savunması bile bir reklamdır)? Yukarıda değindiğim ve uzun uzun örneklendirebileceğim işler ile bu sürmanşeti/resmi karşılaştırdığımızda farklar olmalı. Fark, resimde değil; ancak, resmin üstündeki yazılara ve resmin etrafına bakıldığında gerçekten de diğer samimi işlere göre büyük farklar var. Birkaçı şöyle:

Fark 1:
"BUGÜN
Dolu dolu...
iddaa
EKİNİZ BEDAVA
" (Sürmanşetin sol üst köşesinde)

Fark 2:
"YARIN HERKESE
6 adet CARS STICKER
ve POSTER" (Sürmanşetin üstünde)

Fark 3:
"PAZAR
6 adet CARS STICKER
ve POSTER" (Sürmanşetin üstünde)

Fark 4:
"STAR WARS, GORA, HELLO KITY ve MISSIE
Her biri 39 KUPONA
SON FIRSAT
İLK KUPON PAZARTESİ
DİKKAT! Son fırsat kapmanyası ön seçenekli değildir. Kampanyaya katılanlar eğitim setlerinden herhangi birini almayı kabul ederler." (Sürmanşetin sağ üst köşesinde)

Şimdi, sayın Altaylı. Zurnanın zart dediği yer burası. Savunma yazınızda, bir haber yayınlamadan, "bu benim yakınım olsaydı" diye düşünüp ona göre davrandığınızı iddia ediyorsunuz. Sizin bir yakınınız bu şekilde öldü mü? Bir ceset resmi koyacaksanız, resmin etrafı da bu matemi yansıtmak durumundadır. Peki siz resmin etrafını neyle dolduruyorsunuz? 39 kuponluk reklamlarla. Kendinizi o cenaze evindekilerin yerine koyup, o matemi hissetmek bu mudur? O kadının yakınları, bu rezaleti gördüğünde ne düşündüler, sormaya tenezzül ettiniz mi? Ya bu kadının çocukları?

Ayrıca, olay sadece resmin etrafındaki "İLK KUPON PAZARTESİ" bezemelerinden ibaret değil. Resmin üzerindeki "GÜNÜN OLAYI" damgasına ne diyorsunuz (Fark 6)? Ya manşetin yanındaki özeti okuduğumuzda karşımıza çıkan "Devamı sayfa 27'de" ibaresine (Fark 7)? Peki haberin başlığı?

FARK 8:
KADINA ŞİDDETTE SON NOKTA (Başlık)

Sizin için madem bu bir sorumluluk meselesiydi, resmi böyle ucuz başlıklarla, kuponlarla, iddia eki reklamlarıyla neden bezediniz? İşte yukarıda bahsettiğim, vahşeti gözümüze sokarak bizi sarsan haberler ve eserlerden bu konuda ayrılıyorsunuz. Bakın, samimiyetle bu resmi yayınlayacak insan, o gün simsiyah bir gazete basardı, bir günlüğüne reklamlardan feragat ederdi ve sadece bu resmi koyardı. Sözün bittiği yer derdiniz ve hiçbir sözcük dahi ekleme gereği duymazdınız, o gün gazetenin tek haberi bu resim olurdu. İşte o zaman bir şeyler belki yüzümüze çarpardı ve hiç kimse size sesini çıkartamazdı. "Ayna tutmak", "rahatsızlık vermek" ise mesele, haberi 27. sayfalara atmakla, resmin etrafını reklamlarla doldurmakla, resmin üstüne "günün olayı" damgasını vurmakla, "Kadına şiddete son nokta" gibi samimiyetsiz bir başlıkla olmaz bu iş. Olayı sunuş şekliniz buram buram ticari kaygı kokuyorsa, manşetin her yerinden samimiyetsizlik, kalitesizlik akıyorsa ve üzerine topu karşıya atmaya çalışan yazılarla kendinizi savunuyorsanız, kayış gibi deriniz olmuş demektir; size ne denirse densin, işlemez. İnsanlar farklı şekillerde dile getiriyor, "ama çok fazla bu resim" tarzında tepki verebiliyor olabilir. Fakat sorun, o resmin orada sırıttığı ve samimiyetsizliğinin metrelerce geriden farkedildiğidir. Herkes farkında ki, Şefika Etik'e sokulan o bıçak ve kadından akan kan, sizin cüzdanınızı şişiriyor ve amacınız da zaten buydu. Nuray Bezirgan'ı köşeye sıkıştırıp, kadının hayatını tehlikeye atarken de amacınız kâr ve ranttı. Bunu bile itiraf edemiyorsunuz.

Samimiysek, Vedat Türkali'nin eserini çarpıtıp, izleyenleri tahrik eden sözde tecavüz sahneleri çeken kapitalizmi, Fatmagül isimli şişme kadınlara gösterilen ilgiyi, erkek arkadaşının evinde 35 kişi tarafından tecavüz edilen kızın o evde ne işi olduğunu sorgulayanları, tecavüzün tecavüz mü zina mı olduğunu tartışan hakimleri, şiddetin ve tecavüzün bir numaralı nedeni olan ataerkil kültürü; kadınları güçsüz, kovalanan bireyler olarak yetiştiren ve onlara tüm değerlerinin kendilerini kocalarına saklamaktan ibaret olduğunu aşılayan dini tartışalım, insanların bakış açılarının siyasetçiler ve eğitim sistemi ile ilişkisini düşünüp konuyla diyanetin ilgisini görelim, sonra kapitalizm-ataerkil kültür-din üçgeninden bahsedelim. Tecavüzcülere verilecek cezadan önce, tecavüzcülerin neden var olduğunu soralım; aile içi şiddetten bahsetmeden önce aile kurumunun insanlara biçtiği rolleri, bu kurumun gerekliliğini ve kutsallığını tartışmaya açalım. Sorunları çözmeye kalkmadan önce, insanların nasıl ve neden bu hale geldiğinin cevabını arayalım. Hergün bu açılardan bakılabilecek onlarca olay oluyor, imkanınız ise bolca.

Fakat bunu yapamazsınız, çünkü bir eliyle sürekli yıkan, diğer eliyle çimento uzatıyormuş gibi davranan kapitalistlerden biri de sizsiniz ve ataerkil kültür-din-kapitalizm üçgeninin tepesindeki iktidarın değerlerini tartışmaya açmanız söz konusu olmaz. Kendinize sorun; samimiyetsizlikle, saygısızlıkla, kapitalist etiğinizin emrettiği biçimde oraya koyduğunuz o kurbanın resmi, kaç kişinin bakış açısını değiştirdi? Türkiye'de bugüne kadar kadının edindiği kazanımlar hep Batı kadınının kendi mücadelesi ile kazandıkları ile ilintiliydi ve hiçbir zaman o seviyeye çıkmadı. Bu tuttuğunuz ayna ile sizce Türkiye'deki femizim hareketine ne kattınız? Yazılarınızın altını sözünü ettiğim kavramlar ve değerlerle doldurup, topu başkalarına atmadan, toplumun neden şiddete eğilimli insanlar yetiştirdiği sorusuna cevaplar arasanız, belki okuyucu kaybederdiniz, ama kaç kişiyi değiştirebilirdiniz? Boş yazılarınızı doldurmanıza dair önerimden vazgeçiyorum; o resmin etrafını doldurduğunuz rezaletleri silip, o günlüğüne sadece o resmi yayınlasaydınız dahi kaç kişinin kadın sorununa bakış açısını değiştirirdiniz? "Bıçağı ben mi soktum kardeşim, kendinize bakın" tarzında bir yazı yazmak yerine, sadece "Şefika hanım, katiliniz hepimiziz. Toplumda her katilin, hırsızın, tecavüzcünün yaratıcısı biz, hepimiziz, şu yazıyı okuyan da dahil" diyebilseydiniz, daha çok kişiyi farklı düşünmeye itemez miydiniz? Fakat, birisinin bakış açısını değiştirebilmek ve onu etkilemek için, öncelikle kişinin kendisinin farklı bir bakış açısına ve vizyona sahip olması bir ön koşuldur, sanırım o da sizde yok.

13 Eylül 2011 Salı

Vibratör Caiz midir? İslam Evlilik, Legal Seks ve Masturbasyon

Geçen ayki Yardımseverlik Maskesi yazımda bir kediyi pedofili ile suçlamıştım, bununla yetinmeyip kendi çocuğunu öldürmekle itham etmiştim. Bloga fazla vakit ayıramadığımdan bu ayıbımı afişe etmem ve o kedi başta olmak üzere herkese özür dilemem için uzun bir süre geçmesi gerekti. Özet geçeyim, benim öldürmeye götürdüğünü sandığım kediyi babası götürmüş (Annesinin sütü olmadığını söylemiştim) ve beslemiş. Haftalar sonra o yabani, sübyancı ve hiç sevmediğim kedi, yavrusunu ağzında geri getirdi. Götürdüğü yerde iki kediye daha bakıyormuş, yani 3 kedi getirdi ve bu kez, benim kedim, yeğenlerini emzirmeyi reddetmedi. Şu an 5 kendisinin, 3 de kardeşinin olmak üzere 8 yavruya bakıyor ve ben hergün büyüyen kedi sürüsüne yiyecek yetiştirmekte zorlanıyorum. 3 tane ikibuçuk aylık, 5 tane iki aylık aşırı sevimli kedilerden isteyene ve bakabilecek olana verebilirim. Bu da bana bir ders oldu; ben, polis kurumunun, ceza evlerinin, ceza kanununun iptal edilmesini savunan biri olarak damıma dadanan kediyi, bebek katili olduğunu düşünerek öldürebilirdim. Bize erkek hayvanları bebek öldürmek için can atan yaratıklar olarak öğreten zooloji kitaplarına, National Geographic'e kapak olacak konudur bu, erkek kedinin yavrusuna yiyecek taşıması olayı. Üstelik bu kedinin, 1 yaş altı kedilere ilgi duyduğunu tekrar belirteyim (Bu da her pedofilik kişinin canavar olduğunu düşünene kapak olsun; ne insan, ne hayvan, kime cinsel ilgi duyduğunu kendi belirleyemiyor).

Herneyse, bazen blogumun istatistikler bölümüne bakıyorum. İlginçtir, insanların blogumla en çok, Google'da vibratörün caiz olup olmadığını aratırken karşılaştıklarını farkettim. Burası bir İslami blog değil, hatta bu, yazarının din karşıtı olduğu bir blog (Ve yazar etrafa bakıp bu dincilerde iş yok, o zaman İslam kötü yüzeyselliğinde bir insan değil; İslam üzerinde yıllarca okumuş, kafa yormuş ve o zamanki naifliğiyle umudunu yitirmemeye çalışmış birisi ve kendisi, karşı çıktıkları şeylerin analizini iyi yapmamış olanları aciz olarak nitelendirir). Yani bu ilginç durumu bir kez farketsem hiç de bu yazıyı yazmayı düşünmezdim. Fakat baktım da, sık sık oluyormuş bu; insanlar özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı'nın konudaki görüşünü merak ediyor. Madem talep var, konu hakkında yazalım da insanlar yanıtsız kalmasın.

Richard Dawkins bir röportajında (Belki birden çok, ben birinde duydum) der ki, "Müslümanların çoğu ılımlı insanlardır, radikal olanları ise azınlıkta", ve ekler: "çünkü müslümanların çoğu, dini kaynaklarını ciddiye almıyor. Ciddiye alanların ne yaptığını, İslam'i kaynaklara göre nasıl hareket etmeleri gerektiğini, o radikal azınlıktan görüyor, öğreniyoruz." Dawkins'in felsefi yönünü zayıf bulan ve kendisinin hayranlarından biri olmaktan uzak bir insan olarak, bu tespitine yüzde yüz katıldığımı söylemeliyim. Özellikle Türkiye'de bu durum, yani dini kaynakları ciddiye almama, hatta onlara hiç bakmama, Ortadoğu'dan daha vahim. Bu yazıyı okuyan pek çok müslümanın Kuran'ı baştan sonra okumadığının, eline bir tefsir alıp incelemediğinin, 10 tane hadisi kelimesi kelimesine olmasa da, anlam yönünden doğru bilmediğinin herkes farkında, kendimizi kandırmayalım. Hele hele vibratör gibi bir nesnenin caiz olup olmadığını sorgulayabilmek için, ciddi bir cahillik gerekiyor.

Cahillik diyorum; çünkü, vibratör kullanımının İslam'a uygunluğunu sorguluyorsanız, öncelikle masturbasyonun kendisinin caizliğini ön koşul olarak kabul etmiş olmanız gerekiyor, cahillik de bu noktada başlıyor. Öncelikla sorulması gereken soru şudur: Masturbasyon caiz midir? Öncelikle bu soruyu cevaplandıralım, ardından daha da önemli bir nokta olan ikinci bir sorunun cevabını arayalım: Masturbasyonu gerekli veya tercih edilebilir kılan bir hayat tarzı, İslam'a ne kadar uygundur? Bu iki soruyu cevaplandırırken, birincil kaynağım Kuran olacak (Ki İslam dünyasında saygı görmüş, kabul edilmiş tefsirlerden yararlanacağım), ikincisi hadis, üçüncü olarak mezhep İmamları, alimler ve son olarak İslami gelenek, yani müslümanlar tarafından pratik edilegelen normlar. Hadisleri güvenilir kaynak olan Sahih-i Buhari'den kullanmaya dikkat edeceğim, eğer şüpheli bir kaynak verirsem zayıf bir kaynak olduğunu belirtirim, aksini belirtmediğim sürece kullanacağım kaynaklar net ve tartışılmaz olacak; yazı boyunca İslam'ın sınırları içerisinde objektif kalmaya özen göstereceğim. Başlayalım.

Öncelikle göz önünde bulundurmamız gereken bir durum var; İbrani dinlerin hakim olduğu toplumlarda, masturbasyonun normal kabul edilmesi veya tartışılıyor hale gelmesi çok yenidir. Batıda, 19. yüzyıla kadar masturbasyonun, pekçok akıl hastalığıyla bağı olduğu düşünülüyordu (Pinel, Tuke ve sonrasında Freud dönemine kadar psikiyatri ve fizyolojinin ayrı olgular olmadığını da gözardı etmeyelim). Hatta Sünnet Bir Çöcuk İstismarıdır yazımda kısaca değindiğim gibi sünnet, Batıda, sünnet derisinin epilepsiye, uyku sorununa, isteriye ve nihayet masturbasyona yol açtığı kanısından hareketle, cinsel hazzı azaltıcı ve masturbasyonu önleyici bir önlem olarak kullanılmaya başlandı (1). Bugün İslam ve Hıristiyan dünyasında hakim olan, masturbasyonun sağlık sorunlarına yol açtığı batıl inancı, bu 19. yüzyıl öncesi inançlara dayanıyor. Aynı şekilde, sünnetin sağlıklı olduğu yanılgısı da, bu dönemden kalan açıklamalardır.

Varmak istediğim sonuç; masturbasyon hakkındaki pekçok yanılgının, onun kullanımının yaygınlaşması ve normalleşmesiyle aydınlandığıdır (Ki masturbasyonun akıl hastalığından kaynaklandığı veya bazı akıl hastalıklarını gidereceği gibi inançlar psikiyatri literatüründen kısa zaman önce çıkarıldı). Fakat tüm bu normalleşme ve nispeten aydınlanmaya rağmen, İslam'ın masturbasyona bakışını değiştiremeyiz. Sünni mezhebinin dört okulu da, Şii mezhebi de dahil olmak üzere İslam dünyasının çok büyük bir kesminin hemfikir olduğu konu, masturbasyonun haram olduğudur. İslam alimlerinin buna dair gösterdikleri Kuran ayetleri şunlar:

"Ve onlar ki, ırzlarını korurlar. Ancak eşleri ve ellerinin altında bulunan cariyeleri bunun dışındadır. Onlarla ilişkilerinden dolayı konanmazlar. (Muminun Suresi, 57)"

"Irzlarını koruyanlar - ancak eşlerine ve cariyelerine karşı müstesna; çünkü onlar kınanmaz, bundan öteye geçmek isteyenler ise, onlar taşkınların ta kendileridir. (Mearic Suresi, 29-31)"
Hemfikir olunan konu, bu ayetlerin, eş ve cariyelerle olanlar dışında hiçbir cinsel aktivitenin helal olmadığıdır. Hadislere baktığımızda ise peygamberin bu görüşü daha net olarak doğrular nitelikte sözlerini ve emirlerini görüyoruz: "'Ey gençler! İçinizden kim evlenebiliyorsa evlensin, çünkü bu onun ırzını ve namusunu korumasına yardımcı olur; ve kim evlenemiyorsa, oruç tutsun, oruç onun cinsel gücünü azaltır.(2)" Burada açıkça görülüyor ki peygamber, evlenemeyeceklere, oruç tutmayı öğütleyerek cinsel ihtiyaçlarını bastırmalarını söylüyor. Enes ibn Malik'e atfedilen bir rivayete göre ise: "Eliyle nikah eden bir insanı Allah lanetler. (3) (Bu hadis zayıftır)"

Diğer sahih hadislere baktığımızda, sahabenin, cinsel ihtiyaçlarını bir kadınla gideremeyecekleri durumlarda kendilerini kısırlaştırmayı dahi düşündüklerini fakat masturbasyonu dile getirmediklerini görüyoruz: "Hiçbir şeyimiz yokken Allah'ın elçisiyle seferlere çıkardık, Allah'ın selamı O'nun üstüne olsun. 'Hadım mı olalım?' diye sorduk. O bize bunu yasakladı. Sonra bizim bir bedel karşılığında bir kadınla evlenmemize izin verdi. Sonra ayeti bizlere okudu: 'Ey iman edenler! Allah'ın size helal kıldığı iyi ve temiz nimetleri kendinize haram etmeyin ve sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez (Maide Suresi, 87) (4)." Yine İbn Mesud bir seferde, karıları yanlarında olmadığı için "hadım mı olalım?" diye sormuş, peygamber buna izin vermemiştir (5). Masturbasyonun net bir şekilde haram olmasını bir kenara koyalım, peygambere göre, bir insanın mahreminde olmayan bir karşı cinsin hayalini göz önüne getirmesi dahi haramdır: "Bir kadın, başka bir kadınla kucaklaştıktan sonra, kocasına gelip de, onun kafasında kadının net bir resmi oluşacak şekilde tarif etmesin. (6)"

İslam'ın tüm hak mezheplerinin masturbasyonu haram kabul etmesine rağmen, nadir olarak bazı alimlerin (14. yüzyıl alimi İbn Kayyim gibi [7[) masturbasyonu mekruh kabul ettiğini de belirtelim. Buna göre, nasıl ki ölecek seviyeye geldiğinizde, normalde yemesi günah olan domuz etini ölmeyecek kadar yiyebiliyor, haram olan kanı ölmeyecek kadar içebiliyorsanız (Çünkü bunu yapmazsanız, bu intihara girer ve intihar daha büyük günahtır), zina kaçınılmaz noktaya gelecekse masturbasyon yapmanız, zinadan kaçınmak amacıyla, mekruh da olsa mümkündür. Çünkü zina, açıkça daha büyük ve fiziki cezayı gerektiren bir günahtır: "Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dininde onlara acıyacağınız tutmasın. (Nur Suresi, 2)" Yine peygambere göre, zina, insan öldürmeyi caiz kılan üç durumdan biridir (Sahih-i Buhari, cilt 9, 83:37).

Peki oruç tutmanın bir alternatif olduğu, hadım etmenin dahi düşünüldüğü durumda, masturbasyon neden akla bile gelmiyor? Bu sorunun cevabı, aslında İslam'da evlilik dışı ilişkinin de neden düşünülemeyecek, marjinal ve istisnai bir olgu olduğunun cevabıyla aynı. Sorunun cevabını, İslami hayat tarzında bulmamız mümkün. İşin özü şudur; İslam, cinsel hazzı "legal" yollarla çözme yolunda öyle iki çözüm bulmuştur ki, masturbasyonu veya yasa dışı ilişkiyi düşünmek çok nadir rastlanan durumlar olmuştur.

1. Cariyelik kurumu
Cariyelik, modern İslam'da, özellikle Türkiye'de paspas altı edilen, çarpıtılan ve kılıfına uydurulan bir olgu haline geldi. İslami hayat tarzında cariyeliğin önemini geçtim, çoğu kez cariyeliğin tamamen unutulduğuna şahit oluyoruz. Hatta Osmanlı İmparatorluğu'nda uygulanan cariyelik sisteminin, İslam'da olmadığını, bu yüzden Osmanlı'nın islami bir devlet olamayacağını savunanları görmek beni şaşırtıyor. Oysa ki cariyelik hususu, Osmanlı İmparatorluğu'nun İslam'a en bağlı kaldığı konulardan birisidir. Çünkü İslam, sadece taşınabilir malları savaş ganimeti olarak görmez; karşı cepheden ele geçirilen insanlar da savaş ganimetidir: "Onların savaşçılarının öldürülmesine, kadınların ve çocuklarının esir alınmasına, mallarının dağıtılmasına karar verdim. (Sahih-i Buhari, Cilt 5, 59:448)". Kölelik sistemi genel olarak, İslam'ın önemli olgularından birisidir. Öyle ki, Muhammed, azad ettiğinden çok kişiyi köle olarak almıştır (Ki daima söylemişimdir, kölelere iyi davranmak ve reformlar yapmak, kölelik sisteminin ömrünü uzatmak amacıyla gerekliydi, tıpkı bugünkü reformcu liberallerin kapitalizmin ömrünü uzatmaya çalıştığı gibi). Tevbe Suresi 29. ayet gereğince, İslam dünyada hakim din oluncaya kadar savaşın farz olması nedeniyle, İslam bu savaş ekonomisi ve gelirilerinden biri olan kölelik-esir sistemin yok edilmesini ön görmemiştir. Günümüzde de, özellikle batı ülkelerinde yaşayan ve oradaki gayrimüslim kadınları cariye kapsamına dahil eden ciddi bir müslüman kitle ve dayandıkları sağlam İslami kaynaklar var fakat bu kitlenin İslam'ı temsil etmedikleri şeklinde bir eleştiriye maruz kalmamak için bu noktayı kısa kesip, İslami kaynaklarla yazıma devam etmeyi tercih edeceğim.

Kuran'a baktığımızda, cinselliği giderme açısından, cariyeliğin, "evlilikten kolay" yol olarak önerildiğini görürüz: "İçinizden kim hür olan mümin kadınlaı nikahla alacak mali güce sahip değilse, ona da elinin altında bulunan mümin cariyelerinizden var. (Nisa Suresi, 25)" Yani, sürekli cihad halinde olması farz olunmuş bir toplumun, daimi olarak elinin altında savaş esiri cariyeleri vardı. Hatta sahabe, peygambere sık sık bunlarla gireceği münasebetler hakkında sorular sorardı: "Bazı savaş esiri kadınlarımız vardı ve bunlarla dışarı boşalma yöntemini kullanırdık. Allah'ın elçisine bunu sorduğumuzda: 'Öyle mi yapıyorsunuz?' diye üç kez sordu; 'Kıyamet gününe kadar kimin yaratılması yazılmışsa o yaratılır. (8)" Yani peygamber, savaş esiri kadınlarla ilişkiye girmeyi onaylıyor, fakat dışarı da boşalınsa, kaderde olması halinde çocuğun olacağını söylüyor. Benzer bir hadis, Müslim de de vardır: "Allah'ın elçisiyle Bil Mustalik kabilesine sefere gittik ve birkaç harika Arap kadınları esir aldık ve onları arzuladık, çünkü karılarımıızn yokluğunda canımız kadın istiyordu. Bu yüzden onlarla ilişkiye girmeye karar verdik ama dışarı boşalacaktık. Peygambere bu konuyu sorduk, öneminin olmadığını söyledi. (9)"

Savaş esirleri, yani cariyeler ile, zorla ilişkiye girmeyi uygun bulmasa da, yapıldığı takdirde, Allah'ın merhametli olduğunu söyleyen, yani cariyeyi ilişkiye zorlamaya ruhsat veren bir ayet de mevcuttur: "Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhuşa zorlamayın. Kim onları zor altında bırakırsa, bilinmelidir ki, Allah zorlamalarından sonra çok bağışlayıcı ve merhametlidir. (Nur Suresi, 33)" Elmalılı Hamdi, bu ayeti yorumlarken şu cümleleri kullanır: "O halde günah kimin? Zorlayanın mı? Zorlananın mı? İkisinin de mi? Kim onları zor altında bırakırsa şüphe yok ki Allah, onlar zorlandıktan sonra ... bu biçarelere karşı çok bağışlayıcı ve merhametlidir. Yani yapılan fiilin zorlayan için de zorlanan için de günah olduğuna şüphe yoktur. (10)"

Bu zorlama hususunda bu ayetin dışında, başka bir ayetin nazil oluşu hakkında bir sahih hadis de şöyledir: "Allah'ın elçisinin bazı dostları, (O esnada sağ olan) müşrik kocaları olduğu için kadın esirlerle ilişkiye girmek konusunda isteksizlerdi. Bu yüzden yüce Allah, şu ayeti indirdi:'Savaş esiri olarak sahip olduklarınız hariç, evli kadınlar size haram kılındı.' (Nisa Suresi, 24)" Böylece kocası sağken ele geçirilen kadınlarla dahi ilişkiye girmek caiz hale gelmişti (Bu ilişkilerin de zorla olacağı kaçınılmazdır ve hadis kitapları bunun örnekleriyle doludur). Konunun özü şudur, zaten İslami düzende yaşayan sahabe, sürekli olarak esir kadınlara, yani cariyelere sahiplerdi ve ayetlerin onay verdiği şekilde bu kadınları seks ihtiyaçlarını gidermekte kullanıyorlardı.

2. Evlilikte kolaylık
"Aranızdaki bekarları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları evlendirin. Bunlar fakir iseler, Allah onları lütfuyla zenginleştirir. (Nur Suresi, 32)" "Bu ümmetin içindeki en yararlı kişi, en çok karısı olandır. (Sahihi Buhari, 4782)" Yukarıda gördüğümüz üzere, peygamber, "gücü yetenlerin" evlenmesini emretmiştir. Burada "gücü yetmek" ile algılanması gereken, kenarda birikmişinin olması, ev düzmek gibi modern toplumun getirileri değildir. Eğer ki sofraya bir tabak daha koyabilecek gücünüz varsa, evlenme emrini yerine getirmekle yükümlüsünüz demektir: "Bir kadın Allah'ın resulüne geldi ve 'Ey Allah'ın elçisi, kendimi sana vermeye geldim' dedi. O, gözlerini kadına doğru kaldırdı ve başını yere eğdi. Kadın, peygamberin onun hakkında karar vermediğini görünce, oturdu. Bir sahabe (Sahl) ayağa kalktı ve 'Ey Allah'ın Resulü, ona ihtiyacın yoksa, beni onla evlendir' dedi. (Peygamber) Sordu, "Ona verecek bir şeyin var mı?' Sahabe, 'Vallahi yok, Allah'ın Resulü' diye cevapladı. Peygamber, 'Ailene git ve bir şeyler bulabiliyor musun bir bak' dedi. Adam gitti ve döndü: 'Hayır Allah'ın Resulü, bir şey bulamadım.' Peygamber, 'Bak, demir bir yüzük bile olsa olur' dedi. Sahabe tekrar gitti, geldiğinde 'Vallahi, Allah'ın Resulü, demir bir yüzük bile bulamadım, ama bir bilek sargım var' dedi. 'Bilek sargısını o ne yapacak? O kullansa, senin olmayacak, sen kullansan onun olmayacak' Adam uzun bir süre oturdu, sonra kalktı. Allah'ın elçisi, Allah'ın selamı üzerine olsun, adamın gittiğini gördü ve çağırttı: 'Kuran'dan ne biliyorsun?' Sahabe yanıtladı: 'Şu şu sureleri biliyorum.' (Peygamber) Sordu, 'Ezbere mi?' 'Evet'. 'Git hadi, Kuran'dan bildiklerin hürmetine seni onunla nikahladım.' (11)" Görüldüğü gibi, böylesine fakir bir insan bile, evlenmeye gücü yetmediği için geri çevrilmemiştir. Yukarıdaki ayet gereği, "Bunlar fakir iseler, Allah onları lütfuyla zenginleştirir."

Ekonomik problemlerin, İslam'ı, evliliğe teşvik hususunda alıkoymadığını şimdilik bir kenara koyalım ve İslam'daki evlilik yaşına bakalım. İslam'da, evlilik için belirli bir yaş olduğu iması, Kuran'da tek bir ayette geçer: "Yetimleri, evlilik çağına gelinceye kadar gözetin ve denetleyin. Onlarda bir olgunlaşma hissettiğinizde hemen mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyüp ellerine alacaklar diye o malları israf etmeye kalkmayın. (Nisa Suresi, 6)"

Bu ayetteki "evlilik çağı" ifadesini, alimlerin büyük çoğunluğu ergenliğe giriş yaşı olarak yorumluyorlar. İmam Şafi, bu yaşı sefere katılmak için gerekli olan 15 yaş sınırı olarak kabul etmiştir. Elmalılı da burada evlilik yaşından kastın ergenliğe girmiş olma ve akli dengenin yerinde olduğunun ispatı şartları olduğunu söylemiştir: "...yani baliğ oldukları vakit kendilerini rüşd hisseder, akıllarının ve dini terbiyelerinin tamam olduğunu ve kendilerini güzel şekilde idare edebileceklerini yakından anlarsanız derhal mallarını kendilerine teslim ediniz. Şu halde erginlik zamanında rüşdünü ortaya koymazsa biraz beklenecek demek olur. Fakat bu durum devam ederse ne olacak? Bunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. İmam-ı Âzam yirmi beş yaşına kadar beklenir. O zaman mutlaka malı teslim edilir. Çünkü yirmi beş yaşı bir insanın dede olması mümkün olan bir yaştır demiş ve ondan sonra tasarruftan alıkoymayı kabul etmemiştir."

Fakat, evlilik yaşı ile kastedilen gerçekten ergenlik çağı mıdır? Bir başka ayette görüyoruz ki, henüz adet görmemiş kızlardan boşanmaktan bahsedilmektedir: "Kadınlarınızdan adetten kesilmiş olanlarla, henüz adet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Hamile olanların bekleme süresi ise, doğum yapmalarıyla sona erer. Kim Allah'a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir. (Talak Suresi, 4)" Elmalılı tefsirine baktığımızda, Elmalılı Hamdi, bu ayet hükmünün henüz ergenliğe girmemiş kızları da kapsadığını inkar etmiyor: "Bunlar gerek on yedi yaşından küçük olup henüz büluğa ermemiş olduklarından dolayı henüz hayız görmemiş olanları ve gerek bülüğ yaşının en üst sınırı olan on yedi yaşını geçmiş, binaenaleyh yaş itibarıyla büluğa ermiş oldukları halde adet görmeyenleri kapsamaktadır."

İslami gelenekte, bu çelişkili gibi görünen iki ayet birleştirip şöyle bir açıklama getirilmiştir: Henüz ergenliğe girmemiş kızla da evlenilebilir, fakat kız, ergenliğe girinceye kadar babasının evinde kalır ve ergenliğe girdiği zaman, kocasının evine gider, böylece gerdekle birlikte nikah tamamlanmış olur. Buna da kanıt olarak, peygamberin Ayşe ile olan evliliği gösterilir: "Peygamber, Ayşe altı yaşındayken evlendi ve dokuz yaşındayken evliliği (Gerdekle) tamamladı. (Sahihi Buhari, 7: 62, 65, 68)"

Fakat bu açıklama tartışmalıdır, çünkü bir başka ayete göre, "bekleme süresinden" bahsetmek için, cinsel ilişkinin gerçekleşmiş olması gerekmektedir: "Ey iman edenler! Mümin kadınları nikahlayıp da kendilerini, onlara dokunmadan boşarsanız, sizin belirleyeceğiniz iddet boyunca onları bekletme hakkınız yoktur. (Ahzab Suresi, 49)" Yani, eğer henüz ergenliğe girmemiş kızların bekleme süresinden bahsedebiliyorsak, onlarla cinsel ilişkiye girilmiş olması gerekiyor.

Burada herhangi bir çarpıtmayla suçlanmamak adına, bir modern müfessir olan Maududi'nin, "henüz adet görmemiş kızların boşanmak için bekleme sürelerinden" bahseden Talak Suresi 4. ayetinin tefsirine bakalım: "Küçük oldukları için adet görmemiş olabilirler, veya bazı kadınlarda görüldüğü üzere adetleri gecikmiş olabilir, veya nadir de olsa bazı durumlarda görüldüğü gibi hayatları boyunca hiç adet görmemiş olabilirler. Her durumda, bu kadınların bekleme süresi adetten kesilmiş olan kadınlarla aynıdır; yani boşanma tarihinden sonra üç aydır. Burada akılda tutulması gereken, Kuran açıklamalarına göre bekleme süresinin sadece kendileriyle cinsel ilişkiye girilmiş kadınlar için geçerli olduğudur (Ahzab Suresi, 49). Bu yüzden, ayetin henüz adet görmemiş kızlardan bahsetmesi, sadece bu yaştaki kızları (Evlenmek için) vermenin caiz olduğunu değil, aynı zamanda kocasının onunla adet görmeden de ilişkiye girebileceğinin caiz olduğunun kanıtıdır. Şimdi açıkça, hiçbir Müslümanın, Kuran'ın izin verdiği şeyi yasaklama hakkı yoktur. (12)"

Yani Kuran'ın, ergenlik öncesi dönemde de kızları evlendirebileceği sonucunu çıkarmak için, benim gibi müslüman olmayan bir dar kafalı olmanıza gerek yok; görüldüğü üzere, benim gibi düşünen müslüman alimler var (Örnekleri çoğaltabilirim, fakat sanıyorum bu yeterlidir).

Diğer bir soru da şu; peygamberin, Ayşe ile cinsel ilişkiye girmek için dokuz yaşını beklemesinin nedeni gerçekten Ayşe'nin ergenliğe girmesini beklediği için midir? Hadislere bakalım:

"Ayşe rivayet ediyor: 'Ben oyuncaklarımla oynardım. Bazen Allah'ın elçisi ben kızlarlayken benimle olurdu. O geldiğinde, kızlar dışarı çıkardı, o dışarı çıktığında, kızlar gelirdi. (13)"

"Ben salıncakta kız arkadaşlarımla oynarken Um Ruman bana yaklaştı. Beni yanına çağırdı, bana ne yapacağını bilmeden gittim. Beni elimden yakaladı ve evin kapısında bekletti. Nefesim kesilmişti. Tekrar soluk aldığımda, eline biraz su aldı, yüzüme ve saçlarıma sürdü. Sonra beni eve soktu. Evde bazı Ensari kadınları gördüm, bana bol şans ve Allah'tan rahmet dilediler. Sonra beni bu kadınlara emanet etti ve onlar beni hazırladılar. Kuşluk vakti birden Allah'ın elçisi geldi ve annem beni ona teslim etti. O zaman ben dokuz yaşındaydım." (14) (15)

"Alla'ın elçisi, Hayber seferinden geldiğinde, rüzgar, deponun önünde asılı olan bir perdenin kenarını kaldırdı ve bazı oyuncaklar göründü. Peygamber sordu: 'Bu ne?' Ayşe cevap verdi: 'Oyuncaklarım.' Bunların içinden, çaputtan yapılmış kanatları olan bir at gördü ve sordu: 'Bu nedir?' 'At' diye cevapladı. 'Üstündeki ne?' diye sordu. Ayşe 'İki kanat' dedi.'İki kanatlı at mı?' diye sordu. Ayşe, 'Süleyman'ın iki kanatlı atı olduğunu duymadın mı?' diye cevap verdi. Ayşe şöyle devam ediyor: 'Allah'ın Resulü öyle içten güldü ki onun azı dişlerini gördüm." (16)


Bu hadisleri vermemin nedeni şu; İslam'da, oyuncakla oynamak, veya bir canlı tasvir eden nesneler bulundurmak haramdır ve peygamber buna izin vermemiştir (17). Fakat Ayşe'nin, evlilikten sonra birkaç sene boyunca oyuncaklarından kopmadığı hakkında hadis üstüne hadis görüyoruz. Peygamberin buna müsamaha göstermesi, Ayşe'nin henüz ergenliğe girmediğini gösterir ki dokuz yaşında evlenen bir kızın, dünyadaki tüm kızlar gibi birkaç sene ergenliğe girmemiş olması mantığa en uygun açıklamadır (Garip bir şekilde, sıcak iklimden dolayı Ayşe'yi 9 yaşında ergenliğe sokan alimler var fakat buna dair kanıt yok). İkinci bir ihtimal de, nesnelerin, tasvirin yasaklanmasının, peygamberin Ayşe ile evlenmesinden birkaç sene sonraya denk gelmesidir fakat bu da tamamen bir fikirdir. Yani Ayşe'nin oyuncaklarına izin, ya henüz ergenliğe girmediği ve sorumlu olmadığı için verilmiştir, ya da henüz oyuncak yasağı konulmamıştı. Bu da sizin yorumunuza bağlı. Kişisel görüşüm, peygamberin, Ayşe altı yaşındayken onunla ilişkiye girmemesinin nedeni, kızın fiziksel olarak çok küçük olduğudur (Ebu Cafer, Tabari'nin Tarihi'nde aynı görüştedir). Bu kanıtlar ışığında, ergenliği gözardı ederek, peygamber uygulamasından hareketle, evlilik yaşını 9 olarak savunup, "fakat ergenliği beklemek daha uygundur" diye ekleyenler de vardır, yine kaynaklardan hareketle "Kız, ergenliğe babasının evinde değil, kocasının evinde girmelidir. Kim kızını böyle erken evlendirirse cennete gider." diyen Ayetullah Humeyni de vardır. Zaten önemli olan nokta evlilik yaşının 9 mu, 12 mi olduğu, ergenlik şartı aranıp aranmadığı değildir, önemli olan nokta şudur ki; İslam, insanları olabildiğince küçük yaşta evlenmeye teşvik eder. Peygamber dönemi uygulamalar, Kuran ayetleri, alimlerin görüşü, medeni kanun öncesi uygulamalar (Ve günümüzün İslami hukukla yönetilen ülkelerindeki uygulama) bunun açık kanıtıdır.

Batının medeni kanunundan etkilenip "erken evlilik eskide kaldı, İslam zamana uyar" diyenler olacaktır. Yani, eskiden ergenliğe henüz girmiş ve hatta girmemiş kızlarla evlenmenin normal olduğu, bunun İslam'ın getirisi olmadığı iddiası öne sürülecektir. Fakat, peygamber, veya bir inanana göre Allah, uygun görmediği geleneği yerin dibine sokmamış mıdır? Coğrafyanın inancını kökten değiştirmek başta olmak üzere, müslümanlar, "kızları diri diri toprağa gömme" geleneğini peygamberin bitirdiğini söyler dururlar. Başka bir "gelenek yıkma" örneği Zeyd-Zeynep meselesidir. Peygamber, evlatlığı Zeyd'in karısı olan Zeynep'le boşanmasından sonra Zeynep ile evlenmiştir ve Kuran'a göre bu evlenmenin amacı, evlatlığının eski karısıyla evlenmeyi ayıp sayan Arap geleneğini yıkmaktır: "Zeyd, o kadından ilişiğini kesince onu sana nikahladık ki, evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde müminlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir. (Ahzab Suresi, 37)" Yani çok eşlilik, cariyelik, ergenlik çağı öncesindeki bir kızla evlenmek, Kuran'ın erkeğe verdiği kadın dövme ruhsatı (Nisa Suresi, 34), "gelenek" ile açıklanamaz. Kaldı ki, peygamberin Ayşe ile evlenmesinin, geleneğe aykırı olduğunu; peygamberin, Ebu Bekir'e, kızı Ayşe ile evlenmek istediğini söylediğinde, Ebu Bekir'in "Ama ben senin kardeşin değil miyim?" şeklinde verdiği tepkiden ve Muhammed'in buna karşılık "Sen benimle Allah'ın dininde ve kitabında kardeşimsin ama Ayşe ile evlenmem caizdir"(18) demesinden anlıyoruz. Ayrıca, peygamberin genç bakire kızlarla evlenilmesini bizzat önerdiği de hadisle sabittir: "Allah'ın elçisi bana sordu: 'Cebir, sen evlendin mi?' 'Evet' dedim. Tekrar sordu, 'Bir bakireyle mi yoksa daha önce evlenmiş biriyle mi?' Ben de, 'Daha önce evlenmiş biriyle ya Resulallah' dedim. Bunun üzerine sordu: 'Neden küçük bir kızla evlenmedin ki sen onunla oynar, o senle oynardı, sen onunla güler, o senle gülerdi. (19)"

Sonuç
İslam, sadece günahı değil, ona gidecek yolları da önler. Bu yüzden, cinselliği cariyelik ve erken evlilik olgularıyla halletmiştir. (Şahsi fikrim, İslam'ın radikal bir tutumla evlenme yaşını olabildiğince erken tutmasının ve evliliğe bu kadar çok önem vermesinin nedeni, özel mülkiyetin dağılımı ve miras hukukunun işlemesiyle alakalıdır fakat İslami bir açıdan yaklaşmaya çalıştığım için neden-sonuç ilişkisini o şekilde kuruyorum). Yukarıda anlatmaya çalıştığım üzre, İslam'da evlilik dışı ilişkinin ve masturbasyonun garip karşılanmasının nedenleri, İslami hayat tarzının bunlara yer vermeyecek şekilde inşa edildiğidir. Eğer ki 20'li yaşlarınıza gelmişseniz -açlıktan ölmediğinizi farzederek- ve hala evlenmemişseniz (Bu söylediğim özellikle kızlar için geçerlidir), cinsel ihtiyacınızı caiz yollardan giderecek konumda değilseniz ve aklınıza karşı cinsi getiriyor, bunu bastırmak amaçlı oruç tutmak gibi yöntemlere de gitmiyorsanız, zaten İslam'dan ne kadar uzak bir hayat yaşadığınızın farkında olmanız gerekiyor. Yok bu size mantıksız geliyorsa, benim yaptığım gibi inanmazsınız, olur biter. Fakat hem İslam'a inandığını söylemek, hem internette erkek modellere bakmak ve vibratör kullanımını sorgulamak, hiçbir tarafını yamayamayacağınız bir çelişkidir. Olay bu kadar net, dost acı söyler.

Notlar
(1) Karen Ericksen Paige, Sünnet Ritüeli
(2) Sahih-i Buhari, 4778, 4779, 5066
(3) Tefsir El Mazhari
(4) Sahih-i Buhari, 4788
(5) Sahih-i Buhari, 4784
(6) Sahih-i Buhari, 4942
(7) http://www.answering-ansar.org/answers/mutah/bida_alfawaid_p129.jpg
(8) Buhari, 62:137, 77:600, 59:459, 46:718
(9) Sahih Muslim, 3371
(10) http://kuranikerim.com/telmalili/nur.htm
(11) Sahihi Buhari, 4799
(12) Towards Understanding the Quran, 5. cilt, s. 620, 13. not
(13) Ebu Davud 3. cilt 36 1769:4913, s. 1373
(14) Sahih-i Buhari, c. 5: 234
(15) Ebu Davud 3. cilt 36 1770:4916-4917 s. 1374
(16) Ebu Davud 41:4914
(17) http://www.muslimconverts.com/e-books/image/image_disc.htm
(18) Sahih-i Buhari, cilt 7, 62:18)
(19) Muslim, 8:3460 / Buhari 62:17

5 Eylül 2011 Pazartesi

Çiçek-Böcek

Bir firma ihaleyi alır, kentin dört bir tarafı çiçeklerle bezenir. Kimi zaman bir aylık ömrü bile olmayan çiçekler sürekli yenilenir, böylece ihaleyi alan firma da kazanmış olur, çiçekleri diken (Eken diyemiyorum, çünkü tohum değil, ömrünü tamamlamakta olan olgun çiçekler oralara "dikiliyor") işçiler de kazanmış olur, Büyükşehir çalışıyor görünür, bu sirkülasyon sayesinde şehrin de sürekli süslü-püslü olduğunu gören vatandaş "şu güzelliğe bak, İstanbul gibi şehir yok be kardeşim" diye düşünür. Her yer güllerle, lalelerle bezenince, herşey güllük gülistanlık görünür, Lale Devri havasına girer. Ancak...

Sürekli çiçek ziyanı, o çiçeklerin yetiştirildiği toprak ve sonrasında ölümüne yakın zamanda getirilip üzerine ekildiği toprak ziyanı (Yani toprağın gereksiz işlenişi), cebimizden çıkan paraların üretici firma ve belediyeye yok yere aktığı gerçeği (Çiçek ekiminden ekmek kazandığını sanan işçi bile ona ödenen maaşın kendi cebinden çıktığının farkında değil), o çiçeklerin, 70'ine merdiven dayamış Ajda Pekkan'ın yaşlı suratını örtmek için kullandığı plastik cerrahi ve kozmetik ürünlerden ötesi olmadığını, yani şehrin nasıl yaşanmaz bir hale doğru gittiği gerçeğini örtmekten başka bir işe yaramadığı, kimsenin umrunda olmayan konular. Sonra Ajda Pekkan'ın gözünde 1000 dolarlık gözlüğü ve vücudunda bilmem kaç bin TL'lik kıyafet ve takılarıyla Somali'deki insanlarla poz verirken kara mizah örneği sergilediği gibi biz de Kültür Başkenti olmakla övünürüz.

İngilizce'de permaculture denilen bir kültürleme sistemi var, bizde de "kalıcı kültür" deniyor. Toprağa ve ekolojiye zarar veren tarımın aksine, doğal yöntemleri kullanarak, hiçbir suni müdahale olmaksızın doğal kaynakların kendini yenilemesini sağlayan ve böylece yerel ekosistemi zenginleştirerek sürdürülebilir yaşam alanları üretmeye yönelik sistemlerin bütünü olarak da tanımlayabiliriz. Tabiatı itibarıyla, ağaç dikimi buna yakındır ve meyve ağaçları da kendilerni dış müdahaleye fazla gerek bırakmayacak şekilde yenilerler. Önerim şu; tüm bu çiçek dikilen yerlere meyve ağacı dikilsin. Ben, Fatih ilçesinin yerlisi olarak buna uygun yüzlerce metrekarelik alan düşünebiliyorum: Eyüp'ten Eminönü'ye uzanan Haliç Parkı; sahilde restoranlara ve otellere dönüştürüleceği söylenen ve değerlenmesi beklenen (Alıcıları da hazırmış) düzinelerce vakıf evleri, arsaları; Edirnekapı Şehitliği, Saraçhane Parkı (Hatta karşısındaki Büyükşehir Belediyesi bahçesi), işe yaramayan yüzlerce bina, bu liste daha da uzar. Merkezdeki olabildiğince betonla doldurulmuş, son derece kalabalık bir ilçede bile bu öneriye uygun pekçok alan varken, herkes kafasını kaldırıp etrafa baksa, böyle sahaları farkedecektir (Ki çok kısa bir süre içerisinde kentleştirilecek olan, İstanbul sınırları içerisindeki devasa arazileri ve yeşil sahaları da hesaba katarsak, ne kadar büyük bir fırsatın kaçırıldığı görülebilir). "Kalıcı kültür" konusu, üzerinde kitaplar yazılmış, şehir yapılanmasını kökten değiştirebilecek, geniş bir konu ve ideal olarak orta ve uzun vadede, kent içinde uygulanılmasını savunduğum sistem o. Fakat, burada önerdiğim şey, pekçok ürünün yetişmesine olanak veren bir iklime sahip bir kentte, samimi olduğunuz takdirde atılması en basit adımlardan biri. Evet, bu yaşanmaz hale gelen, denizine girilmeyen, havası egzoz gazlarından solunmayan, kedi-köpeğin bile yaşam alanı bulmakta zorlandığı İstanbul'da dahi bu yapılabilir ve bir anda insan vücuduna en uygun yiyeceklerden biri olan meyve sorunu büyük ölçüde ücretsiz hallolabilecek noktaya getirilebilir. Alın size "çılgın proje."

Ama yapılmaz. Neden? Çünkü, ülkenin belli kesiminde çiftçiler, milyonlarca kişiye yiyecek yetiştirmeye zorlansınlar ki, o insanlar, çiftçilik yapmazlarsa hayatlarını sürdüremez konuma gelsinler ve böylece devlet, çiftçiliği de tekeli altına alsın ve onları bu işi belli ücretlere yapmaya zorlasın. Bu öneri gerçekleştirilmez. Neden? Nakliyeciler, hayatları boyunca şehirden şehire en zorlu şartlarda gıda taşımacılığına zorlansınlar ve bu işi yapmadıklarında yaşamlarını sürdüremeyecek konuma gelsinler, hem de yine devlet tekelindeki benzincilik sektörünü zengin ede ede. Bu arada bu nakil sırasında meyvenin hiçbir besin değeri kalmasın (Bazı meyveler dalından koparıldıktan birkaç saat içerisinde besin değerlerini hemen hemen tamamen yitirirler) ve vitamin eksikliğinden doğan pekçok hastalık dolayısıyla ilaç sektörü yürüsün. Bu teklif geri çevrilir. Neden? Bir adam, Allah'ın ıssız adasında kendi halinde yetişebilen muzdan, çocuklarına iki kilo alabilmek için 3-4 saat daha fazla çalışsın ki, hem bu adam disipline edilip törpülensin (Avamı çalıştırmak, insanları ehlileştirmek için Orta Çağ öncesinden beri kullanılagelen bir araçtır) hem de patronu biraz daha zengin edilebilsin ve baba bunu yapmayı reddederse, çocukları aç kalacak konuma düşsün. Bu projeye burun bükülür. Neden? Yeşilleştirilebilecek, doğru düzgün kullanılabilecek araziler, arsalar satılsın, sıcak para gelsin ve böylece "bu şehrin nüfusunu azaltmak için ne yapılabilir?" sorusu sorulmadan, "şehrin nüfusu artıyor, o zaman Çatalca'ya, Tuzla'ya yeni kentler yapalım, binalar dikelim" çözümüne gidilip, Ağaoğlu ve benzerleri daha çok kazandırılsın. Bu öneri basında yer bile bulmaz, tartışılıp geliştirilecek bir ortam sağlanmaz. Neden? "İş bölümü insan doğası için gereklidir; biri çiftçilik, biri taşımacılık, biri işçilik yapacak ki insanlık hayatta kalsın" masalını anlatmaya devam etsinler ve böylelikle, bu çarktaki bir dişli olarak görevini yapan o ihaleyi almış firma, çiçek ekimini her ay yenilesin ve belediyeyle el ele, kol kola zengin olsunlar. Biz de zengin belediyemize, devletimize, patronumuza köle olmaya, onlardan medet ummaya devam edelim. Basında kişisel anlamda Ajda Pekkan ve kokoşlar, kentsel anlamda İstanbul göğe çıkarılsın, alabildiğince.

Böyle bir projeyi vatandaş olarak, çevre mühendisiyle, işsiziyle siz gerçekleştirmeye kalksanız da yasalar, polis, devlet sizi engeller. Artık o geliştirmeye çalıştığınız toprak "kamu malı" olmuştur, siz kamunun dışındasınızdır ve "kamu" ile kastedilen o firmadır; oraya çiçeklerini ekmesi, yasal olan tek seçenektir. Böylece size bir masal daha gereklidir; "Her sokakta, mahallede, her köşe başında, koşulsuz uzanıp meyvesini alabileceğiniz bir ağaç olan tek mekan cennettir ve ona da ancak iyi, uslu bir vatandaş olduğunuz takdirde ölünce erişeceksiniz, bu fani dünyada onu kurmak imkansızdır ve böyle bir eyleme girişmek, delilerin, marjinallerin, sapkınların işidir."

Siz de şimdi bu masala inanmaya devam edin, rüyanızda da o güzel çiçekleri seyredin. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.

27 Ağustos 2011 Cumartesi

İnsan Doğası ve Suç

Evrim Aldatmacası yazımda, Adem ile Havva'nın cennetten kovulma hikayesinin ve Kabil'in Habil'i öldürüşünün, Sami'lere kuzeyden gelen ziraatçilerin istilalarına, bunu takiben başlayan savaşlara, yani Sami'lerin cennetinin ellerinden kayıp gitmesine yaktıkları bir ağıt olduğunu söylemiştim. Pekçok kültürde, örneğin Pygmy'lerde bile (1), o ünlü cennetten kovulma hikayesine benzer bir inanış vardır. Aslında insanlığın ortak bilincinde, bir şeylerin yanlış gittiği açıktır. Kimi kültürler, o kaybettikleri cenneti tekrar bu dünyada inşa etme arayışına girmişler, kimi kültürler de, öyle bir cennete öldükten sonra kavuşacaklarını umar olmuşlardır.

Hıristiyanlıkla birlikte, bu hikayenin Sami uyarlaması, bambaşka bir hal almıştır ki, o da "kalıtsal günah" inancı. Bu inanca göre, insanlık, Havva'nın suçundan dolayı günahkardır, çektiği acıları haketmektedir, doğum sancısı bile bu yüzdendir. Yani, insan "doğası gereği" suçludur (İlk Hıristiyanların bu sebepten dolayı kendilerine nasıl işkence ettiklerini detaylandırıp midenizi kaldırmak istemiyorum). Roma İmparatorluğu'na isyan amaçlı çıkmış Hıristiyanlığın doğurduğu sonuç, beklenmedik şekilde (Roma İmparatorluğu'nun kilise üstündeki etkisiyle de), tüm suçu otoriteden, imparatorluklardan alıp, insan doğasına yüklemek oldu. Suçun insanların doğasından geldiğini savunan tek inanç pek tabii bu değildir fakat bizi ilgilendiren konu burası zira batı felsefesi, medeni hukuk, sosyoloji, Hobbes'un teorileri, ceza sistemi bu inanç üzerinden şekillenmiştir. İslam da, "nefs" kavramıyla bu inancı Hıristiyanlıktan miras edinmiştir. Buna göre nefs, doğası gereği bir suçludur ve dizginlenmelidir. Bugün ele alacağım konuyla bu soruya cevap vermek istiyorum; Suç, insan doğasından mı kaynaklanmaktadır?

Aslında bu soru, "insanın doğası nedir?" karşı sorusuyla havada kalmaktadır çünkü insan doğasının ne olduğu bilinmemektedir. Bizler, hiç abartısız doğasından kopartılmış ve evcilleştirilmiş hayvanlarız. Doğadan alınıp kapalı ortama konulmuş hayvanlar, doğada göstermedikleri davranışları gösterirler, örneğin doğada hiç saldırgan davranış göstermeyen hayvanlar hırçınlaşabilir, başka hayvanlara veya insanlara öldürmek amaçlı saldırabilir (İnsana saldırdığı görülen tek katil balina, akvaryumda tutulan balinadır) ya da tam tersine sinebilir, uysallaşabilir. Bu yüzden, tüm zoologların ve biyologların hem fikir olduğu konu şudur ki, doğal ortamından uzak hayvanlar üzerinde yapılan davranış deneyleri geçersizdir.

İnsanların nasıl evcilleştirildiğine gelirsek; bu henüz 6-7 aylıkken başlayan bir durum. Öncelikle bebeğe, insan türünün bir zümresinin oluşturduğu aracı kod sistemi, yani "dil" yüklenir ve bebek, sadece yaşıtı olan yabancı uyruklu bebeklere, kendi dilini konuşmayan herkese ve doğaya yabancılaşmaz, aynı zamanda bu bebeğin, kelimeler olmadan düşünebilme yeteneği elinden alınır, artık düşüncesi, bu sistemin kontrolü altındadır. Bu tespit okuyucuya saçma gelebileceğinden bir parantez açayım, insanlar, 2 milyon seneden fazla bir süre, bugün anladığımıaz anlamda dil olmadan iletişim kurmuş, alet kullanma bilgisini nesilden nesile aktarmış, ateşi icat edip kullanmıştır. Bu iki milyon senede, dil kullandıklarına dair hiçbir kanıt bırakmamışlardır - en azından komplike bir dil kullanma gereği duymadıklarını ve dilin kölesi olmadıklarını biliyoruz, yani kelimeler olmadan da düşünülebilir. Ayrıca satranç oynarken, müzik bestelerken, avlanırken, takım oyunu oynarken kelimeler olmadan düşünebildiğinizi farkedersiniz. Kelimeler, düşünceye yardım etmek kadar, düşünceyi aynı zamanda zapteder ve onu yavaşlatır. O yüzden şempanzelerin görsel hafızası ve düşünme hızları bizimkinden yüksektir (Bir bölgede yaşayan babunların, başka bölgenin babunlarıyla iletişim kurmakta güçlük çektikleri bilinir, kedilerin bile 16 çeşit farklı ses çıkararak anlaştığını biliyoruz, yani "iletişim" amaçlı sistemler doğada vardır fakat insan dili konusu, ihtiyaç ötesi, bambaşka bir simgesel kodlamadır).

Bebek, kendisine dil denen sistem yüklendikten sonra, kültürel öğelerle tanıştırılır. İnkar edemeyiz ki, doğada oyun vardır. Bütün hayvanlar, özellikle memeliler, anneleriyle ve yaşıtlarıyla oynayarak, hayatta kalmanın yollarını öğrenirler. Bizim burun kıvırıp, onların "içgüdü" yoluyla bulduğunu söylediğimiz tüm hayatta kalma kurallarını hayvanlar, küçük yaşlarda oyun yoluyla öğrenir. Onların oyunları da, avcı-toplayıcı kavimlerin çocuklarının oynadığı oyunlar gibi (Zerzan'a göre) bir "yarış" içermez, dayanışmayı teşvik eder çünkü türler karşılıklı dayanışmayla ayakta kalabilirler. İnsana gelince, doğadan, yaşıtlarından kopartılmış bebeklerin bu ihtiyacını, insan yapımı, suni, onları (dil yetmezmiş gibi) daha fazla "sembolik" düşünmeye itmekten başka hiçbir işe yaramayacak oyuncaklarla gidermeye çalışırız.

Bu arada ilk kültürel öğelerden biri olarak kıyafet çocuğun hayatına çoktan girmiştir. Türbanın bir simge olduğu söylenir, doğrudur, fakat "simge" olmayan kaç kıyafet gösterebilirsiniz? "Güzel" görünmek için giyinenler, kafanızda size kültürünüzün ve medyanın oluşturduğu "güzel", "seksi" imajını simgeler. Kadınların üniformalı erkekleri sevmesi, üniformanın "güç" simgesi olduğu ve kadının da kültürel kodlarında güçlü erkeklerin çekici olduğu gerçeği yatar. Bebek de, aklı ermeye başlamasıyla, kültürünüzün dayatması olarak ona giydirdiklerinizden dolayı, kendi vücudundaki belli bölgeleri sadece tuvalette ve yıkanma esnasında görebileceğinin farkına varır. Böylece, onun koduna da, o bölgelerin pis olduğu işlenir. Bu durum, özellikle ataerkil kültürün de hayatına girmesiyle kız çocuklarında yıkıcı bir etki yapacaktır, sadece kendi vücudundan nefret etmekle kalmayacak, başka birinin çıplak vücudunu görmekten korkar hale gelecektir. Psikologlar da, çocuğun 1-18 yaşları arası başkalarının vücudunu görmesinin çocukta açacağı zararlardan bahsedip durmaya devam edeceklerdir. Halbuki, baştan bu fobinin çocuğun beynine işlenmediği nudist ailelerde, çocukların psikolojik gelişimi ve cinsel kimliği daha sağlıklı gelişmektedir.

Kıyafet, oturup kalkma geleneklerinden sonra, çocuğa "zaman" kavramı tanıştırılır. Buna göre, çocuğu bekleyen bir "gelecek" vardır ve çocuk, onun için çalışmaya başlamalıdır. Bu noktadan itibaren çocuğun elinden anı yaşama kabiliyeti de alınır, çocuk daima gelecekteki imajını kovalamaya, onun için yaşamaya, dolayısıyla içinde bulunduğu durumdan hoşnutsuz olmaya başlar. Okulun da devreye girmesiyle, çocuk, karşılıklı dayanışma içgüdüsüne, kardeşliğe aykırı bir şekilde, bir okul dolusu "rakip" ile karşılaşır. Kopya vermek cezalandırılır, çocuk daima bu rakipleriyle rekabet içerisinde olmak zorundadır. Kimi çocukların babalarının zengin olduğu için bu rekabete önde başladıkları gerçeğine, daha okulun ilk yıllarında şahit olurlar, oyun oynayarak hayatın tadını çıkarması gereken çağda çocuklar arası düşmanlık biraz daha büyür, kavgalarla, kusurlarla dalga geçmelerle ve aşağılamalarla kendini gösterir.

Okul ile birlikte çocuğun beynine yazı dili olarak başka bir sistem yüklendikten, çocuk artık düşünce dünyasını kendinden farklı bir şeymiş gibi somutlaşmış bir şekilde yazılı olarak önünde görmeye başladıktan sonra (Yani hayatı geri dönülemez bir şekilde sembollerden oluşmaya zorlandıktan sonra), resmi ideoloji de kendisine endoktrine edilmeye başlar. Çocuğa, dünyada sınırlar olduğu, yalanla dolu bir tarih eşliğinde kendi sınırlarının ötesindekilerin kendisine düşman olduğu, vatansever olması gerektiği ve dünya görüşünü de kendi ülkesini kuran ideolojiye uyumlu olarak inşa etmesi gerektiği anlatılır. Bununla birlikte, çocuğa bir de din endoktrine edilir ve artık çocuk, ne yapması / yapmaması gerektiğini, bir öğretmenden, bir ebeveynden değil, bir yaratıcıdan emir olarak alır ve hayatının geri kalan bölümünde, cehennem korkusuyla yaşar. Ailelerin çocukların yanında kavga etmemesi gerektiğini savunan psikologlar, çocukların iç dünyasında bu cehennem korkusunun ne gibi yıkımlara yol açtığından pek de bahsetmezler, aynı korkuyu kendileri de içselleştirmişlerdir (En ateşli ateistlerin bile suçlunun cezalandırılmasını savunmasının nedeni bile, kültüründen bakış açısına işlenen dinsel kökenli ceza kavramıdır - bakış açımız bireysellikten o denli uzaktır).

Peki, evcilleştirme süreci burada biter mi? Hayır, buraya kadarki süreç, çocuğun sonraki hayatını, oyunun kurallarına göre inşa etmesini kabul ettirmeye yönelik sadece bir başlangıçtır. Çocuk, ilk hayalkırıklığını, çocukluğun bittiği dönemde, ergenlikte yaşar. Bu dönemdeki bunalım ve depresyon, erklere hizmet eden psikiyatristlerin açıkladığı gibi "hormonal" falan da değildi; bu ruhsal durum, çocuğun doğadan koparılmasının, evcilleşme sürecini reddetmeye yönelik çırpınışların evrensel bir tezahürüdür ve bu depresif süreç, zengin / fakir ayrımı yapmaz. Zengin gençlerin uyuşturucuya meyilli olmalarının nedeni tamamen (Fakir gençlerde olduğu gibi) depresyondan kaynaklanır, ailenin şımartmasından veya farklı arayışlardan değil. 15-18 yaş arası gençler üzerinde yapılan çoğu araştırma, zengin-fakir ayırdetmeksizin, gençlerin %30'undan fazlasının ciddi olarak intiharı düşündüğünü gösteriyor.

Bu buhranlı dönemi şöyle ya da böyle atlatmayı başarmış çocuklardan, bir tercih yapmaları istenir. İsterse bizdeki gibi neresinden tutsan elinde kalacak bir "eleme", bir sınav sistemi olsun, isterse kişiye yönelik "bilimsel" yetenek analizlerine göre okullara yerleşimin yapıldığı ülkeler olsun, çocuklara belli bir yeteneğe meyilli makine muamelesi yapılır ve onlardan bir meslek üzerine özelleşip ustalaşmaları istenir (Okulu bırakmış çocuğun da kaderi farksızdır). Böylece çocuk, son törpüleme işleminden de geçecek, artık yüzlerce alanın olduğu bir dünyada, tek bir mesleki alandan başkasına "aklı ermeyen" bir makine haline getirilecektir. Artık genç birey, sistemin çarkında bir dişli olmaya, ücretli köle olmaya hazırdır ve başka dişliler hakkında söz söyleme hakkına da sahip değildir. Çünkü diplomalı olduğu konu bellidir, toplumdaki yeri de o konudan ibarettir. Sistem, bu evcilleştirilmiş insanı: kanunlarıyla, medyasıyla, ona yüklediği vatani hizmetler ve sorumluluklarla, sürekli üretilen teknolojik dünyada icat edilen, almakla yükümlü olduğu yeni "ihtiyaçlar", ürünlerle, kontrolünde, hapsinde tutmaya devam edecektir. Tüm bunlar da, en başta size muhtemelen saçma gelen, o bir yaşında beyne yüklenen "dil" aracılığıyla yapılacaktır - dilin bir ideolojik araç olmadığını düşünenler, dünya üzerindeki dil dağılımlarına, kolonileşmelere, dil dağılımının gelir dağılımı ve emperyalizmle olan ilişkilerine ve ilgili konulara baksınlar.

Aslında bir kitap konusu olacak "evcilleştirme" sürecinin özeti bu şekilde. Bunun iyi veya kötü bir şey olduğu da ayrı bir tez konusu fakat bu noktaya kadar anlatmak istediğim şey, insanın doğasından ne kadar kopartılmış bir canlı olduğu. İlk olarak beynimize yüklenen dilden, kıyafet kodlarından, imajlardan tutun, kültürel öğelere, inançlara kadar aslında hepimizin iliklerine insanlık tarihi işleniyor. Hepimiz, tek tek, birer insanlık tarihi kopyalarıyız ve üretilmiş ürünleriz. Tüm bu kültürel kodların, bize aşılanan fobilerin, inançların, simgelerin, insanlardan, sevgililerden beklediğimiz sorumlulukların, kısacası sonradan öğrendiğimiz herşeyin sadece birkaçından kendimizi kurtarabiliyoruz ve bu kurtulmuşlukla kendimizi farklı bir birey sanıyoruz. Halbuki birey olmaktan o kadar uzağız ki. Freud'un bir tespiti vardır; medeniyetin ayakta kalabilmesi için, insanın doğasının bastırılması gerektiğini söyler ki doğrudur, fakat Freud, medeniyetin kişiden daha önemli olduğunda karar kılar, ben bu görüşe karşıyım.

Koyunlar ve inekler, doğal ortamlarında çok tehlikeli ve zeki hayvanlardır (Bir ineği yakalamak için koca bir aslan sürüsü toplanır, yine de çoğu denemesinde başarısız olurlar). İnsanlar, kendilerini evcilleştirdikten sonra, doğayı da evcilleştirmeye başladılar ve doğasında tehlikeli olan hayvanları alıp, onları tamamen embesil hale getirdiiler, artık hayvanların hayatlarını savunma hakları bile ellerinden alınmıştı. Bir koyunun, bir çobana itaat için yaratıldığını, bu özelliğin doğasından geldiğini iddia edemezsiniz. İşte evcilleşmiş insan da öyledir, öylesine doğasından koparılmıştır ve en bilinçli olanımız bile, beyaz bir koyun sürüsü içinde sadece siyah koyun olabilecek kadar farklıyız.

İnsan doğasını psikiyatristlerin bildiğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz, çünkü psikiyatrinin incelediği insan, bu üretilmiş, evcilleştirilmiş insandır. Psikiyatrinin sizi normal kabul edebilmesi için, olağan şekilde evcilleştirilmiş olmanız gerekir. Normlara uymayan insan da psikolojik olarak anormal olarak nitelendirilir ve teşhisler o kadar keyfi yapılmaktadır ki, Foucault, psikiyatrinin bilim olmadığını öne sürmüştür. Örneğin 19. yüzyılda mastürbasyon yapanlar, daha 30 sene öncesine kadar eşcinseller hasta olarak kabul ediliyordu. Bu profildeki insanlar, erkler tarafından normlara uygun olarak nitelendirildiğinden beri, normal kabul edilmektedir. Psikiyatrinin de yaptığı budur; insan denen olguyu, sosyal yapının oluşturduğunu, hepimizin toplumun ürünü olduğu gerçeğini bir kenara iter, çalışmanın, iş bölümünün, sistemin insan doğasına aykırı olduğunı gözardı eder ve "çocukluğa inmek" gibi saçma sapan yollara başvurur. Çözümü psikolojik problemlerin altında yatan temel sosyolojik felaketlere yönelik değildir; bireyi toplumdan soyutlayan psikiyatri, çareyi "hastayı" yatıştırıcı ilaçlara itmekte bulur. Yani, normal yollarla evcilleşememiş bir insan, suni yollarla uyuşturularak evcilleştirilir. O yüzden Foucault'un, psikiyatrinin iktidar gücüne hizmet ettiği, sosyolojik normların farklı oluştuğu bir dünyada tamamen farklı bir psikiyatri bilimiyle karşılaşacağımız fikrine tamamen katılıyorum.

İnsan doğasına, daha doğrusu, insan sunileştirilmesine değindikten sonra, suç kavramını ele alalım. Akla ilk gelen üç temel suç var; hırsızlık, tecavüz ve cinayet. İnsanın doğasında açığa çıkmayı bekleyen bir hırsız, tecavüzcü ve katil olduğu tezinin doğru olup olmadığını incelemek için, her suçu tek tek ele almak gerekir. O yüzden bakalım.

Hırsızlık: Başkasının taşınabilir mallarını, onun isteği ve onaşımı olmaksızın kendi çıkarı ve yararı için alma. (TDK)

Gerek tanım itibarıyla, gerek hukuki anlamda, bir eylemin hırsızlık sayılabilmesi için, özel mülkiyet ön koşulu gereklidir. Yani yazılı veya sözlü yasalarla, herhangi bir malı benim üzerime garantileyen bir hüküm olması gerekir.

Fakat böyle bir hüküm, doğada yoktur. Doğada, bir avın, bir yuvanın, bir yumurtanın, hatta bir aletin sahibi, onu koruyabilendir. Genel anlamda hayvanların tüm dünyaya sahip olma hakkı vardır ve bu haklarını, güçlerinin yettiğince, ihtiyaçları dahilinde kullanırlar. Bir çita, avını zamanında bitirmezse, daha güçlü bir hayvana kaptıracağını; bir anne, yavrusunun veya yumurtasının başından ayrıldığında onun kapılabileceğini bilir ve hayvanlar, bu karşılıklı güç / güçsüzlük dahilinde uyum içerisinde yaşarlar, özel mülkiyet yoktur, dolayısıyla "hırsızlık" diye bir kavramdan bahsedilemez.

İnsanlar da, az değil, üç milyon yıl boyunca aynı prensipte yaşamışlardır. Tarım öncesi dönem, özel mülkiyet kavramının bilinmediği bir dönemdir. Tarıma geçtikten sonra dahi insanlar yıllarca, toprağı ortak işlemişler, çekirdek aile kavramı oluşana kadar ortak evlerde yaşamışlardır. Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma'da insanların nasıl yüzyıllar boyunca özel mülkiyet kavramına direndikleri ve kültürel pekçok öğenin (Toplu bayram yemekleri, düğünde takı takılması gibi) o eski, özel mülkiyetin olmadığı yılları hatırlamaya yönelik olduğunu söyler. Sahlins, bugün hala, modern devletlerle temaslardan dolayı kültürel bozulma yaşamalarına rağmen, özel mülkiyet kavramını reddeden kabilelerden bahseder. Çevredeki yenebilir tüm yiyeceklere erişme, tüm ağaçları, dağları, taşları barınak, alet yapımında kullanma hakkı, bütün hayvanlar ve insanların "doğalarında" olagelmiş bir haktır.

Peki ya içinde yaşadığımız modern toplum? Yine her yerde yiyecek , her yerde ürün var, herşeyi üreten yine halk, fakat bunlar azınlık tarafından zimmetlenmiş durumda ve serbest erişiminiz yasak. Arsalar, tarlalar, hatta av hayvanları belli zümrenin tekelinde ve tüm sistem, onların mülkünü artırma yolunda, onların çocuklarını miras yoluyla sizin çocuklarınızdan zengin kılma yolunda işliyor. Evcilleştirilmiş bir insan olarak, size bu sistemin kurallarına uygun oynamayı, çalmamayı öğretmişler. Fakat sistem, doğanıza aykırı. Sizin 3 milyon senelik insanlık güdüleriniz, gücünüz ve ihtiyacınız dahilinde herşeye erişebileceğinizi söylüyor. Fakat güç, kanunlar ve polis yoluyla elinizden alınmış, birileri ihtiyaçtan fazlasını stoklamış. Doğaya aykırı olan da tam burası. Tabi ki refleks vereceksiniz ve "çalmak" doğanıza uygun şey olacak. Fakat bu, özel mülkiyet ve dolayısıyla hırsızlık denen kavramların sonradan dahil edildiği, ne doğada, ne insan doğasında bunların olmadığı gerçeğini değiştirmez. Kızılderililerin Amerika'lılara şaşırıp "Toprak satmak mı? Havayı ve şu denizi de satabilir misiniz?" dedikleri gibi.

Tecavüz: 1. Saldırı 2. Namusuna saldırma, sarkıntılık. 3. Başkasının hakkına el uzatma. 4. Aşma, ötesine geçme. (TDK)

Orhan Çeker de Tecavüze Uğrayabilir yazımda, tecavüz konusunu işlemiştim. Tecavüz büsbütün, bir güç gösterisi, iktidar mücadelesi, ataerkil kültürün bir ürünüdür. Öncelikle iç dünyasında aciz, toplum tarafından gücün erkeklikten geldiğine inandırılmış, kadın düşmanı bir bireye ve yine ataerkil kültürün ürünü olan zayıf bir kurbana ihtiyaç vardır.

Fredy Perlman, anaerkil kabilelerden bahsederken, kadınların eş seçim sürecine dikkat çeker. Ataerkil kültürlerin tam tersine, cinsel obje konumunda olanlar erkeklerdir ve fiziksel güç, tamamen kadını etkilemeye yönelik, erkeklerin "beğenilme" toplantılarında gösterdikleri bir özelliktir, kadını hüküm altına almakta kullanılmaz (Zaten 4 milyon yıl önceki ilk atalarımıza baktığımızda kadın-erkek vücudu arasında çok belirgin farklar vardır fakat bu fiziksel fark gittikçe kapanmıştır ve bu da kadınların güç olarak daha zayıf fakat daha sosyal erkekleri seçtiğine işarettir). Bu toplumlarda, tecavüz yoktur çünkü kadın, erkeği seçme, istediğinde ayrılma hakkına sahiptir ve cinselliğini rahatça yaşar. Ataerkil toplumlardaki kadın profilinin aksine, bu kadınlar güçlüdür ve öz savunma bilinçleri gelişmiştir. Kadının cinsel özgülüğünden bahsedilebilen bir ortamda, erkeklerin de cinsel kimliği sağlıklı olarak gelişir ve onların da cinsel dürtülerinin bastırılmasına gerek kalmaz.

Zaten doğanın işleyişine bakıldığında, dişilerin erkek seçimi çok önemlidir. Dişiler, doğurabilecekleri en sağlıklı, en dayanıklı yavrularla soylarını sürdürmek isterler ve buna uygun erkeği seçerler. Doğal seleksiyon ve evrimin olumlu sonuç vermesi için bu gereklidir. Fakat kadını köleleştiren toplumda, mal varlığı, garanti gelecek gibi konular, sağlıklı, doğru erkek seçimini doğal yollardan tamamen çıkarmış, hatta erkek seçiminden bile bahsedilemeyecek bir hale sokmuştur. Kadın düşmanlığını, kadının zayıf, narin olmasını aşılayan, tüm güçleri ve statüyü erkeğe veren kültür, kadının cinselliğinden mahrum edilmesi ve bunun bastırılmamış erkeklere de yansıması, hatta tecavüzün kadınlar üzerinde yarattığı tahribat gibi konular, "doğal" değil, insan doğasına aykırıdır. Bunların getirisi, tecavüz de, aynı hırsızlık gibi, insanın doğasından değil, insanın doğasına aykırı toplum düzeninden kaynaklanmaktadır. Ne doğada, ne insan doğasında, tecavüz yoktur (Bazı türlerde erkek dominasyonu vardır fakat buna tecavüz denemez).

Cinayet: 1. Adam öldürme. 2. Adam öldürme derecesinde ağır suç. (TDK)

Cinayet ve nedenleri, uzun bir blog yazısında sadece özet geçilebilecek bir olgu. Fakat cinayetin insan doğasından geldiğini öne sürüyorsanız, bana bir tane doğal adam öldürme nedeni göstermenizi isterim. Töre cinayetleri, ideolojik kavgalardan doğan cinayetler, stadyumlardaki cinayetler, namus cinayetleri, bir küfürden doğan kavgadan çıkan cinayet (Ki küfrün yıkıcı etkisi de sonradan öğrenilen, kültürel bir durumdur) gibi pekçok neden sayabiliriz. Bunlardan nefsi müdafa dışında doğal bir reaksiyondan doğan bir eylem gösterilemez (Ki nefsi müdafa suç mudur o da ayrı bir konu). Ayrıca cinayetleri insan doğasına bağlayanlar, son 40 yılda gelişen teknolojiye ve dolayısıyla suçluların bulunma oranlarının büyük ölçüde artmasına rağmen, neden cinayetlerin inanılmaz oranlarda arttığını açıklamak durumundalar. İnsanlar, son 40 yılda doğalarına daha mı çok yaklaştılar? Yoksa tam tersi, modern hayatın içinde hapsolup, doğalarından koparıldıkları için mi cinayet oranları bu denli arttı?

İnsanın doğasında cinayet olup olmadığına iki şekilde bakabiliriz. Birincisi, yaşayan en yakın kuzenimiz şempanzelerdeki cinayet durumu, ikincisi de tarım öncesi atalarımızın durumu. Şempanzeler, son gözlemlere göre, bölgelerini korumak için savaşa girip, birbirlerini öldürebiliyorlar(2). Fakat bir gerçek de var ki, insanlar, diğer hayvanlara yaptıkları gibi, şempanzelerin yaşam sahalarını daralttı, onları bizzat kendi elleriyle öldürdü, sakat bıraktı. İnsan yapımı kapanlardan dolayı ellerini, ayaklarını kaybetmiş şempanzeler görmek gayet olağan. Kaynakları tüketilmiş, yaşam alanları kısıtlanmış şempanzeler neden katı bölgeciliğe gidiyor, kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar, anlamak zor değil.

Fosillere baktığımızda ise, avcı-toplayıcı insanların, yiyeceklerini avcılıktan çok toplayıcılıktan ve leş yiyicilikten sağladıkları dönemde, herhangi bir cinayet kanıtı yok. Avcılığa ağırlık verdikleri dönemlerde de, mızrakları, aletleri, av hayvanlarına yönelik kullandıklarını, birbirlerine zarar vermediklerini biliyoruz. Cinayetler, Cro-Magnon sonrası, hayvan evcilleştirilmesinin (Yani insan evcilleştirilmesinden sonra), mağara duvarlarının şiddet resimleriyle dolması, tarıma geçişin hemen öncesinde ortaya çıkmıştır (Cro-Magnon sonrası aynı zamanda beyin kapasitesi de azalmıştır [3]).

Bir diğer atlamamız gereken gerçek de, herhangi bir meydan savaşında, Auschwitz'de, Dersim'de ve devlet eliyle işletilmiş toplu cinayetlerde ölenler hesaba katıldığında, tarihte işlenmiş tüm bireysel cinayetlerin bir hiç olduğudur. Yani cinayetin nedenini insanın doğasında aramak yerine, devletlerin kandan beslendiği gerçeğini görmek daha mantıklı olacaktır. Bireysel cinayetler hususu ise, kültürel, dini, ideolojik nedenler ele alınmaksızın, münferit olaylar denilerek geçiştirilemez. Yazımın ortalarında belirttiğim gibi, hepimiz yaratılmış, daha doğrusu iktidarlar tarafından icat edilip, kültürler tarafından üretilmiş, aynı fabrikanın mallarıyız. Birimizin suçu, toplum kavramından soyut olarak ele alınamaz. "Cinayet" de, insan doğasından kaynaklanmayan bir olgudur. Hiçbir tür, çok gerekli kalmadıkça, kendi türünden bir canlıyı öldürmez. Kavga eder, dövüşür, fakat bir uzvunu kaybedeceğini, ciddi bir yara alacağını anladığı an vazgeçer, kazanan da amacına ulaşmış olur, daha sonra ihtiyaç duyacağını bildiği kardeşine daha fazla dokunmaz. Yani doğadaki tür içi mücadele, işkenceden ve cinayetten uzaktır. Çünkü her türün bireyleri, hayatta kalmak için karşılıklı yardımlaşmaya ihtiyacı olduğunu bilir. İnsan ise, doğadan ve tüm diğer insanlardan izole edilmiş, karşılıklı yardımlaşma güdüsü bastırılmış bir üründür. O yüzden karşısındakini perişan edinceye kadar döver, işkence eder, öldürür. Bu, doğasının tezahürü değil, doğasından koparılmışlığın bir sonucudur.

Tüm bu yazdıklarımla varmak istediğim sonuç şudur; bugün tüm sorunun altında insan doğası değil, insanın doğasından koparılması yatmaktadır. Doğada olmayan kavramları hayatımıza sokup, sonuçlardan insan doğasını sorumlu tutmak ne kadar garipse, içinde bulunduğumuz suni sistemde, insanın doğasına göre hareket ettiğini söylemek de o kadar gariptir. Eminim ki bu yazıyı okuyan hiçbir kişi "polis olmasa çıkar katliam yapardım" diye düşünmüyordur, en azından ben öyle bir düşüncede değilim ve ben de insan grubuna dahil olduğuma göre, benim istisnam dahi "insan doğası X'tir." gibi bir genellemeyi geçersiz kılar. Tekrarlıyorum, sorunun kökeninde insanın doğasından koparılıp, doğasına aykırı bir canlı haline getirilmesi yatıyor (Doğada suç ve ceza yokken, insan doğasına suç atfetmek de ironiktir). "İnsan olan bunu yapmaz" derken bile aslında kendimizi doğadaki diğer canlılardan çok farklı gördüğümüzü haykırıyoruz ve aslında tam da insan denen varlığın, suni bir ürün olduğu için çok tuhaf davrandığının bilincinde değiliz. Kültür, gelenekler, inançlar, gelecek kaygısı, miras kavramı, özel mülkiyet, teknoloji, bizi doğamızdan koparıyor. O kadar ki, "insan doğasını" bile tanımlayamaz hale geldik. Sistemin işlemesi için de bu doğadan koparılma, evcilleştirme işleminin durmaksızın sürmesi, size de bu evcilleştirmenin iyi bir şey olduğunun uzun uzun anlatılması, medeniyetin ve gelişimin devamlı övülmesi gerekiyor; çünkü doğasından kopmamış, "vahşi" bir insan topluluğu, kendisine yapılan bu muameleye dayanamaz, bu 10.000 senelik köleleştirme projesini on günde yıkar, insan doğası diye anlatılan masala gülerdi.

Ben, bir anarşist olarak, polis kurumuna, ceza konseptine, devlete karşı olduğumu söyleyince, "ya evin elinden alınırsa / ya tecavüzler artarsa / ya herkes birbirini doğrarsa" gibi tereddütlerle karşılaşıyorum. Dünya bu haldeyken, başımızdaki yöneticilerden kurtulmak, hapishaneleri bombalamak tabi ki bir işe yaramayacaktır. Çünkü günümüz modern insanı, kurumsallaştırılmış, evcilleştirilmiş ve bir sürü lideri ihtiyacında olan bir üründür. Öncelikle bu üründen kurtulmak gerekiyor (Ki bu ürün, Marx'ın öngörüsü gibi bir diktatör tarafından da yok edilemez). Bu üründen, toplum düzeni, aile kurumu, teknoloji, özel mülkiyet gibi hayatımıza işlemiş pekçok kavram yok edilerek kurtulunursa, zaten sonrasında hiçbir mücadeleye gerek kalmaksızın devlet erir gider. Fakat tamamen suçların varlığından beslenen  (Suçlar devam etmelidir ki, bu suçları önleme amacında olduğunu iddia eden "gerekli" bir devlet kurumu meşruluğunu korusun), eğitimle evcilleştiremediği bir insanı hapisanesinde disipline etmeyi kendisine prensip edinmiş (Hapisanelerin gerçekten suçları azalttığı yalanıyla bu utanç verici ceza sistemini aklamaya çalışarak), insanı doğasından uzaklaştırıp onları suça sürükleyen, çünkü kendisi doğal olmayan, suni bir devletler topluluğunda yaşıyoruz ve bu topluluğa uygun insanlar üretiyoruz. Bu üretilmiş insan, kendi doğasıyla sürekli savaş halinde olmaya mahkumdur ve ikisi aynı anda galip gelemez. İnsan doğasının galip gelmesi, bu üretilmiş insanın (Yani devlet makinesinin dişlilerini) ve dolayısıyla devletin ve devleti besleyen boğucu toplumsal düzenin yok olacağı anlamına gelmektedir. Fakat tam zıttı olur, 10.000 senedir olduğu gibi insan doğası boğulmaya devam ederse, gittikçe hızlanarak düşen bir uçak gibi yakın bir zamanda yere çakılırız ve bizimle birlikte diğer türler ve gezegendeki yaşam da yok olur gider. Karar bizim.

Referanslar:
(1) http://freethoughtnation.com/contributing-writers/63-acharya-s/562-garden-of-eden-originally-a-pygmy-myth.html
(2) http://www.nytimes.com/1988/03/13/books/love-and-murder-among-the-chimps.html?src=pm
(3) http://www.britannica.com/EBchecked/topic/143532/Cro-Magnon