22 Kasım 2010 Pazartesi

Demirtaş'tan İttifak Konusuna Açıklık

Önceki yazımda, gündeme getirilen CHP-BDP ittifakına değinmiştim. Medyada yaratılan tablo, seçim öncesi çarpık bir ittifaka gidiş yönündeydi. Bu durumun da BDP'nin düştüğü bir yanılgı olacağını yazmıştım ve Baykal'ın bu konudaki aldatmacalarla dolu görüşünden bahsetmiştim. Selahattin Demirtaş, bugün NTV'ye verdiği demeçte bu konudaki soru işaretlerine açıklık getirmiş. BDP'yi neden desteklediğimin özeti diyebileceğim bir konuşma yapmış.

BDP, medyada hep "Kürtçü" parti olarak lanse ediliyor. Halbuki, Türkiye'deki Kürt realitesinin ülkenin en büyük sorunu olduğunu, ülke sorunlarını çözerken de bu sorunun temele oturtulmasını savunan ve bu tez üzerinden siyaset yapan bir sol parti. Bakıldığında, haksızlar diyemeyiz. Çünkü Kürt sorununu çözmek istiyorsak, ifade özgürlüğü sorununu, işsizlik ve yoksulluk sorununu, etnik kimliklere saygı sorununu, inanç sorununu, demokratik haklar sorununu tümüyle çözmemiz gerekiyor. Bunlardan birini ya da birkaçını çözemezsek, Kürt sorunu da çözülmez. Bu sorunlar çözüldüğünde de zaten Kürt sorunu kalmadığı gibi, ülkede yaşayan diğer halkların da etnik, ifade, ekonomi, inanç sorunları büyük ölçüde çözülmüş olur. Alevilerin sorunu da kalmaz, türban sorunu da, gayrimüslim sorunu da, diğer etnik grupların sorunu da, ekonomi sorunu da (Burada en büyük engel ekonomi, zira ülkeyi asıl yöneten rejimin ekonomik diktatörlük olduğu düşünüldüğünde, ekonomi sorununu çözmek için büyük reformlar gerekiyor). Yani böyle geniş bir vizyona "Kürtçü" diye bakmak ve bu insanları terörist ilan etmek, sığlıktan ötesi değil. Bir gün dahi meclis çalışmaları izlendiğinde, BDP'nin çalışmalara katılımlarının "Kürtçülük" başlığına indirgenemeyeceği açıkça görülebilir, tabi görmek istiyorsanız.

Neyse, işte Selahattin Demirtaş'ın verdiği demeç, özellikle dikkat çekmek istediğim ve benim de bu blogda anlatmaya çalıştığım cümleleri vurguladım:

"Mesele dar bir çervede, son derece sığ bir yaklaşımla ele alınmamalı diye düşünüyoruz. Klasik bir seçim ittifakı şeklinde tartışılmamalı, biz bu şekilde tartışmadık. Bizim yaklaşımımız yüzeysel, gayrıciddi değil. Türkiye yeni bir anayasaya doğru gidiyor, bu kaçınılmaz artık ve kendi içinde bir dizayn süreci yaşıyor. Böylesi bir dönemde Türkiye’nin güçlü demokratik bir bloğa ihtiyacı var. Daha fazla özgürlük talep eden, demokratik olarak önünü açabilecek özgürlüklere daha geniş bir perspektifte bakabilecek; açlık, yoksulluk ve işsizlik sorununu çalışanların lehine çözebilecek sol, demokratik güçlü bir bloğa ihtiyaç var. CHP, kendini sosyal demokrat olarak tanımlıyor ama Türkiye’nin bütün önemli meselelerine bakışında ciddi eksiklik, yanlışlık var. Ana muhalefet partisi sosyal demokrat kimliğe bürünebilir; Kürt sorunu, inanç sorunu, ifade özgürlüğü sorunu, Alevilerin sorunları, emekçilerin sorunlarıyla ilgili demokratik bir bakış açısına kavuşursa, bu, demokratik bir bloğu da getirebilir. Seçim ittifakı da sadece bunun bir parçası olabilir.

CHP, ÖDEP, EMEP, SDP, HAKPAR, HAS Parti gibi partiler, sendikalar, emek örgütleri sivil özgürlükçü anayasayı yapabilecek bir blok oluşturarsa, bu blog İtalya’daki gibi 'Zeytin dalı' gibi bir çalışma yürütebilse... Biz, ilkesiz bir seçim ittifakını tartışalım demedik. Son derece yüzeysel, süreci anlamayan, ilkesiz değerlendirmeler üzücü.

CHP’ye kapılar kapanmadı. Sadece iktidarı hedefleyen, millitvekili sayısını artıran bir ittifak tartışmamız olmadı. Gündemde tartıştığımız BDP-CHP ittifakı çalışması yoktu. Bu tartışmalar şunu ortaya çıkardı ki, güçlü bir demokratik cepheye, bloğa ihtiyaç var. CHP, Türkiye’nin en büyük sorun olan Kürt sorununa ilişkin politika üretmek zorundadır. Niye zorundadır, birincisi ana muhalefet partisi olduğu için, ikincisi ise bu sorunu yaratan parti olduğu için. CHP’nin geçmişteki zihniyeti bunu yarattı. Başörtüsü sorununun ortaya çıkmasında Cumhuriyet rejiminin inançlı kesimlerle barışamaması problemi var. Bu konuda sorumluluğu var, görev üstlenmedi. Bunun üzerinden ittifak ve blok tartışılabilir. BDP kapıları kapatmadı, kapatmaz da. BDP, ilkesiz bir seçim ittifakı içinde olmaz."

20 Kasım 2010 Cumartesi

Baykal Şaka mı Yapıyor?

Normalde siyaset adamlarının girdiği diyaloglar, güncel siyasi olaylar benim için önemsiz olmuştur. Çünkü gözümde tüm siyasi partiler, halkı sömürmek üzere kurulmuş düzenin bir parçaları. "Vatanını seven ve ülkesinin kalkınmasını isteyen her bilinçli vatandaş oy kullanmalı." gibi laflar safsatadan başka bir şey de değil. Senelerdir halkın gözleri önünde çok güzel oyun oynanıyor, haber spikerleri ve siyasetçiler Emmy ödülü rahatlıkla alabilecek nitelikteler.

Neyse. Birkaç gündür CHP ile BDP'nin birleşeceği yönünde bir laf var ortada. BDP, desteklediğim ender partilerdendir. Nedenine gelirsek, herkes AKP-CHP çekişmesinde bir şeyi kaçırıyor: Kanunlarımız ve anayasamız, halkı koruma üzerine değil, devleti halktan koruma üzerine inşa edilmiş. Ben bugün bir hak talebinde bulunsam, hemen sorgulanacak şey benim bu talebimin rejime aykırı olup olmadığı, devlete zarar verip vermeyeceği. Yani benim bu talebimin evrensel insan haklarının bana "hak" olarak sunduğu bir talep mi, bunu kimse sorgulamaz. Çünkü, halkıyla kavga eden bir rejimde yaşıyoruz. Bu sistemi kuran da zaten CHP. Bunun tüm nimetlerinden nemalanan şu anda AKP olduğu için de, bunu çok değiştireceklerini sanmıyorum. Yani hepsi aynı okun laciverti. Bu sistemi savunan herhangi bir partiden de merhamet beklemek saflık olur, çünkü bu sistemi ve rejimi savunmak, direkt olarak devletin bekçiliğini yapmak ve bu bağlamda halkla kavga etmek, ekonomik açıdan da sömürmek demektir (Bugün yönetim şeklimizin cumhuriyet değil, ekonomik diktatörlük olduğunu idrak eden bile yok). BDP ise, bu sistemi samimi olarak değiştirmek isteyen nadir partilerden. Üyeleri de bunun bedelini en ağır şekillerde ödediler, ödemekteler. Onların içinden de bu Türk-Kürt savaşının bitmesini istemeyen, Türk milliyetçiliğine Kürt milliyetçiliğiyle cevap verme yanılgısına düşenler olsa da, bizim Türkçü partilerimizin ve ordumuzun içinde bu savaşın sürmesini isteyenlerin oranına baktığımda, gayet masum duruyor bu parti.

O yüzden CHP ile bir birleşim, CHP'den çok daha "sol" olan BDP'nin sola katkısı cazip gelebilir. Lakin, BDP'liler, CHP'nin değişeceği yanılgısına düşmüş olmalılar ki, ittifak talebinde bulunmuşlar. Daha iki gün önce Kılıçdaroğlu, bir gaziye, terörü durdurma yolunun "PKK'nın ekonomik bağlantılarını kesmek" olduğunu söyleyerek, senelerdir hiçbir şeyi çözmemiş olduğu defalarca kanıtlanmış, her siyasetçinin söyleyegeldiği klişeyi tekrarlıyordu. Üslup değişse de, CHP zihniyeti değişmezdi çünkü. Zamanında Ahmet Türk CHP'den milletvekili oldu, SHP ile ittifaklar oldu da ne oldu? Yani BDP'liler bir umut peşindelerse, boşa çıkacaktır. Gerçi bilinmez, onlar da bir test niyetinde olabilir, zira önümüz seçim.

Benim bu yazımı yazmama neden olmuş konu ise, sabah gördüğüm, Baykal'ın bu olası ittifak hakkındaki sözleri. Tabi ki, senelerin Baykal'ı, böyle bir ittifaka başlanmadan karşı çıkmış. Baykal'ın konuşmasından dikkatimi çeken bölümler şöyle:

"CHP, Türkiye'nin temelidir, özüdür, bir büyük siyasi partidir. ...Biz sadece iktidara gelerek görev yapacak partilerden değiliz. Biz muhalefette de görev yaparız. Muhalefette de büyük görevler yapıyoruz, bugüne kadar da büyük görevler yaptık; hizmet olarak, caydırıcı olarak, yanlışlıkları önleyici olarak, iktidarın yanlış istikamete sürüklenmelerini önleyerek, Türkiye'nin temel dinamiklerini sahiplenerek. ...Muhalefette görevim yok diye düşünürsen, iktidar olmak için kestirme yollar aramaya kalkarsan, iktidar olmanın kestirme yolları, sihirli değnek dokunuşuyla birden bire iktidara gelme hevesleri, hesapları, sizi çok ciddi yanlışlıklara sürükleyebilir. Biz görmüş geçirmiş partiyiz. İlkelerimizi biliyoruz. Temellerimizi, görevimizi, tarihi misyonumuzu biliyoruz. O nedenle hiç kimse bizi 'şöyle yap, böyle yap, seni iktidara getiririz' söylemleriyle aldatamaz."

"Bugüne kadar önümüze gelen yanlışların altında bunun yattığını biliyoruz. Hiçbir şekilde buna CHP'nin alet olmaması gereken bir konudur. Etnik ve mezhepsel ayrışma temelinde siyaset bizim işimiz değildir. Böyle siyaset yapanlarla o zeminde yarışmak da bizim işimiz değildir. Öyle siyaset yapanların ve öyle siyaset yaparak başarılı olduğunu düşünülenlerin o yöntemlerini taklit ederek başarıya ulaşmak bizim işimiz değildir."

"...Önümüzde örnekler var. Ortadoğu'da, Irak'ta, Afganistan'da, Lübnan'da yaşanan örnekler var. Bütün bunları görmüş bir ülke olarak da 80 yıl önce düşmediğimiz tuzağa şimdi mi düşeceğiz? CHP'yi alet ederek mi Türkiye'yi bu tuzağa düşürecekler? Herkes alet olabilir o tuzağa ama CHP alet olmadıkça o tuzak Türkiye için işlemez. Herkes de çok iyi biliyor ki, o tuzağı Türkiye için işletebilmenin yolu, CHP'yi bu işe alet etmektir. İnanıyorum CHP buna izin vermeyecektir. Hiçbir bedel karşılığı, hiçbir bir siyasi bekleyiş peşinde koşarak, olmayacak işlere kalkışarak bu temel yanlışa CHP alet olmayacaktır."


Yani Baykal diyor ki; Biz muhalefette de iyiyiz, iktidara gelmek için etnik ayrışma temelinde siyaset yapan bir partiyle işbirliği yapmak bizim işimiz değildir. Şaka gibi olan ifade de CHP'nin, 80 senedir, etnik ve mezhepsel ayrışma temelinde siyaset yapmadığı. Benim aklıma şu sorular geldi hemen:

-Bu ülkenin adını TÜRKiye koyan kim?

-Başkanına AtaTÜRK soyadını veren kim?

-Türkçe dışında her dili yasaklayan kim?

-Kürtçe mekan isimlerini değiştirip Türkçe isimler veren kim?

-14 Haziran 1934 tarihli, 2510 sayılı İskan Yasası'nı çıkaran:
1- "Türk ırkından olmayanlar, hükümetten yardım istemeseler bile hükümetin göstereceği yerde yurt tutmağa ve hükümetin izni olmadıkça buralarda kalmağa mecburdurlar."(Madde 7)
2- "Ana dili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar ettirmeleri yasaktır."(Madde 11)
3- "Türk ırkından olmayanların serpiştirme suretiyle köylere ve ayrı mahalle veya küme teşkil etmeyecek şekilde kasaba veya şehirlere iskânları mecburdur." (Madde 13)
maddeleriyle açıkça "Türk ırkı"ndan bahseden kim?

-1937 yılında Ankara Asker Mektebi'ne girmek için, "Türk ırkından olma" şartı isteyen kim?

-1942 yılında Varlık Vergisi'ni çıkarıp, gayrimüslimlerden, 8 kat fazla vergi alan kim?

-25 yıllık tek parti dönemi boyunca, ders kitaplarında çocuklara Türk Tarih Tezi saçmalığından hareketle, "medeniyeti dünyaya öğreten, kılıcıyla tüm milletleri dize getiren ırkın Türkler" olduğu fikrini aşılayan kim? Bugün dahi, Cumhurbaşkanlığının Forsu'nun 16 yıldızı, bu saçma tez ile oluşturulmamış mıdır?

-60 küsür bin kafatasını ölçüp "Türk ırkının özelliklerini" tespit eden ve "bilimsel sonuçlara göre kafatasımız geniştir ve Türk ırkı zekidir" diyen Atatürk CHP'si değil mi?

-Tecrit maskesi altında Ermenilerin katledilmesi sonucunda, yerlerine ulaştırılan bir avuç Ermeni'ye de mallarının ya da mallarının karşılığının geri verileceği sözünü verdikten sonra "Hititliler de Türk'tü, bu ülkenin sahibi Türk'tü, sonra Romalılar, Araplar, Ermeniler geldi işgal etti, biz işgalcileri kovarak sadece sahip olduğumuz yeri aldık, Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur." diyen Atatürk'ün kendisi değil mi?

-İki lafından biri Türklük olan Atatürk değil midir? Bu, "Türklüğe hakaret" bahanesiyle yüzlerce aydını tutuklamaya sebep olmuş bir paranoya haline dönüşmemiş midir?

-1930 Temmuz'unda, Zilan deresinin nasıl cesetle doldurulduğu, Kürt köylerinin nasıl yakıldığını övgüyle anlatan bizzat rejim sözcüsü Cumhuriyet Gazetesi değil mi?

-Atatürk'ün emriyle bir Kürt raporu hazırlayan ve içerisine "Türklüğe hevesli bir Arap şehri olan Siirt'in doğuya naklini tercih ederim.", "Van ve Erzincan'da acele olarak, Muş Ovası'nda tedricen ve Elazığ Ovası'nda kuvvetli Türk kitleleri vücuda getirmek zorundayız." "Türklerle Kürtler aynı okulda okumalıdır. Bu Kürtleri Türkleştirmek için etkili olacaktır." "Diyarbakır, kuvvetli Türklük merkezi olmak için tedbirlerimizi kolaylıkla işletebileceğimiz bir olgunluktadır." gibi asimilasyon planlarını yazan, "Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız." diyen İsmet İnönü değil midir?

Daha örnekler artırılabilir, lakin CHP'nin 80 senedir etnik ve mezhepsel ayrışmaya dayalı siyaset yapmadığını söylemek, gerçeklikten epey uzak. PKK'nın varlığı bile, tek parti CHP iktidarının ve ardından gelenlerin ırkçı uygulamaları sonucudur. Bugün kalkıp da "Atatürk milliyetçiliği" diğer milliyetçiliklerden farklı ve daha modern diyen, "Türkiye Cumhuriyeti'nin Atatürk milliyetçiliği üzerine inşa edildiği" hakkındaki anayasa maddelerinin korunmasını isteyen birisi çıkıp da nasıl başkalarını etnik ayrımcılıkla suçlayabilir? Kürtler bugüne kadar bu savunma siyasetini yapmasalardı, ne dilleri kalırdı, ne kültürleri. Bunun ayrımcılıkla ilgisi yok, eğer kültürünüz yok edilmeye çalışılıyor, aşağılanıyorsa, bunun karşısında siyaset yapmak ayrımcılık değildir. Hatta bu uygulamalarla Kürt milliyetçiliğinin alevlenmesini sağlamış insanlar, bizzat İttihat ve Terakkiciler, ondan sonra da CHP tek parti hükümetidir. Baykal'ın şu dediği lafa tamamen katılıyorum: "Bugüne kadar önümüze gelen yanlışların altında bunun (Etnik ve mezhepsel ayrışma temelli siyasetin) yattığını biliyoruz." lakin Baykal'ın atladığı şey, o ayrışma temelini atan başlıca unsurlardan birinin, CHP iktidarındaki eyleme geçirdiği ve bugün de savunageldikleri uygulamalar olduğu.

Yani Baykal şunu kastediyor: Atatürk döneminde tüm katliamlar, derelerin cesetle doldurulması, köylerin yakılması haklıydı, eğer ki Atatürk, isyancılara el uzatsa, "bu oyuna alet olmuş" olurdu. "80 sene önce bu oyuna alet olmadık." lafının başka açıklaması yok. Atatürk hükümeti son derece katı, otoriter müdahalelerle bölge halkını silmiştir, o yüzden bu savaş bugün de devam etmeli, CHP-BDP ittifakına karşı çıkılmalıdır. Baykal'ın sözlerinden başka anlam çıkmıyor.

Bir de anlamıyorum; Türk milliyetçiliği tamamen yasal, İttihat ve Terakkicilerin son derece ırkçı söylem ve uygulamaları doğal, lakin zamanının Ermeni çeteleri, Kürt örgütlenmeleri hain ve katli vacip. Neden? Çünkü milliyetçiler. Türkler milliyetçiyken, Atatürk milliyetçiyken, MHP gençleri Türkeş önderliğinde silahlandırırken neden bunun adı da terörizm olmuyor? Çünkü onlar "vatanperver", mermileri de yasal. Günümüzde 30 yıldır aktif olarak süren iç savaşa rağmen siyasi açıdan Irak'tan çok da öte olduğumuzu söylemek, Lübnan'dan fersah fersah ileride olduğumuzu, ülkemizde demokrasi olduğunu söylemek, yine Atatürkçülüğün ülkeyi olduğundan üstün gösterme çabalarından biridir. Bu üstünlük de Atatürk ve CHP'nin hünerlerine bağlanır. Onlar bu başarının mimarıdır, halka tüm bunları "bahşetmiştir".

Son derece ahlaksız bulduğum şey ise "Bakın biz moderniz, insan hakları, özgürlük zaten Atatürk ve CHP'nin yarattığı şeyler, ama birileri çıkıp ayrımcılık yapıyor" denilip, CHP tarihinin aklanmaya çalışılması ve bu aklama sonucu günümüzde statükonun sürdürülüp bundan nemalanmaya kalkılması. Baykal'ın da bugüne yaptığı kadar bu. CHP'yi destekleyenlerin çoğu da tek parti döneminde yapılan barbarca zulüm ve haksızlıkları bilmiyorlar. Çok güzel maskeleniyor çünkü.

Ne kadar az bilirsek, o kadar yalan üretirler, beyin yıkamak o kadar kolaylaşır. Saygılar.

19 Kasım 2010 Cuma

Kemalizmin Altı Oku

Blogumdaki ilk yazımda, "Atatürkçülük" diye bir ideolojinin aslında var olmadığını söylemiştim. Bundan kastettiğimi açmak gerekirse; Tabi ki ortada bir Kemalizm vardır, fakat bu, bir düşünür olmayan Atatürk'ün kendi dehasıyla geliştirdiği bir sistem değil, batıdan ithal ettiği fikirlerden, Osmanlı geleneğinden, dönemin fikir adamlarının görüşlerinden harmanladığı bir kültürel, sosyal, ekonomik ve politik uygulamalar bütünüdür. Fakat Atatürk, bu uygulama, ilkeler ve düşünceleri detaylarıyla, etkilendiği politikacı, komutanlar ve fikir adamlarının ışığında bir kitapta anlatma gereği duymadı. Bu yüzden de Kemalizm hep "Atatürk'ün kendi ürünü" olarak sergilenegeldi, lakin Atatürk'ün konu hakkında bir eser yayınlamamış olması, Kemalizmin ana kaynaklarını "Atatürk'ün söz ve demeçleri", "CHP parti programları" ve "Atatürk dönemindeki uygulamalar" ile sınırlı kıldı.

Bu yazımda, Kemalizmi oluşturduğu söylenen bu kaynaklardan, Atatürk'ün söz ve demeçlerini geri planda tutarak, tek partili dönemde CHP'nin parti programları ve bu dönemdeki uygulamaları (Çıkarılan yasalar, ders kitapları, yasaların uygulanışı, vs) ön planda tutmaya özen göstereceğim. Çünkü, Atatürk'ü kendi söz ve demeçleriyle anlamaya çalışırsak, işin içinden çıkamayız. Nitekim, Atatürk'ün birbiriyle çelişen sözlerini geçtim, birbirinin tamamen zıttı olan onlarca sözü vardır. Bu sözler kimi zaman farklı dönemlerde söylenmiş, kimi zaman da aynı dönemde, farklı kitlelere söylenmiştir. Bir örnek vermek gerekirse, 27 Nisan 1920, yani BMM kurulduktan 4 gün sonra, Atatürk'ün Vahdettin'e gönderdiği telgraf şöyledir: "Padişahımız! Kalbimiz hissi sadakat ve kullukla dolu, tahtınızın etrafında her zamandan daha sıkı bir rabıta ile toplanmış bulunuyoruz. Toplanmasının ilk bu sözü Halife ve Padişah'ına sadakat olan Büyük Millet Meclisi son sözünün yine bundan ibaret olacağını yüce kapınıza büyük tazim ve huşu ile arz eder." (1) Üstüne Atatürk, Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan ile evlenmek istemiş, reddedilmiştir.

Lakin yine aynı Atatürk'ün, meclisin açılışından iki yıl sonra yaptığı meclis konuşmasına bakarsak: "Nasıl ki, kanunen idamı lazım gelenlerin bile ipini çekmek için kalb ve vicdan-ı ulviyeti insaniyeden mücerret bir mahluk aranır. İdam hükmünü verenlerin böyle adi bir vasıtaya ihtiyacı vardır. O kim olabilir? Türkiye devletinin istiklaline hatime veren, Türkiye halkının hayatını, namusunu, şerefini imha eden, Türkiye’nin idam kararını ayağa kalkarak ve bütün endamiyle kabul etmek istidadında kim olabilir? (Vahdettin, Vahdettin! sadaları, gürültüler.) Maatteessüf bu milletin hükümdar diye, sultan diye, padişah diye, halife diye başında bulundurduğu Vahdettin… (Allah kahretsin! sadaları)."(2)

Yani diyeceğim şu; Atatürk'ün bir söz veya demecini, eğer ki o söz bir eylemle desteklenmemişse, Atatürkçülüğe kanıt olarak kullanamazsınız. O yüzden benim de bu yazıda yapacağım, sadece eylemle kanıtlanmış sözleri alıntılamak olacak.

CHP'nin 1927'deki ilk programına bakarsanız, cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve halkçılık olarak üç okunun bulunduğunu görürsünüz. 1931'de ise diğer üç ok da eklenmiştir, lakin programa "Yalnız bir kaç sene değil, istikbale de şamil olan tasavvurlarımızın ana hatları burada toplu bir halde yazılmıştır."(3) gibi bir cümle eklenmiş ve bu ilkelerin gelecekte de korunacağı söylenip, dogmatikleştirilmiştir. 1935 yılında ise söz konusu cümle, "Yalnız bir kaç yıl için değil, geleceği de kapsayan tasarlarımızın ana hatları burada toplu olarak yazılmıştır. Partinin güttüğü bütün bu esaslar, Kamalizm prensipleridir." (4) şeklinde değiştirilerek, Kemalizm resmen programa sokulmuş oldu (Kemal'in Arapça olduğu ve Kamal'in öz Türkçe olduğu iddiasıyla o dönem Atatürk, Kamal ismini kullanmıştır). Fakat 1935 programı, ideolojik olarak 1931 programıyla aynıdır, bu açıdan bakıldığında, Kemalizmin 1931 yılında şekillenmiş olduğu söylenebilir.

Sonrasında gerek 1938'de başlayan "milli şef" döneminde olsun, gerek çok partili dönemde olsun, anayasaları tekeline almış, milli eğitim aracılığıyla olsun, Anıtkabir'de yapılan askeri törenle açılıp kapanan tek kanallı devlet televizyonu, devlet sansürü, devlet radyosu vasıtasıyla olsun, yıllarca millete telkin edilen, bu sayede özellikle gelecek nesillere, ülkenin geleceği adına vazgeçilmez yol gösterici olduğuna inandırılan bu doktrinlerin net bir şekilde araştırılmasına, anlaşılmasına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Yukarıda bahsettiğim birincil kaynaklardan CHP'nin parti programları ve Atatürk dönemi uygulamalarını ön planda tutarak, bu uygulamaları destekleyen Atatürk'ün söz ve demeçlerini alıntılayarak, yer yer karşılaştırmalı siyaset (Comporative politics) biliminden yararlanarak, Kemalizmin altı okunu açıklamaya çalışacağım. Uzun bir yazı olacak, ezberleri bozmaya hazır değilseniz, biraz ağır gelebilir. Çünkü "saltanatın kaldırılması aşağıdaki hangi Atatürk ilkesinin sonucudur?" tarzı resmi tarih sığlığında ve paralelliğinde gitmeyecek. Başlayalım.

CUMHURİYETÇİLİK
"Padişah kovuldu, cumhuriyet ilan edildi, milletin 600 senelik esareti sona erdi." gibi söylemler sık sık dile getirilir. Gerçekten de, Kemalizm'in cumhuriyet tanımı, "monarşi karşıtlığı" şeklinde dar bir ifadeden öteye gitmemiştir. Yani, Osmanlı padişahını tahttan indirip sürgüne göndererek, halk egemenliğinin özgüleneceğini iddia etti. 1935 yılındaki CHP programına dönersek, cumhuriyetçilikle ilgili bölüm şudur (Bundan daha derin bir anlam içeren hiçbir tanım da yoktur):

"Parti, ulus egemenliği ülküsünü en iyi ve en sağlam surette temsil eden ve tatbik eden devlet şeklinin Cumhuriyet olduğuna ikna olmuştur. Parti bu sarsılmaz kanağatla, Cumhuriyeti her tehlükeye karşı, bütün araçlarla korur."

Gerçekten de, insana ait bir siyasi saha olması gerektiğini savunan cumhuriyet, mutlak monarşiye karşıdır. Lakin, padişahı tahttan indirmek, anayasaya "yönetim şekli cumhuriyettir." diye madde eklemek, siyasi sahayı insana ait kılar mı? Buna paralel olarak, Atatürk yönetimi ve sonraki iktidarlar, siyasi sahayı insana ait kılmış mıdır, yani egemenlik halka geçmiş midir? (Bu arada ulus egemenliği, halkın egemen olması demek değildir)

Bu sorunun yanıtını vermeden önce, biraz geriye gidelim; 2. Meşrutiyet dönemine. Bu dönemde "mutlak monarşi" zaten söz konusu olmaktan çıkmış, anayasal monarşiye dönmüş, yani padişahın yetkisi, günümüz Britanya Krallığı'nda olduğu gibi, anayasal yolla sembolikleştirilmişti. Devleti parlamento yönetiyordu ve bu parlamento, çok partiliydi. Öyle ki, ders kitaplarında cumhuriyet övülüyor, lakin meşrutiyetle arasındaki tek farkın, devletin hükümdarının seçim yolunun olduğu belirtiliyordu:
"Cumhuriyet hükümeti, meşrutiyet hükümetinin aynıdır. Yalnız, daimi bir hükümdar yerine milletvekilleri tarafından seçilen bir reis, devleti idare eder. Bu reis, her beş altı senede bir değişir ve ona reis-i cumhur denir. Dünyada mevcut hükümetlerin en ziyade hür ve ilerisi işte bu cumhuriyet hükümetidir." (5)

Bu dönemde, özellikle eğitim sahasında, hiçbir yerde padişahı öven bir metin göremezsiniz. Hatta, günümüzde de sıkça başvurulan korkutma yöntemi kullanılmış, çocuklara, meşrutiyetin ilanının, ülkenin batması karşısında tek çare olduğu öğretilmiştir:
"Kanun-u Esasi ilan edilmese idi, hükümetimiz şimdiye kadar batar, milletimiz başka milletlere esir olurdu. Çünkü hükümetin fena idaresi yüzünden Avrupa hükümetleri mazallah memleketimizi taksime karar vermişlerdi. Bereket versin meşrutiyeti ilan ettik de bu felaketten kurtulduk."(6) (Cumhuriyet döneminde de "Kanun-u Esasi" terimi "Cumhuriyet" ile değişmiş, o kurulmasa, ülkenin çoktan batacağı, halkın eziyet içinde yaşayacağı telkinine başlanmıştır, bu günümüzde de devam etmektedir)

Lakin yine bu dönemin ders kitaplarında, cumhuriyetin bu üstünlüğüne rağmen, Osmanlı'da uygulanamayacağı söyleniyordu:
"Biz muhtelif çeşitli kavimlerden, unsurlardan oluşmuş bir millet, bir hükümetiz. Böyle seçim ile hükümdar tayinine kalksak cumhur reisinin, her kavm, her unsur kendisinden olmasını ister. Kavgalar zuhur eder. Halbuki hanedan-ı al-i Osman bu devleti kurmuş, esasını ortaya koymuş, bunun büyümesi için birçok fedakarlıklar yapmış. Bu mübarek hanedan kadar millete hizmet etmiş hiç bir hanedan yoktur. Binaenaleyh, Osmani Devleti’nde cumhuriyet katiyyen caiz değildir." (7)

Yani ülkenin Türk, Ermeni, Kürt, Bulgar, Rum, Arap, Yahudi gibi çeşitli din ve ırktan oluşması, cumhuriyet önünde engel olarak sunulmuştur. Aslında engel değildir, lakin o dönemde iktidarda olan İttihatçıların cumhuriyet algısı (Atatürk'ün de bu konudaki görüşü aynı yöndedir), bireysel özgürlükler paralelinde demokrasiyle atbaşı giden Anglosakson tarzı bir cumhuriyet değil, halkı bir yığın olarak gören milliyetçi Fransız tipi cumhuriyetti. Hal öyle olunca, farklılıklar sorun görülüyordu. Cumhuriyete o dönem geçilmememsinin bir diğer nedeni de dönemde hakim olan Osmanlıcılık görüşüydü.

Lakin II. Meşrutiyet döneminin ikinci yarısında, Balkan Savaşları gibi olaylar, İttihatçıların giderek artan Türkçülük meyli ve ırkçı faaliyetleri, Ermeni katliamları ve diğer etnik temizlikler, Yunanlılarla savaş gibi olaylar sonunda yavaş yavaş, ülkenin "çeşitli kavimlerden oluştuğu" gerçeğinden ne yazık ki uzaklaşılmıştır. Yani başka bir deyişle, "Cumhuriyet önündeki engel kalkıyordu".

Vekillerin Haberi Olmayan Bir Cumhuriyetin İlanı
1920-23 arası TBMM, Atatürk'e muhalefetin yapılabildiği bir yer olmuştur. Lakin çoğu tartışmalar, zaten çoğu vekilin askeri kökenli olduğu bir mecliste, şiddet içinde geçmiştir. Özellikle Ali Şükrü Bey, Mustafa Kemal'e ateşli muhalefetiyle ünlüdür. Akıbeti ise Atatürk'ün muhafız kıtası komutanı Topal Osman tarafından öldürülmesi olmuştur. Bu suikast ve akabinde yaşananlar bir film olacak niteliktedir.

Biz, burada bizi ilgilendireni kadarına değinelim. Ali Şükrü'nün katlinden bir gün sonra, Mustafa Kemal, milletvekillerini bizzat kendisinin ataması için güven oyu ister. Kazım Karabekir de buna karşı çıkarak böyle tek kişinin vekil atadığı bir meclisin milli meclis olamayacağını söyler. (8) Fakat yine de Kemal'in dediği olur ve muhalif olan Ali Şükrü'nün grubu tasfiye edilir. Böylelikle, muhalefetten uzak ve Tek Parti-Tek Adam rejiminin oluşturulacağı ikinci meclis, 11 Ağustos 1923'te toplanır.

İkinci meclisin açılmasından bir ay sonra, Halk Fırkası kurulur ve başına Mustafa Kemal geçer. Her ne kadar ikinci meclis, kendisine yakın insanlardan oluşsa da, Mustafa Kemal'in hem parti başkanı, hem devlet başkanı olmasına tepkiler gelir ve tek adam rejimine gidildiğini hissedenler, bu duruma şüpheyle yaklaşır. Bu şartlar altında, Mustafa Kemal'in, mecliste çoğunluğu alamayacağı açıktır.

Böyle bir ortamda, 28 Ekim 1923 akşamı, Kemal'in sofrasında, çoğu asker milletvekillerden oluşan bir toplantı yapılır ve sabaha doğru, anayasanın 1. maddesine "Türkiye devletinin şekli Hükümet-i Cumhuriyedir" ifadesinin konulması kararlaştırılır. O gün orada olan Falih Rıfkı Atay'ın deyimiyle, o günün eski rejimin son günü olduğunu bilenler az, bilmeyenler çoktu. (9) O toplantının sabahında, 334 vekilden oluşan mecliste sadece değişiklikten haberi olan 158 vekilin katılımıyla yapılan oylamada, Cumhuriyet ilan edildi ve salt oyunluğun dahi sağlanmadığı bu oylamayla Mustafa Kemal, cumhurbaşkanı oldu.

Kazım Karabekir ise olaydan kendisinin dahi haberinin olmadığını şu sözlerle belirtiyor: "Ben hem mebus hem de bir ordu kumandanı olduğum halde bana da kimse bir şey bildirmemişti. Bu vaziyet haklı olarak halkı da orduyu da telaş ve endişeye düşürdü. Daha dün yüreklerine ferahlık verdiğim zatlar benden bu şeklin manasını soruyorlardı. Bu vaziyette tabii Cumhuriyet’in ilanını ertesi gün dahi kutlayamadık." (10)

Bu olay, bir darbe etkisi yaratmış ve Mustafa Kemal'e karşı muhalefeti güçlendirmiştir. Muhalif kanada geçecek kişilerin içinde pekçok milli mücadele komutanı da vardır. Kazım Karabekir, bu durumu çok güzel şekilde özetliyor ve benim başta da örnek verdiğim Atatürk'ün "hem padişahı ululayan hem padişahı süren lider" özelliğin vurgu yapıyor:
"Hilafet ve saltanatı almak için koyu bir mutaassıp çehre ile minberlere kadar çıkıp hutbeler okumak, muvaffak olamayınca da bizzat övülen mukaddesata dil uzatmak ve bunları altüst etmek üzere bir diktatörlüğe çıkmak gibi iki tehlikeli aşırı ucun birinden diğerine atlamak herkesin yapabileceği bir iş değildi. Fakat bu, kurtuluşa doğru bir gidiş de değildi." (11)

Görüleceği üzre konu rejim şekli üzerindeki tartışmadan çok, bunun oldu bittiye getirilmesi ve bir anda meclisin yarısının bile onayı alınmadan Mustafa Kemal'in eşsiz yetkilerle donatılması. Falih Rıfkı'ya arkadaşından 31 Ekim'de gelen bir mektup aslında durumu özetliyor:
"Cumhuriyete diyecek yok. Fakat ilan tarzına bayıldık. Oyun pek mahirane tertip edilmiş, Millet Meclisi azasının çoğundan saklanmıştır. Doğrusu, hakimiyet-i milliye prensibinin cari olduğunu her vesile ile tekrar ettiğimiz bir devirde devlet şeklinin tesbit edilmesi gibi bir meselenin böyle yapılıvermesi kolaylıkla hazmedilebilecek bir şey değildir."(12)

Peki bu olayları Atatürk nasıl izah ediyor? Nutuk'a bakalım: "Yemek yenirken; 'Yarın cumhuriyet ilan edeceğiz!' dedim. Orada bulunan arkadaşlar, hemen düşünceme katıldılar. Yemeği bıraktık. Hemen o dakikada nasıl davranılacağı üzerinde kısa bir program saptadım ve arkadaşları görevlendirdim. Düzenlediğim programın ve verdiğim yönergenin uygulanışını göreceksiniz. Efendiler, görüyorsunuz ki cumhuriyet ilanına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı çağırmaya ve onlarla görüşüp tartışmaya gerek ve gereksinme görmedim. Çünkü, onların öteden beri ve doğal olarak bu konuda benim gibi düşündüklerinden kuşkum yoktu. Oysa, o sırada Ankara da bulunmayan kimi kişiler hiçbir yetkileri yokken, düşünce ve olurları alınmadan cumhuriyetin ilan edilmiş olmasını, gücenme ve ayrılma nedeni saydılar."

Atatürk olayı böyle anlatsa da, cumhuriyetin ilanının akabinde günler sıkıntılı geçmiş, Atatürk, cumhuriyet ilanından iki hafta sonra hayatında ilk kez kalp krizi geçirmiştir. (13) Aslında tüm bu olayların nedeni, anayasa maddesine tek bir cümle eklemekten ibarettir. Yani ortada efsaneleştirilecek bir durum yoktur, halkın böyle bir ilandan haberi bile yoktur. Bir ülkenin anayasasında "hükümet şekli X'tir" yazmasının değil, o ülkenin gerçekte nasıl yönetildiğinin anlamı vardır. Bunu Falih Rıfkı da itiraf ediyor, "Mustafa Kemal de, İsmet İnönü de, nihayet Enver gibi birer askerdirler. Ankara iktidarı, ister istemez kafasının dikine giden bir askeri dikta rejimi olacaktır. Cumhuriyet, işin iç yüzünü maskelemekten başka bir şey değildir." diyor (14). Bakalım cumhuriyet ilanından sonra hükümet nasıl yönetilmiş, varın bu cumhuriyet midir, siz karar verin.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
Aslında cumhuriyetin oldu bittiye getirilmesinin altında yatan neden, ilk meclisin Mustafa Kemal'in istemediği kararları alabiliyor olmasıydı. Rauf Orbay bile meclis başkanlığına getirilebilmiş, Atatürk bundan rahatsız olup meclisin hükümet kuramayacağı bir ortam yaratmıştı. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte başbakanı dahi kendisi atayacak, bakanları da kendisinin atadığı başbakan seçecekti. Yani meclisin iradesi denen şey artık olmayacaktı.

Bu durum, milli mücadelenin Mustafa Kemal'le birlikte diğer mimarları olan Rauf Orbay, Kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy'un savaşın ardından "Kemal ve karşıtları" kutuplaşmasında, muhalif kanatta bulunmalarının bir sonucuydu. Bu kişiler, cumhuriyet ilanından sonra "cumhuriyet rejimiyle" bir sorunlarının olmadığını ama bu durumun bir diktatörlüğe dönüşmesinden endişe duyduklarını söylüyorlardı. Sonuçta ihtilaf büyüdü ve Atatürk döneminin tek gerçek muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, 1924 yılında kuruldu. Fırkanın kuruluşunun resmi açıklamasından önce, bu partinin cumhuriyetin tek sahibi gibi algılanmamaları için Mustafa Kemal, Halk Fırkası isminin başına "Cumhuriyet" sözcüğünü ekledi ve partisi Cumhuriyet Halk Fırkası oldu.

Lakin Atatürk, başka bir partinin kurulmasına en baştan beri karşıydı. Terakkiperver Fırkası kurulmadan iki ay önce, açıkça CHP'nin tüm Türkiye'nin partisi olduğunu, çok particiliğin bu ülkede yeri olmadığını söyleyecekti:
"Arkadaşlar; bu münasebetle bir Reisicumhurun fırka reisliğiyle ciheti alakasını ikide bir tekrar edenler ve bütün cihan bilsin ki, benim için bir taraflılık vardır:
Cumhuriyet taraftarlığı, fikri ve içtimai inkılap taraftarlığı, Halk Fırkası’nın ideolojisi, esas ilkesi olan bu noktada, yeni Türkiye camiasında bir ferdi, hariç tasavvur etmek istemiyorum. Onun için Riyaseticumhurda bulunduğum halde fırkamızın başkanı umumiyesini de fahrile muhafaza ediyorum."
(15)

Üstelik Atatürk, Osmanlı'da senelerce uygulanmış çokparticiliği gözardı ediyor, ülkenin böyle bir şeye hazır olmadığını söylüyordu. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası böyle bir ortamda kuruldu. Fakat yurtdışına farklı bir izlenim vermek isteyen Kemal, TCF'nin kuruluşundan bir ay sonra The Times gazetesine verdiği röportajda, halk egemenliğinden söz edilebilen bir ülkede birbiriyle çekişen partilerin olması gerektiğini, yani tamamen zıt şeyler söylüyordu. (16) Lakin aynı gün cinnet geçirmiş, muhalefet üyelerini tek tek sayıp kendisine nankörlük ve hainlik ettiklerini söylemiştir. (17) Bu da Atatürk'ün aynı gün dahi tamamen zıt şeyler söylediğinin başka bir ispatıdır.

TCF'nin programına bakarsak, CHP'den çok daha demokratik, bireysal haklara vurgu yapan, çok partili sistemin milli egemenlik yolunda gerekliliğini savunan, Atatürk'ün henüz bir ekonomik planı olmamasına karşın ekonomik kalkınmaya yönelik de bilimsel çalışmalar içeren, ekonomiyi devlet tekelinden çıkarıp özel girişimleri destekleyen çok kapsamlı ve CHP'nin o güne kadar sunduğu her şeyden daha komplike bir programdı. O günlerde genel seçim diye bir şey olmadığından, TCF sadece CHP'den geçen vekillerle mecliste yer bulabildi.

Uğradıkları akıbet ise çok acı oldu. Şeyh Sait İsyanı'nı bahane eden hükümet, Terakkiperver Fırkası'nın programında yer alan "Parti, dini inançlara ve fikirlere saygılıdır." ifadesini dahi suç kapsamına aldı. Cumhuriyet Halk Fırkası aleyhinde yayın yapan tüm gazeteler kapatıldı, çok sayıda solcu aydın İstiklal Mahkemeleri'ne çıkarıldı, Kürt dili ve kültürüne ait her şey yasaklandı ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın üyeleri tutuklandı. Bugün dahi isyanla hiçbir bağı kanıtlanamamış parti, isyana destek vermekle suçlandı, daha doğruluğu bile ispatlanmamış İzmir suikasti bahane ederek tümden kapatıldı. Rauf Orbay dahil pekçok kişi, idam ihtimalinden dolayı yurtdışına kaçtı. Kazım Karabekir'in asılmamasının nedeni de, halktan gelmesi kesin olacak tepkiydi.

O günlerde bu dehşet verici olayların yurtdışında nasıl bir tepki uyandırdığından habersiz olan Atatürk, İsviçreli gazeteci Emile Hüderbrand'la bir mülakat gerçekleştirerek dehşet dolu sözler söyledi. Los Angeles Times'ta "Mustafa Kemal, Türkiye'de daha birçok siyasi muhalifini asmayı vaad ediyor başlıklı yazı şöyle:

"Türkiye Diktatörünün, 22 Haziran’da İsviçre’li sanatçı ve gazeteci Emile Hüderbrand’a verdiği mülakatla söyledikleri:
‘Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliğine karşı gizlice tertibe girişenlerin hepsine korkunç bir ihtar olması için, rütbeleri ne denli yüksek olursa olsun, suçluların tümü asılmadan durmayacağız. Ben Halife ve Sultanı yok ederek bu rezil ve melun hükümet teorisinin köklerine baltayı indirdim. Bu teorinin kendilerinde kişileştiği insanları sürgüne gönderdim. Bu siyaset okulunun çok sayıdaki taraftarları benim eylemimi Tanrıtanımazlık diye yorumlamaya kalkıştılar ve din kalkanı altında Cumhuriyet’in hayatına kasteden entrikalara başladılar. Geçmişte, birçok durumlarda. Kürdistan’da ve Anadolu’nun diğer iç bölgelerinde, Cumhuriyet’in iradesine karşı çıkmak eğilimi gösterdikleri zaman, onları demirden bir elle ezdim: Örneğin bir keresinde önderlerinin altmışını şafakla astırdım.
O unsur dersini almıştır ve bir daha benimle kılıç ölçüştürmeye kalkışmayacaktır."
(18)

Bu portreden sonra uluslararası platformda Atatürk, diktatör olarak anılmaya başladı. Bundan Atatürk'ün rahatsızlık duyduğunu, Ali Fethi Okyar'a söylediklerinden anlıyoruz:

"Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir diktatörlük manzarasıdır. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese, bir istibdat (zorbalık) müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o suretle geçmek istemiyorum."

Lakin buna bir çıkış yolu bulmak gerekti. Zira CHP'ye göre tek parti, "gerçek demokrasiydi" ve çok particilik her kafadan bir ses çıkması demekti. Bu anlayış tüm tek parti döneminde geçerli olmuştur. Zamanın ders kitaplarına bakalım:
"Bazı memleketlerde birkaç siyasal parti vardır. Bunların her birisi millet işlerinin başka başka yollarda yürütülmesini dilerler. Her bir parti, kendi dileğinin önde tutulmasını istediğinden, bu memleketlerde millet hayatının düzen ve gidişi de zaman zaman bozulur, karışıklıklar meydana gelir.
Bu gün bizim tek bir partimiz vardır: Yalnız halk için kurulmuş olan ve bütün milleti halk diye bağrına basan bu parti, hepimizin malı olan Cumhuriyet Halk Partisi dir. Bizi bugünkü eşsiz millet haline getiren, canımız kadar sevgili altı oku bize bağışlayan odur.
Çocuklar! Ta köylere mahallelere kadar yayılan Cumhuriyet Halk Partisi, halkın dileği, halkın düşüncesi demektir. Halk Partisi, Türk halk ve milletinin öz malıdır. Halk Partisine candan bağlıyız.
Cumhuriyet hükümeti kurulduğu günden beri hep Halk Partisinin temel prensiplerile çalıştı. Onu kuran Ebedi Şefe, onu bugün milletle birlikte yürüten Milli Şef ve değişmez Genel Başkan İnönü’ne sonsuz sevgi ve yürekten bağlılık duyuyoruz."
(19)

Aynı doktrinler, Atatürk dönemi CHP'sinin programlarında ve uygulamalarında görülebilir. Lakin bu görüşün uluslararası arenada aldığı tepki ve Atatürk'ün rahatsızlığı ortadaydı. İşte bu ortamda hem tek particiliği sürdürebilmek, hem de gelen tepkilere cevap vermek için, göstermelik bir parti kurulması gerekecekti. O dönemde Atatürk'ün, çok yakın arkadaşı olan Paris büyük elçisi Ali Fethi Okyar'a, yeni kurulacak bir muhalefet partisinin başkanı olmasını istemesiyle, yeni bir test dönemi başlıyordu.

Serbest Cumhuriyet Fırkası
Tamamen kurgu olan bu yazışmalar, halkın önüne doğal bir siyasi süreçmiş gibi sunuluyordu. Bunu, Ali Fethi Okyar da itiraf ediyor:
"Gazi, Talat Bey’e Halk Fırkası Başkanlığına vereceği istifa mektubunu kendisi dikte etti. Metinde, sofrada söylediklerini bir bir tekrar ediyordu. Bununla da yetinmedi. Halk Fırkası Başkanlığının, yani bir bakıma kendisinin vereceği cevabı da yine yazdırdı, hatta bununla da kalmadı, Talat Bey’in Serbest Fırka Başkanlığına, yani bana yazacağı katılma mektubu ile benim bu müracaata vereceğim müsbet cevabı da dikte ettirdi." (20)

Sırf yazışmalar kurgu olmamış, CHP'den SCF'ye milletvekili aktarımı için kelle hesabıyla adi bir pazarlığa da gidilmiştir. Okyar 120 milletvekili istemiş, Mustafa Kemal 40-50 rakamını telaffuz etmiş, 70'te anlaşılmıştır. (21) Milletvekillerine görüşleri dahi sorulmamıştır, hatta Kemal, Hamdullah Suphi Tanrıöver'e "Bugün seni SCF'ye verecektim ama seninle birlikte Türk Ocakları'nı da vermiş olurdum, gönlüm razı olmadı." demiştir (22)

Fırkanın kurgu olduğu söylentilerini yalanlamak için, Ali Fethi Bey İzmir'de bir miting düzenlemiş, 50.000 kişi bu mitinge katılmıştır. Bu mitingi sabote etmek isteyenler CHP binalarını taşlamış, polis, halka ateş açmış ve bir çocuk ölmüştür. Çocuğun ölüsünü yerden kaldıran baba, Ali Fethi Bey'e "Eğer isterseniz başka kurbanlar da verebiliriz, yeter ki bizi kurtar." diye haykırmıştır. (23) Sırf bu olay bile, CHF yönetiminden halkın nasıl bezdiğinin göstergesidir. Lakin yerel seçimleri jandarma baskısıyla CHF kazanmıştır, Bulgaristan başkonsolosunun raporunda, muhalefet partisinin oy pusulasını taşıyanların nasıl oy kullandırılmadığı, jandarmanın dehşet saçtığı, tüm bunlar olmasa SCF'nin kazanacağı anlatılmakta (24), Hasan Rıza Soyak da Atatürk'ün kendisine hangi parti kazanıyor diye sorup, "bizim parti paşam" cevabını verince Atatürk'ün gülüp "Hayır efendim; hiç de öyle değil!.. Hangi fırkanın kazandığını ben sana söyleyeyim; kazanan İdare Fırkasıdır çocuk! Yani Jandarma, polis, nahiye müdürü, kaymakam ve valiler." dediğini söylemiş (25), Ali Fethi ise aslında kazananın SCF olduğunu belirtmiştir.

Halkta müthiş bir SCF eğilimi vardı. Mustafa Kemal, başlarda tıpkı CHF'yi kontrol ettiği gibi kontrol edeceğini düşündüğü SCF'nin lideri, Paşa'nın yakın arkadaşı Okyar, ilk seçimde iktidar olacaklarını açıkça söylemeye, bir yanılgıya düşüp, Kemal'in kafasında gerçekten artık demokrasiye geçiş olduğunu düşünmeye başladı. Hatta büyük bir cüretle, "Paşam, halk bizi tutuyor. Yeni bir seçimde biz mutlaka ekseriyeti alacağız, fakat bizim ekseriyeti alışımız zatı alinize zarar vermez. SCF de yine zatı devletlerini cumhurbaşkanı seçecektir." demiştir (26) Seçim ardından halka uygulanan baskılar hakkında bir gensoru vermiş, bu gensoru Atatürk hükümeti tarafından reddedilmiştir. Artık Okyar, bu kurgunun farkına varmıştır ve yine Atatürk'ün kendisine dikta ettiği bir dilekçe ile, partinin kapatılmasını istemiştir. SCF'nin üç aylık siyasi ömrü böylelikle sona ermiştir. SCF'ye transfer edilmiş vekillerin hepsi (bu kurgudan haberi olmayanların haricindekiler), CHF'ye döndü. Yerel seçimlerde seçilen SCF'li belediye başkanları görevden alınıp, yerine CHF'liler getirildi.

SCF'ye olan bu eğilim, CHF'de şok etkisi yarattı ve bu göstermelik parti kapatıldı. Lakin Howard E. Wilson ve İlhan Başgöz, CHF'nin halkın durumundan bihaber oluşunu fevkalade gösteren bir gerçeği önümüze koyuyor. O da şudur ki, Mustafa Kemal ve çok sayıda uzman, olanların sonucu Anadolu ve Trakya'yı geziyorlar. Sonuç ise dehşet vericidir: Yetkililer, askerler ve CHF'nin yerel liderleri haricinde rejimden memnun kimseyle karşılaşmıyorlar.

SCF'ye bu yöneliş aslında rejimden çok, halkın sömürülmesi, yolsuzluklar ve iktisadi yöndeki beceriksizliklerdendir. Bu konuyu örnekler ve belgeleriyle devletçilik altında inceleyeceğim fakat Atatürk döneminin muhalefetin her türlüsüne olan tahammülsüzlüğünü görüyoruz. Atatürk sadece muhalifleri bastırmakla da kalmamış, sağlığında en çok heykeli dikilen şef olmuş, kendini ilahlaştıran şiirlere izin vermiştir. Yalaka Behçet Kemal Çağlar, Süleyman Çelebi'nin Mevlid'ini Atatürk'e uyarlamıştır. Atatürk Mevlid'inden birkaç dize vermek gerekirse:

"Gel ey 19 mayıs eşsiz sabah merhaba
Ey Samsun’da karaya çıkan ilah, merhaba

İlk çamurdan beden üflenen ruh, dediler
Son tufanda Türklüğü kurtaran ruh, dediler."


Bu konuda Kemalettin Kamu onunla yarışa girmiş, "Ne örümcek, ne yosun, / Ne mucize, ne füsun; / Kabe Arabın olsun, / Çankaya bize yeter!" demiş, İlhan Berk "Allah yazmadı, sen yazdın alın yazımızı" diye yarışa dahil olmuş, bu "Atatürk, Allah mı peygamber mi olmalı?" sorusuna Behçet Kemal "İkisi de" cevabını vererek, "Kaç yıldır Türkçe'ydi Tanrı'nın dili / İnsana ne ilâh, ne de sevgili / Ne de ana-baba aratıyordu / Her an yaratıyor, yaratıyordu." diye son noktayı koymuştur. Ülkenin dört bir tarafında bir "lider kültü" yaratma çabası hakimdir.

Bu ilahlaştırmaya bir virgül koyalım, dönemin CHP'sine dönelim. 8 Mayıs 1935 tarihinde, partinin genel sekreteri Recep Peker, partinin demokrasi anlayışını şu şekilde özetliyordu:
"Biz liberal devlet tipinin tanıttığı, hergün bir karışıklıkla devletin durumunu, ileri gidişini, hızını bozan, yurddaşları birbirine düşüren bütün geri ve fena tohumların yeşermesine yol açan nizam ve birlik düşmanı klasik demokrasi yerine yurddaş zekasının beslenip açılmasına da yol veren sevgiye ve inana dayanan disiplinli bir beraberliği üstün sayıyoruz. Parti çalışmalarımızda hakiki anlamında en ileri demokratik yollardan yürüyoruz."

Yani Peker, demokrasiyi "klasik" ve "klasik olmayan" şeklinde ikiye ayırıp, çok partili rejimleri klasik, hergün karışıklık yaratan demokrasi olarak tanımlıyor. 1935 programında CHP ne diyordu hatırlayalım:

"Parti, ulus egemenliği ülküsünü en iyi ve en sağlam surette temsil eden ve tatbik eden devlet şeklinin Cumhuriyet olduğuna ikna olmuştur. Parti bu sarsılmaz kanağatla, Cumhuriyeti her tehlükeye karşı, bütün araçlarla korur."

Yani rejim, halka ait değil bir rejim değil, halkın bir "tehlüke" olarak görüldüğü ve bu tehlikeye karşı, korunması gereken bir rejimdir. Sıra, halkı buna iknaya gelmiştir ve yukarıda örneğini gösterdiğim gibi, ders kitaplarında, çokparticilik kötülenmektedir. Hatta, Atatürk'ün ölümünden sonra yayınlanan 20. kuruluş yıldönümü broşüründe, "Yetki bir kişiye mi, yoksa camiaya mı ait olmalı" gibi bir soruya yanıt aranmıştır. Sırf böyle bir soru bile tüyler ürperticiyken, sorunun cevabında artık "Hakimiyet milletindir" ifadesinin anlamı kalmadığı, çünkü Osmanlı döneminde devlet ve millet iki zıt kutupken, artık devletin millete eşit olduğu, yani devrin yürüdüğü ve artık hakimiyetin devlete ait olduğunun söylenebileceği yazmıştır. Broşürün devamında da tek parti övülmektedir:

"Türk dehasının, içinden yetiştirdiği, Türk dehasının cisimlerinden bir çocuğu bugün milletin başındadır. Bizde fırka yoktur, fırka ayrılık, parti, parça ifade eder. Devlet denen salahiyetler bütünlüğünü şu veya bu vasıta ile ele geçirmek ve devlet iktidarını diğer gruplar aleyhine istismar etmek bahis mevzuu değildir. Bugün kendisine 'Cumhuriyet Halk Partisi' yerine pek güzel 'Cumhuriyet Halk Taazzuvu (Uzuvlaşması)' denebilecek olan teşekkül, milletin kendi mukadderatını bizzat idare edebilmek için kendine rehber seçtiği yurddaşlarının toplantısından ibarettir, ve elbette ki rehberlerin de bir rehberi vardır, ve o da en büyük Türk, Atatürk’tür, ve bu aşağıdan yukarıya doğru, milletten devlet reisine müteveccih (yönelen) taazzuv silsilesi devlet tezile millet antitezinin Türklük sentezi halinde tahakkukundan ibarettir. O halde Türk inkılabı ideolojisine göre devleti şu kısa cümle ile tarif mümkündür. 'Devlet, Atası etrafında toplanan millettir.'" (27)

Yani, "Millet, Atatürk'ün uzuvlarıdır, devlet de Atatürk ve Atatürk'ün uzuvlarıdır." diyerek yetki bir kişide mi yoksa cemiyette mi olmalıdır gibi ilkel bir soruya daha ilkel ve tiksinç bir benzetmeyle cevap veriliyor. Ki bu dönemde Atatürk hayatta değil, "Ebedi şef" sıfatıyla ölümsüzleştirilmiş, İnönü ise "Milli şef ve değişmez başkan" olarak ölene kadar cumhurbaşkanı ilan edilmiş. Böyle bir yönetim, cumhuriyet midir? Bu broşürden sadece 3 sene sonra yine dış baskılarla göstermelik, kurucularının eski CHP'li olduğu DP kuruluyor, Atatürk hükümetinin SCF tarafından alaşağı edilme eşiğinden döndüğü gerçeğinin doğruluğu ilk genel seçimlerde CHP'nin alaşağı olmasıyla bir kez daha kanıtlanıyor ve başta taşeron olan DP de CHP kontrolünden çıkınca, darbe yapılıyor. Sonrasında da Atatürkçülük anayasa tekeline alınarak devletin aynı zihniyet tarafından ebediyen yönetilmesinin önü açılıyor. Bunun neresi cumhuriyettir, neresi demokrasidir?

Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti
Birbiriyle aynı gibi gösterilse de, demokrasi "çoğunluğun", cumhuriyet ise "seçilmişlerin" iktidarda olduğu yönetim şekilleridir. Lakin çoğunluğun oyunu almış bir iktidarla yönetilen her ülkede demokrasi, iktidarların seçimle başa geldiği her ülkede cumhuriyetin varlığından söz edilemez. Bir ülkede cumhuriyet veya demokrasi olup olmadığını anlamanız için, o ülkede halk ile devlet arasındaki ilişkinin anayasal niteliğine bakmanız gerekir.

Öncelikle, halk iradesinden bahsetmeniz için, ortada hür bir halkın varlığı gerekir. Yani hakları önceden tanınmış, özgür bir halk. Ve bu özgür halk, zaten kazandıkları haklarını anayasa ile güvence altına alır. Yani insanlar toplanır, üzerinde yaşadıkları toprakta hüküm sürmesini istedikleri düzeni belirleyip yürürlüğe koyarlar. Hakları önceden vardır, devlet ise bu hakların kullanılarak oluşturulduğu, insanların haklarını güvence altına alan bir mekanizmadır. Bu bağlamda, devletin görevi zaten var olan hakları korumak, güvence altına almaktır. Anayasa, halkı devlete karşı korur. Demokrasi ve cumhuriyet harici diğer yönetim şekillerinin tümünde ise bu haklar, devlet tarafından bahşedilmiş gibi gösterilir. Bu da, bir "bahşedenin" varlığını gündeme getirir ve böylelikle devlet kutsanır, onu yönetenler veya kurucusu kutsal kabul edilir. Lakin gerçek demokrasi ve cumhuriyetin olduğu yerde, devlet, anayasa ile zaten halkın sahip olduğu haklara karışamayacağının garantisini verir, yani anayasa, devleti sınırlar.

Örnek vermek gerekirse, Amerika yasasının girişinde şu yazar:

"Biz, Birleşmiş Devletler'in insanları, daha mükemmel bir birlik oluşturmak, adaleti tesis etmek, yurt içi huzuru sağlamak, genel savunmayı temin etmek, genel refahı teşvik etmek, özgürlüğün bize ve bizden sonraki nesillere olan nimetlerini güvence altına almak üzere, Amerika Birleşik Devletleri için bu anayasayı onaylıyor ve yürürlüğe koyuyoruz."

Görüldüğü gibi bu metinde konuşan, çeşitli ihtilaflardan sonra birleşmeye karar kılan, özgürlüğü yücelten, devlet mekanizmasını kuran, uzlaşıyla bu metni oluşturan, hep o bölgenin insanıdır. Yine başka bir örnek, AB Anayasasıdır:

"İnsanın ihlal edilemez ve geri alınamaz haklarının evrensel değerlerini, demokrasiyi, eşitlği, özgürlüğü ve hukukun üstünlüğünü geliştiren Avrupa’nın kültürel, dini ve hümanist mirasından ilham alarak,

Avrupa’nın, acı tecrübelerden sonra tekrar birleştiğine, en güçsüzleri ve en yoksunları da dahil, tüm halkının iyiliği için uygarlık, gelişme ve ilerleme yolunda devam etmeye niyetli olduğuna; kültüre, öğrenmeye ve sosyal gelişime açık bir kıta olarak kalmayı dilediğine; ve kamu hayatının demokratik ve şeffaf tabiatının derinleşmesini, dünyanın her yerinde barış, adalet ve birlik için çaba sarf etmeyi dilediğine inanarak,

Avrupa halkının, kendi milli kimlik ve tarihinden gurur duymakla beraber, eski ayrılıklarını aşmaya, daha fazla birleşmiş şekilde ortak bir kadere ilerlemeye kararlı olduğuna ikna olmuş olarak,

Bu şekilde ‘çeşitlilikte birleşmiş’ olan Avrupa’nın, kendilerine, çeşitlikte birleşmeyi insani umudun özel bir alanı haline dönüştüren bu büyük girişimi (her bireyin haklarına dikkat ederek, gelecek nesillere ve dünyaya karşı olan sorumluluklarının bilincinde olarak) hedefleme adına en büyük şansı verdiğine ikna olmuş olarak,

Şimdiye kadar yapılan Topluluk kanunlarının devamlılığını temin etmek suretiyle, Avrupa Topluluğu ve Avrupa Birliği anlaşmaları çerçevesinde gerçekleştirilen çalışmalara devam etmeye kararlı olarak,

Avrupa’nın vatandaşları ve devletleri adına bu anayasa taslağını hazırlayan Avrupa Kongresi üyelerine minnettar olarak, aşağıdaki konularda uzlaştılar:"


Bakıldığında, Amerikanların geçmişteki ihtilaflardan sıyrılıp, üzerinde uzlaştıkları anayasa gibi, AB Anayasası da girişinde, geçmişteki acılara (Dünya Savaşları ve sonrası) gönderme yaparak, insan hakları, özgürlüklere vurgu yapıyor, yine burada özne, insandır. Ve bu demokratik anayasaya, bizim eğitim sistemimizde, hakları anayasada oldukça sınırlansa dahi "özlerinde kötü" oldukları söylenen pek çok kral, imza atmıştır. Anayasaların orijinallerini buradan okuyabilirsiniz:

http://www.usconstitution.net/const.html
http://www.statewatch.org/news/2003/nov/cg00050.en03.pdf

Şimdi bizim anayasamızın girişine bakalım:

"Türk Vatanı ve Milletinin ebedî varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;
Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ebedî varlığı, refahı, maddî ve manevî mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;"


Sırf burayı okuyan bile görecektir ki, yukarıdaki iki anayasanın aksine, burada konuşan insan değil, devlettir. Burada insanların kendi aldıkları bir karar yok, aksine devlet, halka, hangi kanunlarla yönetileceğini haber veriyor. Yukarıdaki anayasalardaki özgürlük, eşitlik, demokrasi kavramlarının yerini vatan, millet, devlet alıyor. Komik olan da, Türkiye'yi kuran halktan ve bu insanların eşitliğinden söz dahi edilmezken, "Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi Türkiye Cumhuriyeti" deniyor, özne tamamen devlet. Ve yukarıdaki metinlerin girişinde "devletin ne yapamayacağı" yani insanların haklarına dokunamayacağı konusunda devlete kısıtlama getirirken, bizim anayasamızın girişinin devamı şöyle:

"Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;
Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;
Hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;
Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu;
Topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve 'Yurtta sulh, cihanda sulh' arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu;
Fikir, inanç ve kararıyla anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere,
Türk milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur."


Bu metnin çok önemli bir kısmı, halkın devlete karşı ne yapamayacağını söylüyor. Yani halkın haklarını güvence altına alan hiçbir şey yok. Anayasamızın değiştirilemez ilk üç maddesi ise:

"Madde 1: Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
Madde 2: Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
Madde 3: Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı 'İstiklal Marşı'dır. Başkenti Ankara’dır."


Yine sözedilen insan değil, devlet. Başta da dediğim gibi, gerçek demokraside, önce insan hakları vardır, bu hakları anayasa aracılığıyla korumak için devlet adı verilen bir mekanizma kurulur. Bizimkinde ise tam tersi; Devlet en başta var ve nasıl yönetileceğini halka kendisi anayasa yoluyla "haber veriyor."

Bu, hep böyle oldu. Atatürk döneminden bugüne dek hiç değişmedi. Hala da din ve inanç özgürlüğü, azınlık hakları gibi talepler dile getirilince, bunu rejime karşı bir tehdit görmek, halka karşı devleti korumak, Kemalizmin bu "dahili güçlerden devleti koruma" anlayışıdır. Tek adam rejimi, bir ideolojiyle bir elitist grubun halkı yönetmeye kalkması, sonra darbeler, darbeler. Bunun adı cumhuriyet midir? Kemalizm, cumhuriyetçi midir? Herkes kendi cevabını vermekte özgür, lakin Kemalizmin benim gözümde ilk ilkesi Saltçılık/Elitçiliktir. Bu rejim de Saddam rejimi, Hitler rejimi kadar demokratik, tüm insan haklarının hiçe sayıldığı İran İslam Cumhuriyeti, Çin Halk Cumhuriyeti kadar cumhuriyettir. Sırf kralı tahtan indirmeyle demokrasinin veya cumhuriyetin gelmediğini, azıcık kafasını kaldıran herkes görebilir.

HALKÇILIK
Aslında Kemalizmin ikinci oku, milliyetçiliktir. Lakin ben, öncelikle günümüzde üstü kapalı anlatılan halkçılık ve devletçiliğe tam anlamıyla değinmek, sonrasında bu iki ilkenin milliyetçilik ilkesiyle nasıl beslendiğini anlatmak istiyorum. 1935 CHP programında, halkçılıkla ilgili bölüm şöyle:
"İrade ve egemenlik kaynağı ulustur. Bu irde ve egemenliğin, devletin yurtdaşa ve yurtdaşın devlete karşı olan ödev ve yükümlerini tamamiyle yerine getirmek için kullanılması, partinin başlıca prensiplerindendir. Kanun karşısında, mutlak bir eşitlik kabul eden, ve hiçbir ferde, hiçbir aileye, hiçbir sınıfa, hiçbir cemaate ayrıcalık tanımayan yurddaşları halktan ve halkçı olarak kabul ederiz.
Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan karışıt değil, fakat bireysel ve sosyal hayat için, işbölümü bakımından, türlü hizmetlere ayrılmış bir toplum saymak esas prensiplerimizdendir; çiftçiler, küçük zanaat sahibleri, esnaf ve işçilerle, serbest meslek sahibleri, sanayiciler, tacirler ve memurlar Türk ulusal kuramının başlıca çalışma organlarıdır. Bunların her birinin çalışması, öbürünün ve kamunun hayatı ve refahı için bir zarurettir.
Partimizin bu prensiple amaçladığı gaye, sınıf kavgaları yerine sosyal düzenlik ve dayanışma elde etmek, ve menfaatler arasında, biribirlerine karşıt olmayacak surette, uyum kurmaktır. Asığlar kapasite ve çalışma derecesine göre olur."


Burada açıklanış şekliyle aslında halkçılık, imtiyazsızlıktır da denilebilir. Dikkati çeken ise, bu imtiyazsızlığın sosyoekonomik bir dayanışma çerçevesinde açıklanıyor oluşu. Yani ortada her meslek grubunun bir puzzle'ın parçaları gibi olarak ele alındığı, bu parçaların rekabetsiz, uyum içinde çalışması ve ülkeye hizmet etmesi gerektiğini savunan bir düşünce var ortada. Ve bu bütünün parçaları da, devletin düzenleyiciliği ile işlev kazanacaktı. İşte bu ekonomik yapı, Mustafa Kemal'in falan bir ürünü değil, tamamen dönemin faşist Avrupa ülkelerinde popülerleşmiş bir sistemdi.

Bunun saklanıyor olması, tamamen faşizm ve Atatürk kelimelerinin yanyana gelmesini istemeyenlerin işidir. Çünkü faşizm artık bir hakaret olmuştur. Lakin faşizm, bir ideolojidir ve bireylerin ya da grupların kendileri adına karar alıp uygulamalarını devletin menfaatlerine aykırı gören, bu bağlamda milli birlik tesis eden bir düşüncedir ki bu milli birlik, bir milli liderin (Almanya'da Führer, İtalya'da Duce, bizde Şef) etrafında, rekabet değil, uyum içinde çalışır. Farklı sınıfların varlığı reddedilir. Bu da Atatürk'ün halkçılık anlayışıyla birebir aynıdır. Dönemin adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt da Ataürk İhtilali kitabında bunu inkar etmiyor:

"Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek nasyonal sosyalizmin ve gerek faşizmin, Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki kökleri halktadır. Türk milleti bir piramide benzer. Tabanı halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki, bizde buna şef denir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir."

Bu yapının faşizmden Türkiye'ye ithal edildiğini rahat rahat söyleyebiliriz (Faşist İtalyan ceza hukukunun olduğu gibi Türkçeye çevrilmesinde olduğu gibi). Bunun da "halk egemenliğiyle" uzaktan yakından etkisi yoktur. Gerçeği de halkçılık değil, faşist popülizmdir. Ekonomideki karşılığı, bizde devletçilik olarak bilinen korporatizmdir. Şimdi ona bakalım.

DEVLETÇİLİK
Daima "Atatürk komünist miydi, kapitalist mi?" sorusunu duyarız. İkisine de meyleden sözleri ve eylemleri de olunca, "Atatürk bir dehaydı, o yüzden ikisinin ortası, karma ekonomi ve sosyal demokrasiye dayalı kendine özgü bir yol buldu." deniyor, devletçiliğin tanımı da bu kısır tartışma etrafında dönüyor.

Halbuki, Atatürk'ün "devletçiliğinde" olduğu şekilde devletin ekonomik sahada nihai karar alıcı olduğu, kamu ve özel sektöre ait tüm işletmelere doğrudan müdahale hakkının bulunduğu bir ekonomik sistem zaten var: Devlet korporatizmi. Korporatizm, Avrupa'da liberalizm ve feodalizmden sonra insanlığın geldiği yeni nokta olarak görülmeye başlanmıştı. Dönemin CHP'lilerinden, bu görüşe gayet yakın ifadeler görüyoruz. Örneğin partinin ideoloğu Recep Peker şöyle diyordu:

"Feodal devlet battı, onun yerine gelen liberal devlet de kendi içinden tefessüh neticesinde dünyanın her yerinde çöküyor. Yerine çeşit çeşit devlet tipleri kuruluyor.
Arkadaşlar; feodal devletten sonra gelen liberal devletin yıkılışı ulusal devletin doğuşu devrini getirmiştir. Ulusal devlet, keyfi bir idare değildir. Her kafadan bir ses çıkaran dağıtıcı bir idare demek de değildir. Bizim anladığımız ulusal devlet nizamlı bir idarede herkesin özel teşebbüsü demektir."


Yani demokratik ülkeler, "her kafadan bir ses çıktığı" için eleştiriliyordu. Bu bağlamda, CHP'nin 1935 yılındaki parti programında devletçilik tanımına bakalım:

"Özel faaliyet ve çalışma esas olmakla beraber, imkan olduğu kadar az zaman içinde ulusumuzu refaha ve yurdu bayındırlığa eriştirmek için, genel ve yüksek menfaat gerektirdiği işlerde, hele ekonomik alanda, devleti filiğ surette ilgilendirmek başlıca esaslarımızdandır.
Devletin ekonomi işleri ile ilgisi filiğ surette yapıcılık olduğu kadar, özel girişimlere de ön vermek ve yapılmakta olan işleri düzenlemek ve kontrol da etmektir.
Devletin, filiğ olarak, hangi ekonomik işleri yapacağının belirtilmesi, ulusun genel ve yüksek asığlarına bağlıdır. Bu lüzum üzerine, devletin, filiğ olarak, kendi yapmağa karar verdiği iş, eğer, özel teşebbüs elinde bulunuyorsa, onun alınması her defasında özgü bir kanun çıkarmağa bağlıdır. Bu kanunda özel girişitin uğrayacağı zararın, devlet tarafından ödem şekli gösterilecektir. Bu zarar oranlanırken, gelecekteki kazanç ihtimalleri hesaba katılmaz."


Yani kamu sektörünün her işe yetişemeyeceği için özel girişimlerin önü açılıyor, lakin bu girişimlerin kontrolü devlet eline bırakılıyordu hatta sorgusuz sualsiz el koymaların önü açılıyordu. Bu da adeta faşist ülkelerde popüler olan korporatizmin tanımı gibidir. Yine bununla birlikte, partinin programına "grev ve lükavt yasak olacaktır" cümlesi ekleniyor ve devletin, bütün endüstrilerde fiyat kontrol işlerini düzenleyeceği belirtiliyordu. İşçilerin grev haklarını elden almak, her ürünün fiyatını belirlemeye kalkmak ne kapitalizmle, ne sosyalizmle, ne sosyal demokrasiyle bağdaşır. "Hızlı kalkınma" bahanesinin arkasına sığınan devlet, hak isteyen işçiye, kalkınmanın önünü kestiği gerekçesiyle grev hakkı dahi tanımıyordu.

Tek Partili Dönemde YolsuzluklarEkonomik sınıfları reddeden Atatürk yönetiminin, "zenginler yaratma" gibi bir hedefi vardı. Atatürk'ün deyişiyle "Halkımızın tüccar sınıfını zengin edebilmek için, ticaretin hariç ellerde bulunmasına mani tedbirleri almak mecburiyetindeyiz."

Lakin fiyatları tekelde bulundurarark pekçok yolsuzluk yapılmıştır. Örneğin şeker, dışarıdan ithal ediliyor, belli kişilerin zengin edilmesi için birkaç aracı elinden geçiyor, halka uçuk bir rakama satılıyordu. Ahmet Ağaoğlu'nun 19 Ağustos 1930'daki röportajına bakarsak:

"Şeker tekeli bir facia ve bir cürümdür. Şekerin okkası yurt dışından buraya 18 kuruşa mal oluyor. Halbuki biz şekeri 60 küsur kuruşa yiyoruz. Hariçten getirilen şeker buraya beş altı komisyoncu vasıtasıyla geliyor." (28)

Bu tekelcilik, halkı canından bezdirmişti. Zaten Serbest Cumhuriyet Fırkası'na yönelişin, çocuğu ölen babanın Okyar'a "Başka kurbanlar da veririz, yeter ki bizi kurtar" haykırışının ana nedeni de buydu. Devletçilik politikası halkı canından bezdirmiştir. Dönemdeki sömürüyü CHP'li vekil Ahmet Hamdi Başar'ın ağzından dinleyelim:

"İstanbul’da liman amelesi bile Serbest Fırka’ya rey veriyor. Çünkü bu amele Halk Fırkası namına istismar ediliyor. Amelenin bir cemiyeti vardır. Bu cemiyet onları korumak, hastalarına bakmak, muhtaçlarına yardım etmek için kurulmuştur. Amele yevmiyelerinden kesilen yüzde beşler buraya verilir. Cemiyetin başına Halk Fırkası tarafından reis, idare heyeti azası ve katip diye birtakım adamlar konmuştur. Reis filan vekilin tanıdığı bir eski şeyhtir. Katib-i umumi azledilmiş bir mülkiyet memuru, azalardan biri falanın akrabası, diğeri de falanın kayırmasıdır. Reis dört yüz lira, azalar ikişer yüz lira aylık alırlar. Amelenin bıraktığı yüzde beşler bu maaşlara bile yetişmediğinden, yardım işini mecburen Liman Şirketi üstüne almış; cemiyet sadece bir yeyinti yeri olmuştur. Cemiyete kayıtlı olmayan ameleye iş verilmez. Onun için evinde çocuğu ilaç beklerken amele, Cemiyet ismi verilen asalak istismar yuvasını Halk Fırkası’nın kendisi olarak görüyor ve ilk fırsatta bundan kurtulmak için Serbest Fırka’nın kucağına düşüyor. Bu vaziyet yalnız liman amelesi değil, bütün amele için aynıdır." (29)

Özetle, Atatürk'ün dehası olarak lanse edilen devletçilik denen şey, faşist İtalya'dan ithal edilen korporatizmden başka birşey değildir. Yolsuzlukların kol gezdiği, halkın burnundan gelen, devletin özel girişimlerin önünü açıp sonra bu girişimcilerin emeğini sömürebildiği bir sistemdir, ne kapitalizmle, ne komünizmle, ne sosyal demokrasiyle ilgisi vardır. Cumhuriyet denen rejimin cumhuriyet olmadığı gibi, korporatizm olmadığı söylenen sistem de bal gibi devlet korporatizmidir. Sanıldığının aksine ülke, emperyalist ülkelere 50'lerden sonra değil, bu dönemde açılmıştır. Son dönem Osmanlı ve ilk dönem Cumhuriyet uzmanı olan profesör Erik-Jan Zürcher’e göre, vatan hainliğiyle suçlanıp kaparılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın ekonomik planı uygulansaydı, Türkiye ekonomide çok daha hızlı ilerleyebilirdi. Lakin faşist İtalya'nın korporatizmi ithal edilmiş, bu da militarizmle birleştirilerek işçiler zorunlu asker eğitimine tabi tutulmuştur. İşçileri dahi rejimin askeri olarak yetiştiren, bunu ırkla ilişkilendiren, fabrika işçilerinin fikrini bile sormadan bir asker gibi itaat etmesini bekleyen bir devletçilik ilkesinin günümüz dünyasında yeri yoktur.

MİLLİYETÇİLİK
Faşist rejimlerde, kendini halkın yöneticisi olarak gören devlet (Bizde halkçılık olarak yer bulmuş ilke), ekonomiyi tekeli altına aldıktan sonra (Devletçilik), "rekabetsiz şekilde devlete hizmet etmesini" beklediği halkı, bir ülkü etrafında toplamak zorundadır ve bu ülkü de milliyetçiliktir. Yani halkçılık ve devletçilik, miliyetçilik olmadığı sürece ayakta duramaz. Yani ekonomiyle ilgili ilke olan devletçilik ve halkçılığın ayakta tutulması bakımından, milliyetçiliğin siyasi olduğu kadar, ekonomik boyutu da var. Milliyetçilik, faşizmin dinidir desek yanlış olmaz. Zaten Atatürk, Samsun milletvekili Ruşeni Bartur'un yazdığı "Din Yok, Milliyet Var" isimli kitapta geçen "Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün türkleri birleştiren ulusalcılığımızdır. O halde felsefemizde din kelimesinin tam karşılığı ulusalcılıktır. Ulusunu seven, ulusunu yükselten ve ulusuna dayanan insan, her zaman güçlü, her zaman namuslu ve her zaman onurlu bir insandır." "Hangi ulusun yüceliği, Türklüğün ululuğu kadar tarihin bilinmeyen enginlerine uzanmıştır ve en nihayet hangi ulus ölürken Azrail'i tepelemiştir? Dünyada Türk olmak kadar onur mu var? Ve Türk olmak kadar din mi var?" ifadelerine "Aferin, aferin, alkışlar!" gibi garip notlar almıştır.

Bu bağlamda Kemalistlerin, günümüzde milliyetçiliği ayakta tutmak için ortaya attıkları iddia, Atatürkçü milliyetçiliğin Hitler milliyetçiliği gibi ırka dayanmadığıdır. Bu, ne kadar doğrudur? Bunu bir anayasa maddesiyle, ya da Atatürk'ün birleştirici bir sözüyle kanıtlayamazsınız. Dönemde yapılanlara bakmanız gerekir.

İkinci Meşrutiyet döneminin sonlarına doğru Osmanlıcılık fikri silinmiş, yerini Türkçülük almıştı. Ermeni katli ve asimilasyon politikaları, Balkan Savaşları ve Yunanlılarla savaşlar sonucunda ırkçı-Türkçü eğilim iyice güçlenmişti.
Atatürk iktidarında bu değişmedi. Tek parti döneminde, insana ziraati, sanatı, medeniyeti öğretenlerin üstün Türk ırkı olduğu açıkça kanıtlanmaya çalışılmıştır. Atatürk'ün 1930 yılında İzmir'de parti kongresi konuşmasına bakın:

"Bütün beşeriyete ziraati, sanatı ilk öğreten Türk milleti idi. Türk milletinin dünyaya mürebbilik etmiş olduğuna artık hakiki alimlerin şüphesi kalmamıştır. Türk milletinin bundan sonra layık olduğu derecede iktisadiyat sahasında yükseleceğine kimsenin şüphesi olmamalıdır. Fırkamızın vazifesi bu hedefe bir an evvel erişebilmek için millete yol göstermek ve yardım etmektir."

Bu iş sadece söylemde de kalmamıştır, öğretmen, hatta askeri baytar olmanız için bile "Türk ırkından" olma şartı aranmıştır, buyrun belgeler:

http://yfrog.com/f/0pturkirki1g/
http://yfrog.com/f/0pturkirki2g/

Tabi ki işçilerin Türk ve milliyetçi olmaları şarttı. Köy öğretmenleri yeni rejimin sözcülüğünü yapacaktı, "halkçılıkla" tüm sınıfları reddeden ve "devletçilikle" herkesin rekabetsiz bir şekilde çalışmasını sağlamak için, itaat eden, milliyetçilik etrafında toplanmış ve sorgulamayan işçilere ihtiyaç vardı. Yine 1927 yılındaki Yurt Bilgisi kitabındaki ifadelere bakalım:
"Bizim milletimiz, ‘Türk milleti’dir. Aynı soydan gelen, aynı lisanı konuşan, aynı adetlere tabi olan insan kümelerine ‘millet’ denir." (30)

Dönemin sonraki ders kitapları da hep aynı ifadeleri içermiştir:
"Türk Yurdu üzerinde yaşayan, Türk diliyle konuşan ve Türk kanını taşıyan insanların birliğine TÜRK MİLLETİ denir." (31)

"Bütün Türkleri bütün yüreğimle seveceğim. Çünkü hepimiz aynı kanı taşıyoruz, hepimiz aynı güzel toprakta yaşıyoruz. Aynı dili konuşuyoruz." (32)

Hatta çocuklara ders kitaplarında, kaba kuvvetle boyun eğdirmek, ilkel ve hiçbir bilimselliği olmayan Türk Tarih Tezi ışığında övülmüştür:
"Orta Asya’dan sel gibi akıp yayılmış olan Türk milleti, dünyanın dört bucağına medeniyet ışığını ilk ulaştıran millettir. Mağara kovuklarına sığınan insanlara, evlerde barınmağı Türkler öğretti. Yüzlerce yıl evvel Türkün yaptığı eşsiz yapılara bugün bütün dünya şaşkın şaşkın bakıyor. Bütün dünya, kumaş dokumasını, hayvan yetiştirmesini Türkten öğrendi.
Binlerce yıldan beri kuvvetimiz ve kılıcımız önünde boyun eğen insanlığa; ata binmeği, kılıç kuşanmağı öğreten gene Türktür."
(33)

Irkçılık sadece ders kitaplarında kalmamış, paraların üstüne bozkurt resmi basılmış, Celal Bayar'ın anlatmasına göre Atatürk, ciddi ciddi bayraktaki hilalin İslami ülkelerde oluşunu ve bunun, Osmanlı'dan tamamen bağları koparmamızda engel olduğunu söyleyip mavi fon üzerine bozkurt resimli bir Türk bayrağı dizaynı düşünmüş, lakin bu konuyla ilgili fazla yayın yapılmadığından bu gerçekleştiril(e)memişti. Afet İnan önderliğinde 64.000 kadın ve erkek iskelet kalıntısı üzerinde çalışma yaparak kafatasları ölçülmüştür. (34) Mimar Sinan'ın dahi türbesi açılarak kafatası ölçülmüş, sonra bir şekilde kaybedilmiştir (Kimi iddialara göre, Mimar Sinan'ın bu bilimsel(!) araştırma sonucu Ermeni çıkmasının üstüne). Konuyla ilgili iki yazı okumanızı öneriyorum:
http://www.hafif.org/yazi/mimar-sinan-in-kafatasi
http://www.candundar.com.tr/_old/index.php?Did=8574

Kafatası çalışmaları o kadar ciddiye alınmıştır ki, bu konu kitaplara bile bilimselmiş gibi sokulmuş, Türklerin nasıl arı ırk kaldığı övülmüş, bunu başaramayan Avrupalılar eleştirilmiştir:

"İnsanları hareket ettiren; düşündüren, söyleten akıl ve zekanın merkezi, kaynağı olan (Dimağ-Beyin) kafatası içindedir. Onun biçimile ilgilidir. Geniş kafalı olanların dimağı, beyni daha geniş olur, ve daha akıllı ve zekalı olurlar. Türk ırkı Brakisefal’dir.
Dünya üzerinde büyük bir tarih ve medeniyet yaratmış ve yaşatmış olan Türk ırkı benliğini en ziyade korumuş bir oruktur. Türkler, tarihten önceki ve sonraki zamanlarda, yayıldıkları, göçtükleri geniş ülkelerde rastgeldikleri ve yurtlarına komşu oldukları ırklarla karışmak mecburiyetinde kalmışlardır. Fakat bu karışmalar Türk ırkının kendine mahsus benliğini, vasfını kaybettirmemiştir. Ancak uzun zamanlar çokluk olan ırkların arasına karıştıkları vakit -bazı yerlerde- o ırkların içinde adlarını sanlarını, ve dillerini unutmuşlardır. Türk oruğu bu suretle karıştığı ırkları yükseltmiş ve ileriletmiştir. Büyük Türk ırkı, kendine mahsus ad ve sanile, ve ortaklaşa (müşterek) dili, kültürü, tarihi, anı (hatıra) larile, bugünkü millet tarifine uygun büyük bir varlıktır.
Bütün tarihte ve hele zamanımızda böyle büyük bir oruğu bir usul halinde görmek pek azdır. Bu da Türkler için bir onurdur. Halbuki bugün Avrupanın büyük milletleri doğrudan doğruya bir oruğa mensup değillerdir. Başka başka orukların karışmasından hasıl olmuş bir karmaç (halita) dır."


Tüm bunları dikkate aldığımızda, direkt "ırk" kelimesinin geçtiği yasalar, Türklüğü ırka bağlayan ders kitapları, kafatası ölçümleri gibi son derece bir ırkçı düşüncenin egemen olduğunu görüyoruz. Atatürkçü milliyetçiliğin ırkçılıktan uzak olduğunu söylemek, gerçeklikten epey uzakta. Tabi ki bu ırkçı düşünceler, uygulamada çok büyük sorunlar yaşanmasına neden olmuştur.

Kürtlere Yönelik Şiddet
Etnik değil, dini kaynaklı olan Şeyh Said isyanı ardından, zaten milliyetçi bir zemine oturmuş Ankara hükümeti, kürt kültürüyle ve diliyle ilgili tüm öğeleri yasaklamıştır. Oysa ki pekçok kürt aşireti, Şayh Said isyanına karşı çıkmıştır. Lakin bu isyan tüm Kürtlere maledilmiş, başlangıçta Kürtler, aslında Türk olduklarına ikna edilmeye çalışılmıştır (Bu "ikna" çabası, çeşitli propagandalarla yakın geçmişe kadar sürmüştür). İskan yasalarıyla Kürtler, Türk bölgelere taksim edilerek Türkleştirilmeye çalışılmıştır. İsmet İnönü'nün Kürt raporunu okursanız "Türkleştirmeye açık Kürt bölgelerini" sıralamakta, bu bölgenin Kürt çocuklarının ne şekilde eğitilmesi yönünde görüşlerini belirttiğini görürsünüz. Zaten sonra İnönü, görevlerinin ülkede yaşayan herkesi Türkleştirmek, buna karşı çıkan unsurları kesip atmak olduğunu söyleyecektir. Bu blogdaki ilk yazımda belgeleriyle gösterdiğim şekilde, anadili Türkçe olmayanlara katı uygulamalar getirilmiş, sanatçı Kürtlerin bile gruplaşması engellenmiştir. Tipik bir dini ayaklanma olan Şeyh Said İsyanı'na hükümetin verdiği sert yanıt ve bunun bedelini tüm Kürtlere ödetmesinin sonucunda, o tarihten Atatürk'ün ölümüne kadar Kürtlerin isyan çıkarmadığı tek bir yıl olmamıştır. Ve hükümet, giderek daha da şahinleşmiştir. 16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki haberde durumla ilgili dehşeti görebilirsiniz:

"Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1500 kadar şaki kalmıştır. Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkiyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zilan harekatında imha edilenlerin sayısı 15.000 kadardır. Zilan Deresi, ağzına kadar ceset dolmuştur. Bu hafta içinde Ağrı Dağı tenkil harekatına başlanacaktır. Kumandan Salih Paşa, bizzat Ağrı Dağı’nda tarama harekatına başlayacaktır. Bundan kurtulma imkanı tasavvur edilemez."

Binlerce insanın katline rağmen, ülkenin tamamı, Ankara hükümetinin kontrolü altında tutulamamıştır. Zira Osmanlı Devleti'nden Dersim Katliamı'na kadar, Dersim, hep bir özerk bölge olmuştur. Özetle, Ankara hükümetinin vergi sistemine ve zorunlu askerliğe karşı çıkan Dersim halkının bir bölümü, hükümete bir dizi isyan başlatır. Bunun sonucu ise çok çok ağır olur. 50000 asker ve 40 savaş uçağının kullanıldığı (36) operasyonlarda, binlerce Kürt öldürülür. Köylerin tamamen yakılmasını, Zilan Deresi'nin cesetle doldurulmasını övgüyle anlatan Cumhuriyet gazetesi, bu katliamı da "Tayyare filolarımız kaçmak isteyen şakileri şiddetle bombalıyor." şeklinde duyuracaktı. Bu uçakları kullananlardan biri de Sabiha Gökçen'dir ve Atatürk bundan övgüyle sözetmiştir. Olayın vahametini Necip Fazıl'dan öğrenelim:

"Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta. Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor.
Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silah kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet, en kara yüzlü çingeneden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor.
Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur."

"Elazığ Ortaokulu’nda okuyan iki çocuk. Tatili geçirmek üzere memleketleri olan Hozat’a geliyorlar ve facianın tam üstüne düşüyorlar. Hozat yakınlarındaki köylerine geldikleri zaman babaları Yusuf Cemil’in öldürtülmüş olduğunu öğreniyorlar ve ağlamaya başlıyorlar.
Onlara şu karşılık veriliyor:
- Sizi de onun yanına götüreceğiz!
Çocuklar odadan sürükletilerek çıkartılıyor ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar. Böylece babalarının yanına gönderilmişlerdir.
Her evi ayrı ayrı tutuşturulduktan sonra dört bir etrafı ayrıca çalı çırpı içine alınıp alev alev yakılan bir köyden, deli gibi bir adam çıkıp, çalı yığınları gerisinde manzarayı seyredenlere doğru ilerliyor ve haykırıyor:
-Durun, ben köy ahalisinden değilim! Muallimim! Müsaade edin, kendimi size isbat edeyim!”
(37) (Öğretmenlerin Türk ırkından seçildiğini söylemiştim. Böylelikle köy öğretmenleri, rejim sözcüsü olarak görevlendiriliyordu)

İsyanın akabinde, Kürt halkına ve çocuklara baskı daha da büyümüştür. Mustafa Akyol'un anlattığı Sıdıka Avar'a ait iki anı aktaralım:
"Okulumuz üç vilayetin valileri, Milli Eğitim müdürleri ve 4. Umum Müfettişliği tarafından ayrı ayrı teftiş edilirdi. Bakanlık müfettişleri de ayrı.
Bir gün Bingöl Valisi Sayın Şahinbaş gelmişti. Yatılı son sınıfa girdi. Kızlar saygı ve sevgi bakışlarıyla ayağa kalktılar. Vali Bey sordu:
- Kürt kızları mı bunlar?
Çocukların bakışlarındaki sevgi derhal değişti, değiştikçe de hainleşti.
- Tunceli’nin Türk kızları efendim.
Vali Bey devam ediyordu:
- Babalarınızın, dedelerinizin isyan ederek yaptığı hataları gördünüz, canlarıyla ödediler.
Ben sözünü kesmek isteğiyle;
- Aman efendim, bu çocukların babası değil, bunlar şerefli…
- Nasıl değil? Hepsi Kürt değil mi? Sizler böyle hareket ederseniz…
Sözünü kesmek için bir iki defa karıştıysam da o devam etti:
- Hükümet çok kuvvetlidir. Hepinizi yok eder!
- Beyefendiciğim, öbür sınıflara lütfen teşrif etmez misiniz? Çayınız da soğuyor… diye kapıyı açtım. Ondan sonra bir iki enstitü sınıfında ve müdür odasında ikramlarda bulundum, çalışmalarımızın hedeflerini anlatmaya uğraştım.
Yatılı üçlere gittim. Hepsi ağlıyordu. Gözyaşları arasında şu soruyu soruyorlardı:
- Neden bizi bu kadar suçlu görüyorlar?
- Neden “Kürt” diye hep hakaret ediyorlar?
- Neden Kürtleri gariplerden aşağı görüyorlar?
- Hani siz “hepimiz Türküz” diyordunuz?
Bu acı dolu soruların sonu gelmiyordu."
(38)

"Nöbetçiyim bir gün. Kalkma zilinin çalmasına daha yarım saat var. Aşağı katı bir dolaşmaya gittim. Şaşırdım doğrusu:
Büyük kızlar kalkmışlar, bir kısmı odun taşıyor, bir kısmı sobaları yakıyor, bir kısmı da mütalaa yapılan odunları temizliyor; erkek ve kadın hademeler de başlarında durmuş emir veriyorlar, fakat bu işler çok sessiz cereyan ediyor.
Bu durum hem şaşırtıcı hem üzücüydü. Kadın hademeye sordum:
- Bu işleri hademeler yapmazlar mı?
Sobayı üfleyen çocuk başını kaldırdı, gözleri dumandan yaş içindeydi. Kollarından odun yüküyle gelen iki kızcağız da kapıdan girmişti.
Hademe sinirli sinirli, sertçe söylendi:
- Elbet yapacaklar ya… Bunlar isyan eden Kürtlerin dölleri, dağ ayıları.
" (39)

Yine "Vatandaş Türkçe Konuş!" kampanyası (!) günlerindeki baskıyı, Canip Yıldırım şöyle anlatıyor:

"Hatta öyle ki, yaşlı köylülere bile Türkçe öğretmeye kalkıyorlar. Türkçe konuşamayanlara para cezası verildiği yıllar. Bu işi belediyenin zabıta memurları yapıyorlardı, öyle bir hız verdiler ki bu işe, artık köylü şehre gelmemeye başladı, üretim durdu. Diyarbakır’ın kenarında yakın köyler var, Şılbe, Şeyh Kend, Ali Pınar, Zoğe, fakir köyler. Bunlar maişetlerini sağlamak için yoğurdu ayran yapar, kaymağını, tereyağını ayırırlar, kışa saklarlar, bu ayranı getirirlerdi eşek sırtında, sokaklarda bağırırlardı, ‘Hayde dev hayde dev’ (hadi ayrana gel, hadi ayrana gel) diye. Tabii Diyarbakır’da kışın yorgansız, yazın ayransız olmazdı. Herkes bu ayrancılardan bir kuşhana (tencere), bir kuşhana daha ayran alırdı…
Belediyenin zabıtaları bunları alır götürürlerdi, haydi bakalım para cezası. Onun için kimse gelmemeye başladı. Köylü satmak için değil, ancak kendisinin tüketebileceği kadar ürün üretmeye başladı"
(40)

Bu yasaklarla birlikte, bu insanlara hitaben yıllar boyunca da "kendilerine Kürtlük fikri, Lazlık fikri, Çerkeslik fikri, Boşnaklık fikri propaganda edilmiş Türkler" olduklarına dair kitaplar basılacaktı (41). Aşağıda, 1970 basımlı, Fırat M. Şerif imzalı Doğu İlleri ve Varto Tarihi isimli kitapta geçen sözcükler, bu zihniyetin vardığı boyutları açıkça gözler önüne seriyor:

"Bu eser, Doğu Anadolu’da oturan, Türkçeye benzemeyen bir dil konuştukları için kendilerini Türk’ten ayrı sayan, bilgisizliğimiz yüzünden bizim de öyle sandığımız vatandaşlarımızın su katılmamış Türk olduklarını bir defa daha ispat etmektedir. Hem de inkarına imkan bırakmayan ilmi deliller ile...
Dünya üzerinde “Kürt” diye adlandırılabilecek müstakil hüviyetli bir ırk yoktur. Aslı astarı olmayan propagandalara kanmış, aldanmış, neticede yollarını şaşırmış Doğu Türklerinin kendilerini aydınlığa çıkaracak bu kitabı dikkatle okumaları, can evine çekilip derin derin düşünmeleri lazımdır."


Bu ırkçı politikalardan nasibini alan sadece Kürtler olmamıştır. Ermeni, Rum gibi gayrimüslim azınlıkların çoğu zaten tecrit yoluyla, katliamlarla, mübadeleyle temizlenmişti. Kalanlara da Varlık Vergisi, Yirmi Kura İhtiyatlar olayı gibi yüz kızartıcı zulümler uygulanarak çoğu kendi istekleriyle kaçırtıldı. Asimile edilmesi mümkün olmayan gayrimüslimler daima bir tehdit olarak görülmüş, günümüzde de görülmektedir. Laik olduğunu iddia eden devletin neden kimlik hanelerine zorla din yazdırttığını zannediyorsunuz? Çünkü ülke Türk olduğu kadar, müslüman da olmalıydı. Lakin nasıl müslüman? Onu da laiklik başlığı altında açıklayacağım. Şimdilik şu kadarını söylemek yeterli: Gerek Atatürk olsun, gerek dönemin ileri gelen siyasetçileri olsun, son derece ırkçı, Türk kanını yüceltmeye dayalı söylemlerde bulunmuş, bu söylemleri destekleyen onlarca eylem gerçekleştirmiş, yasalar çıkarmıştır. Asimile edilebilenler, kendilerine "Türk" demeyi kabul edip Türk kültürüne uygun yaşamayı kabul edenler "bağışlanmış", demeyenler, diline ve kültürüne bağlı kalmakta ısrar edenler de silip atılmıştır. Bunun da bir ilkesi varsa, açıkça "Türkçü asimilasyonculuktur". Nasıl ki 19. yüzyıl kilisenin ve dinin devletten elini çekmesiyle birlikte aydınlanmışsa, 21. yüzyıl da milliyetçilik dininin devlet işlerinden elini çekmesiyle aydınlanacaktır.

DEVRİMCİLİK
Aslında Kemalizm devrimciliğin, bildiğimiz anlamda sol devrimcilikle uzaktan yakından alakası yoktur. Tek parti iktidarı, 1920'li yıllarda gerçekleştirdiği sosyal, politik ve kültürel değişimlerin her birine devrim adı verdi ve bu değişimlere bağlı kalmayı, onları "korumayı" devrimcilik olarak niteledi. Aslında bu noktadaki çelişki, Kemalizmde devrimciliğin karşılığının, yapılan değişimleri korumak, yani muhafazakarlık oluşu. Sol devrime tamamen aykırı bir devrimcilik tanımı bu.

Muhafazakar Bir Devrimcilik Tanımı
Bu söylediğim, 1931 ve 1935 CHP parti programlarında kanıtlanır nitelikte. Bakınız 1935 yılı CHP programında, devrimcilik nasıl açıklanıyor:
"Parti devlet yönetiminde, tedbir bulmak için derecel ve evrimsel prensiple kendini bağlı tutmaz. Ulusumuzun sayısız özverilerle başarmış olduğu devrimlerden doğan ve olgunlaşan prensiplere bağlı kalmak ve onları korumak parti için esastır."

Aslında bu kendine has, ihtilal karşıtı devrimcilik tanımının tuhaflığını düşünürken, Taha Parla'dan bilmediğim bir şey öğreniyorum. Aslında "inkılapçılık" kelimesini kullanan Kemalistler, öz Türkçeye dönüş sevdasıyla bunun tam Türkçe karşılığını bulamıyorlar ve devrimcilik diyorlar. Kendini solcu addeden Kemalist kaynaklar hep 1982 darbesiyle nasıl "devrimciliğin" "inkılapçılığa" dönüştüğü konusunu dile getirir, Atatürk'ün devrimci yanının gizlenmeye çalışıldığı söylenir. Halbuki, bu kelime değişikliği, Kemalizmin özüne dönmek demektir. Zaten parti programında da belirtildiği gibi, Kemalizm, devrimi, "değişimleri muhafaza etmek" şeklinde, gayet muhafazakar bir çizgide açıklıyordu. Bakın Ne diyor Parla:

"1930'ların ortalarında aşırı dozlara yükselip sonra frenle en öz ya da arı Türkçecilik akımının etkisinde 'inkılap'ın karşılığını tam tutturamamanın ürünü 'devrimcilik'. Yoksa Gökalp’te de, Kemalistler’de de inkılap, 'devrim' değil, düzen içinde 'dönüşüm'dür. Nitekim 1943 Programı’nda 'inkılapçılık'a dönülüyor."(42)

Kelimeleri bir yana bırakırsak, nedir bu saymakla bitiremediğimiz Kemalist devrimler? Yani "korumakta zorunlu" olduğumuz uygulamalar nelerdir, hangi uygulamalar bunun dışında bırakılmıştır?

Bu konuda referans verebileceğimiz, 1931 yılında partinin genel sekreteri Recep Peker'in İstanbul Üniversitesi'nde verdiği konferanstır. Peker, 7 devrim saymış ve bu devrimleri "Kurtuluş Savaşı'nın devamı" olarak sunmuş, bunlar olmadan tam bir kurtuluşa ulaşamayacağını, bu ülkenin yaşayamayacağını söylemiştir. Nedir bu 7 devrim bakalım:

1- Cumhuriyetin ilanı: Peker'e göre en büyük devrim bu. Lakin "Cumhuriyetçilik" başlığı altında detaylarıyla incelediğim konuyu okuduysanız soruyorum: Bu sizce bir devrim midir, yoksa sadece Atatürk'ün yetkilerini son dönemin padişahlarının yetkilerinden de fazla genişletmek üzere anayasaya konulmuş, halka hiçbir özgürlük sağlamamış bir cümleden mi ibarettir? 1920 meclisi mi daha cumhuriyetçiydi, 1923 meclisi mi? Kararı siz verin.

2- Yeni medeni kanun ve ceza kanunun kabulü: Ceza hukuku Faşist İtalya'nın ceza hukukundan alınmıştır (43). Hatta onlarınkinden daha sert olduğunu, zamanın Adalet (!) bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un ifadeleriyle görebilirsiniz:

"Ceza kanunumuzun aslına nazaran yapılan tadilat meyanında bilhassa İtalya’da tatbik edilen müebbet hapsi münferit yerine idam cezasının vaz’ı ve bir de irticaa karşı sert bazı maddeler zikrolunabilir. Batıl itikatları ve onları temsil eden putları başaşağı eden yeni fikir cereyanları gibi Türk Cumhuriyetinin yeni kanunları da yaşamak ve yaşatmak kabiliyetini kaybetmiş bütün bir mazinin nizamı içtimaisini darmadağın ederek yerine muasır medeniyetin nizam ve hayatını kurmuş bulunuyor. Yeni Türk Ceza Kanunun rolü ve gayesi sükûn bulmaz bir şiddet, nihayetsiz bir kıskançlıkla bu yeni nizamın bekçisi ve müdafii olmaktır."

Yine Bozkurt, meclisteki konuşmasında şöyle diyordu:
"Arkadaşlar ceza kanunumuz çok serttir. Çünkü inkılap çok kıskançtır. Fakat şunu heyet-i celilenize temin edebilirim ki sertliği ile beraber ilmi bir eserdir. Bundan korkacak olanlar ve korkması lazım gelenler Türk milletinin menfaatlerine, Türk milletinin hukukuna ve inkılabına karşı tekin olmayanlardır ve bunların korkması lazımdır."

Yani Bozkurt'un ifadesiyle "Ceza Kanunu'nun rolü ve gayesi sükun bulmaz bir şiddet, nihayetsiz bir kıskançlıkla bu yeni nizamın bekçisi" olmaktı ve Faşist İtalya'daki müebbet hapsi cezası bile idama çevrilmişti. Zaten Atatürk'ün ve diğer politikacıların da kastettiği "muasır medeniyetler", dönemin faşist Avrupasıydı, günümüzün gelişmiş ve demokratik batısı değil.

Medeni kanuna geldiğimizde, Osmanlı "Mecelle-i Akvam-ı Adliye" isimli medeni kanun zaten oluşturulmuştu (44). Bunun üzerine İsviçre medeni kanunu inşa edildi, alın size devrim.

3- Şeri mahkemelerin kaldırılması: Osmanlı'nın son döneminde zaten "şer'i mahkemelerin" işlevi çok çok kısıtlanmıştı. Din farklılıklarına bağlı ayrıcalıklar kısmen kaldırılmış, 1840 yılında Fransız Ceza Kanunu'ndan hareketle bir ceza kanunu yapılmış, 1858'de ikinci ceza kanunu hazırlanmıştı. 1840'tan itibaren ceza ve ticaret davalarına bakmak üzere laik mahkemeler kuruldu, hatta gayrimüslim hakimler bile atandı (45). Tüm bu gelişmelerin adını ve dahası bile anmadan "ülke dinle yönetiliyordu, Atatürk geldi dini mahkemeleri kaldırdı." demek sadece Kemalizmi yaşatmak uğruna söylenen yalanlardan biridir.

4- Medreselerin kaldırılması ve tevhid-i tedrisat kanunu: Bu mudur devrim? Geleneksel okullar "kaldırılınca", adı devrim mi olur? Zaten modern okullar 1730'lu yıllardan başlayarak Osmanlı döneminde kurulmuştu, bu okulları kuranların adlarını bilir misiniz? Bence asıl devrim, modern okulların kurulmasıdır. Konuyla ilgili Dicle Üniversitesi Araştırma Görevlisi Erhan Metin'in Osmanlı'da Açılan İlk Modern Okullar adlı çalışmasını inceleyin. İnönü ve Atatürk bile Osmanlı'nın modern okullarda yetişmiştir. Atatürk sadece, bu modern okulların dışında kalan geleneksel okulları "kapattırmış", buna da devrim demiştir. Tevhid-i tedrisat kanunu ile de eğitim, devlet tekeline alınıp bir güzel rejim askerleri yetiştirilmiştir.

5- Dervişliğin men edilip, tekkelerin ve zaviyelerin kapatılması: Bir "yasak" daha devrim olarak lanse ediliyor, ben buna şaşıyorum. Tamamen legal olan ve etliye sütlüye karışmayan tekkeler neden kapatılır? O tekkelerin bazılarının kökleri, Osmanlı İmparatorluğu'nun dahi kurulmasından önceye dayanır. Yani bu ülkenin kültürel miraslarıydı. Mevlana'nın Mevleviliğini, Hacı Bektaş Veli'nin Bektaşiliğini kapatarak, üyelerini yurtdışına sürmek devrimse, tüm diktatörler devrimcidir.

6- Şapka kanunu: "Devrim tarihi" denen şeyin yüz karalarından biri. Halka şapka giydirerek, kadınlara baş açtırarak modernleşileceğini sananlar, bu konuda düşünsel alt yapıdan nasıl mahrum olduklarını gözler önüne seriyor. Gardıroplarınızda olanları değişiyorsunuz, "gardırop devrimi" oluyor, hadi modernleştik, bu mudur olay? Ki bakınız Atatürk şapka yasası ve kadınların örtünmesiyle ilgili konuştuktan sonra "bu konuda bazı kurbanlar verilebileceğini" ve bunun "önemsiz" olduğunu nasıl söylüyor:

"Keskin bir gerçek olarak söylüyorum: Korkmayınız, bu gidiş zorunludur ve bu zorunluluk bizi yüksek ve önemli bir sonuca ulaştırıyor. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca ulaşabilmek için gerekirse bazı kurbanlar da verelim. Bunun önemli yoktur." (46)

Sonra, 25.11.1925 tarihli, 671 numaralı şapka kanunu kabul ediliyor. Buna göre: "Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyeleri ile genel, özel ve bölgesel idarelere ve bütün kuruluşlara bağlı memurlar ve müstahdemler, Türk milletinin giymiş olduğu şapkayı giymek zorundadır. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın sürdürülmesini hükümet yasaklar."

Kanunun ilanından sonra, Atatürk'ün "önemsiz kurban" dediği özellikle doğu illerinden binlerce kişi, şapka kanununa muhalefet yüzünden tutuklanıyor. "Şapka kanununa muhalefet" gerekçesiyle, birçok kişi İstiklal Mahkemeleri'nce idam ediliyor. (47) "Devrim kansız olmaz." dedikleri bu olsa gerek. Bu görüşe karşıyım, hele dökülen kan şapka yüzünden olunca, onu dökenlere benden saygı duymamı beklemeyin.

7- Latin harflerinin kabulü: Bu da, Osmanlı'dan kopmaktan başka bir nedeni olmayan devrim. Bu devrimle okuma yazma oranı artmadı, zaten böyle bir savunma da komiktir. Aksine, eski harfleri kullanan binlerce okur-yazar, bu değişiklikten sonra bu vasıflarını yitirdiler. Okuma yazma oranı 60'lardan sonra, eğitim seviyesinin yükselmesiyle arttı. Yani alfabe değişiminin okuma yazma ile bir ilgisi yok. Neyle ilgisi olduğunu da İsmet İnönü özetliyor:

"Harf inkilâbını biz kültürümüzü değistirmek için yaptık. Arap kültüründen kurtulmak için yaptık. Artık eski yazıya dönülmeyecektir. Bunun manası artık eski kültürümüzle bağımız kalmadı demektir." (48)

Richard Rorty'nin bir sözü var: "Fransız Devrimi'nden bu yana politik ütopyacıların sezdikleri şey, dilleri ve öbür toplumsal pratikleri değiştirmenin daha önce asla varolmamış bir türde insanlar türetebileceğiydi"

İnönü'nün sözüyle Rorty'ninki birleşince amaç ortaya çıkıyor: Tarihinizle, o tarihin yazıldığı alfabeyle insanın ilişkisini kesin, tarihi siz, kendi yazdığınız kitaplarla anlatın, artık rejim militanları yetiştirmeniz önünde bir engel yok demektir. Yoksa Arap alfabesini anlamsız işaretler gibi görmek cehaletin bir ürünüdür, konuyla da ilgisi yoktur. Ayrıca zamanın tarihçilerin Dil-Güneş teorisinden yola çıkarak uydurduğu bir zırvalık da, eskiden Türklerin Latin alfabesini kullandığı, yani bunun bir Türk alfabesi olduğuydu. "Öz Türkçeye" dönüyorduk yani. Sosyalist Fikret Balkaya'nın konu hakkındaki düşüncelerinin altına imzamı atarım:

"1 Kasım 1928'de yapılan harf inkılâbının temel amacı, sadece toplumu hafıza kaybına uğratarak, Bonapartist diktatörlüğü takviye etmek değil, Türkiye'nin bir 'Batı ülkesi' olduğunu da kanıtlamaktı. Harf İnkılâbı, aslında bir inkılâp değil cinayetti. Üstelik insanlık tarihinde eşine az rastlanır bir cinayetlerdendi. Böyle bir şey, bir anda ve toptan okur-yazar olmaktan çıkartmaktır. Bütün bir tarihe yabancılaşmaktır. Zira harf inkılâbıyla, o zamana kadarki yazılı mirasa yabancılaşılmıştı. Aslında böyle bir şey, en bağnaz sömürge yönetimlerinin bile cüret edemeyeceği bir saçmalıktır. Bir toplumu toptan kendi tarihine ve kültürel geçmişine yabancılaştırmak, 'köksüzleştirmektir'. Artık o tarihten sonra eskiye merak saran birinin, kendi uzak-yakın tarihiyle ilgili bir şey öğrenebilmek için bir yabancı dil öğrenir gibi eski yazıyı öğrenmesi gerekiyordu.
Fakat Harf İnkılâbı'nın başka siyasi amaçları da vardı. Mustafa Kemal, muhaliflerin geleneksel ulemanın desteğini alarak kendine karşı bir 'cephe' oluşturduklarını düşünüyordu. En azından muhaliflerin geleneksel ulemanın (Osmanlı 'aydınları') desteğini aldığını düşünüyordu. Dolayısıyla söz konusu cepheyi etkisizleştirmek için, geleneksel ulemanın da siyasetten ve 'kamusal alan'dan uzaklaştırılması gerekiyordu. Harf İnkılâbı demek, eski yazıyı bilenlerin ve eski yazıyla eğitim veren kurumlarda eğitim görenlerin devre dışı bırakılması demekti. Tekke ve zaviyelerin kapatılması, daha sonra yapılan 'Darülfünun reformu' muhalefetin kaynağını kurutmak üzere gündeme gelmişti. Bütün bu reformlar veya inkılâplarla amaçlanan, diktatörlüğü güçlendirmekti. Harf İnkılâbı da dâhil, söz konusu düzenlemeleri bu bütünlük içinde ele almak gerekir."
(49)

Buna Osmanlı tarih kaynaklarını incelerken "irtica yapıyor" suçuyla tutuklanan tarihçileri de eklerseniz, işin boyutunu anlarsınız. Ayrıca, bu inkılap, zaten batmış ekonomiye daha da büyük zarar vermiştir.

Benim sorunum yine de hangi alfabeyi kullandığımızla ilgili değil, bu "devrimlerin" arkasındaki zihniyetle ilgili. 7 inkılabı da saydım, bunların büyük bir çoğunluğu birşeyler kapatmaya, yasaklamaya ve Osmanlı'yı silmeye, diktatörlüğü güçlendirmeye yönelik. Yani yapılmaya çalışılan şey, "toplum mühendisliği". Bunu yapanlar da halkın inançlarını, geleneklerini karşılarına alıyor ki bu da devrim değildir çünkü devrim halkla el ele olur. Tek parti döneminin tepeden inme zorlamaları jakobenizmdir ve bu zorlamaları korumayı ilke edinmeleri açısından gayet muhafazakardırlar. Dolayısıyla devrimcilik/inkılapçılık denen şey aslında "Muhafazakar jakobenizm"dir.

LAİKLİK
Tek parti yönetiminin Batıdan ithal ettiği dönüşümler, sadece batıdan birşeyler ithal etmekle kalmıyor, bunların Osmanlı'daki karşılığını da yasaklamayı beraberinde getiriyordu. Örneğin sadece batıdan kıyafet getirilmiyor, geleneksel kıyafetler yasaklanıyordu. Ezanın Türkçeleşmesi demek Arapça okunmasının yasaklandığı anlamına geliyor, yeni harflerin kabulüyle birlikte eski harflerin kullanımı veya bu konuda araştırma yapmak yasaklanmış oluyordu.

Geleneği çağrıştıran her türlü imge ve bağı koparma üzerine kurulu Kemalizm, tabi ki sık sık İslam'la karşı karşıya gelecekti. Lakin gayrimüslimlerin ülkede tehdit olarak algılandığı düşünüldüğünde, Türk halkı müslüman olmalıydı. Bu bağlamda İslam da hükümetin tekeline altına alınacak ve böylece İslam, halkın gözünde öyle bir şekle sokulacaktı ki, hem halk müslüman kalsın (Aynı zamanda tepkiler minimum düzeyde tutulsun), hem de İslam, yeni hükümetin Batılılaşma adı altında yaptığı değişiklikleri önünde bir engel teşkil etmesin. Bu bağlamda Türkiye'de laiklik, hiçbir zaman din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması şeklinde olmamış, devletin, dini tekeline alması şeklinde vuku bulmuştur.

Konuyla ilgili CHP'nin 1935 yılındaki programına bakalım:
"Parti, bütün kanunların, tüzüklerin ve usullerin yapılışında ve uygulanışında, en son ilim ve teknik esasları ile, asrın ihtiyaçlarına uyulmasını prensip olarak kabul etmiştir.
Din, bir vicdan işi olduğundan, parti, dini, dünya ve devlet işleri ile siyasette ayrı tutmağı, ulusumuzun çağdaş medeniyet yolunda ilerlemesi için başlıca şartlardan sayar."


Bakıldığında tanım, "din ve devlet işlerinin ayrılmasına" benzer ifadelerle yapılmış. Lakin biraz dikkatli okursanız, tamamen farklı bir tablo görürsünüz. Burada söylenen sadece dinin, dünya ve devlet işlerinden elini çekeceği. Yani, devletle ilgili herhangi bir kısıtlama yok. Dahası, din sadece devlet işlerinden değil, "dünya işlerinden" de ayrı tutulacak. Yani dinin toplumsal hayata tüm yansıması, kılık kıyafetten tutun, dinin sosyal hayatla ilgili tüm hükümleri artık yasaktır. Yerine konulansa "ilim ve teknik" esasları. Yani halkın iradesini sorma yoluna giden demokratik laiklik değil, pozitivist laiklik belirleniyor ki ikisi çok farklı.

Buradaki ifadenin "dinin sadece siyasete değil, sosyal hayata yansımasının da yasaklandığı" anlamına geldiğini, Falih Rıfkı Atay, kendi yazdığı kitapta kabul ediyor ve bununla övünürken çok çarpıcı cümleler kuruyor. Bakınız "Çankaya: Atatürk'ün Doğumundan Ölümüne Kadar" isimli kitabında konuyla ilgili neler söylemiş:
"Kemalizm, aslında büyük ve esaslı bir din reformudur. Tanrı, bir peygambere verdiği şeriatı, ikinci bir peygamberde değiştirmekle, hatta Kuran'ın bir ayetindeki emrini başka bir ayette kaldırmakla hükümlerin toplum evrimini izlemesi gerektiğini göstermiştir. Fıkıhta buna nesih diyoruz. Muhammed, son peygamber olduğuna göre, ondan sonra nesih hakkı insan aklına kalmıştır. Onun için İslam bilginleri, "zamanla hükümlerin değişeceği" içtihadında bulunmuşlardır. Mustafa Kemal'in yaptığı işte bu nesih hakkını kullanmaktı.

İslamda bütün şer'i meseleler iki büyük bölüme ayrılmıştır: Birinci bölüm, ahreti ilgilendirir ki ibadetlerdir: Oruç, namaz, hac, zekat! İkinci bölüm, dünyayı ilgilendirir ki bunlar da nikah ve aileye ait hükümlerle muamelat denen mal, borç, dava ilişkileri ve ukubat denen ceza hükümleridir. Kemalizm, ibadetler dışındaki bütün ayet hükümlerini kaldırmıştır.

Kaldı ki insan aklı nesih hakkını farzlar üzerine de götürebilir; zekat, kazanış ve gelir vergilerinin bulunmadığı bir devrin mirasıdır. Hac, Kabe'den faydalanan Mekkelilerin müslümanlığını sağlamak için konmuştur ve bu döviz çağında Hicaz dışındaki hiçbir yabancı müslüman halkı buna zorlanamaz. Namaz şekli de iskemle olmayan entarili halkın yaşayışına uygundur. Pantolon, etek ve hele başkasının ayağı değen yere yüz değdirmeyi yasak eden hijyen devrinde yürüyemez. Cenaze namazını neden ayakta kılıyoruz? Camiin dışında olduğu için! Bugünkü hijyen anlayışına göre Camiin içi ile dışı arasında fark yoktur.

Atatürk ibadet devrimine ezan ve namazı Türkçeleştirmekle başlamıştı. Gerçekte verdiği ilk emir ezan ve namazın Türkçeleşmesi idi. Muhafazakarların sözcülüğünü yapan İnönü, Atatürk’e yalvarmış, önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra namaza sıra gelir, demişti. Arkadan dil ve Kur’an metni meseleleri çıkıp namazın Türkçeleşmesi gecikti idi. Atatürk sağ kalsaydı ibadet reformu olacağında da şüphe yoktu."


Yani Kemalizm, dini devletten ayıran, dine müdahale etmeyen bir ideoloji değil, dini çeşitli kurumlar yoluyla (Diyanet) tekeline alarak onu yeniden tanımlayan, halkı da yeni oluşturulmuş bu "pasif" İslam'a inanmaya zorlayan bir ideolojidir. Bu "pasif" İslam, devletin kendi kurumlarının yetiştirdiği din adamlarının zorlamalarla verdirdiği fetvalara göre laiklikle bire bir uyumlu, devlete boyun eğen vatandaşlar yetişmesine onay veren, sadece ibadetlere indirgenmiş bir İslamdır (Ki yukarıda Falih Rıfkı'nın ifadelerine bakarsak, Atatürk, ibadetleri de Türk toplumuna göre yeniden şekillendirecekti). İdeal millet, Türk olduğu kadar, bu İslam'a inanır. Bu oyuna gelmeyen herkes de gerici damgasıyla tutuklanır, İstiklal Mahkemeleri'ne gönderilir.

Blogdaki ilk yazımda da söylediğim gibi, Anglosakson tipi bir sekülerlikte, devlet, her dine eşit mesafededir. Dinsizlerin hakkını da, dindarların hakkını da korur, dinin toplumsal yansımalarına karışmaz lakin bir dine inanan bir insanın başka bir insana dinle/dinsizlikle ilgili baskı yapamayacağının garantisini verir. Dini şekillendirmeye kalkmaz, bir insan "benim dinim bunu gerektiriyor." dediğinde, dini gerçekten onu mu gerektiriyor, araştırmaz. Din kurallarının yerine ne konulacağı da yine o toplumun kendi elleriyle oluşturduğu anayasada bellidir. Halka sorulmadan "Hadi bakalım ilmi referans alıyoruz" gibi içi boş bir ifade kullanılmaz. Ülkemizdeki devletin isteğiyle fetvalar veren kurumların varlığı, kimlikteki din ibaresi (Ki bu yolla gayrimüslimlere Varlık Vergisi, Yirmi Kura İhtiyatlar olayı gibi "şeriatçı" Osmanlı'nın bile yapmadığı zulümler uygulanmıştır), ruhban okullarının kapatılması, dininin gereği giyindiğini söyleyenlerin varlığına tahammülsüzlük, bunların sekülerlikle falan alakası yoktur. Bu tamamen katı bir laiklik olan aslında dindarlıktan da katı "Pozitivist-otoriter laisitedir".

Sonuç
Sonuç olarak, Atatürk ilkelerini iki ana gruba ayırmak mümkün: Ekonomik ve kültürel. Ekonomik ilke, "halkçılık-devletçilik-milliyetçilik" üçlüsünde inşa edilmiş korporatizm, ikincisi de "milliyetçilik, devrimcilik ve laiklik" bağlamında, kültürel bir dönüşüm ve bu dönüşüm, "gericilik" olduğu iddia edilen eski ölçü birimlerini, kıyafetleri ve eski devleti çağrıştıran her türlü imgeyi yasaklamak, yerine batıdan ithal edilen yüzeysel karşılıklarını topluma zorlama yoluyla kabul ettirmekten ibaret. Buna karşı çıkanlara ise devlet, şiddet uygulamaktan, gerekirse öldürmekten çekinmemiştir. Burada milliyetçilik, hem ekonomik hem kültürel yönden adeta tutkal gibidir. Cumhuriyetçilik ise en tepede, seçimle değil darbeyle başa gelmiş ve padişahtan çok yetkilerle donatılmış, onu cumhurbaşkanlıktan indirecek ölümden başka bir engel olmadığı bir sistemde, diktatörlüğü örter, yapılanları masum gösterir nitelikte. Yani Atatürkçülük, ekonomik alanda Musollini İtalyası ve Nazi Almanyasını örnek alan, ancak kalkınma için sadece ekonomik değil kültürel bir dönüşümü de gerekli gören, bu ekonomik ve kültürel sistemi hakim kılma adına gerekirse halkına şiddet uygulamaktan çekinmeyen otoriter bir sistemdir. Kendi içinde tutarsızdır, bir yandan kendi parti programlarında ve söylemlerinde Türklerin, dünyaya medeniyeti öğrettiğini ve üstün ırk olduğunu savunurken, diğer yandan neden aşağılık kompleksine girip batıdan şapkaları ithal ettiği sorusuna cevap veremez.

Yukarıda sözettiğim tüm uygulamalar, yasalar, bunları destekleyen söylemler ışığında, kemalizmin altı okunun gözümde gerçek karşılıkları şunlardır:

Saltçılık/Elitçilik
Faşist Popülizm
Devlet Korporatizmi
Türkçü asimiliasyonculuk
Muhafazakar Jakobenizm
Otoriter Pozitivist Laisite


Avrupa kendi geçmişiyle yüzleşmiştir ve 1930'lu yılları bir utanç dönemi olarak algılamaktadır. O dönemin Avrupa'sının günümüz Avrupa'sına bir şey veremediği gibi, o ortamda oluşmuş ve o faşist ideolojilerden farksız, o faşist ülkeleri yakalamayı hedef gösteren Kemalizmin de günümüz Türkiye'sine verecek bir şeyi kalmamıştır (Zaten o dönemde bile yararlı bir şey veremedi, neresinden tutarsanız elinizde kalır). Lakin günümüzde Kemalist eğitim sistemi, Kemalistlerin, 30'lardan bugüne Avrupa ve dünyadaki değişimi algılamalarını imkansız hale getirdiği gibi, Kemalizmi eleştirmeyi anlamalarını da imkansız hale getiriyor. Yapılanlar ve belgeler ortadayken, hala "Atatürk olmasa sen olmazdın." gibi gerçek dışı ilkokul söylemlerinden öte bir savunma geliştirilemiyor, şartlanmışlıktan doğan tepkiler ötesinde mantıklı bir cevap verilemiyor. Daha "halk egemenliği" denen şeyin ülkemizde olmadığı ve bunun "ulusal egemenlik"ten farklı bir şey olduğu, "ulusal egemenliğin" günümüz dünyasında çöktüğünü dahi bilen yok. Kemalistlerin "Kendimize has özelliklerimiz var, dışa kapalı kalalım, biz bize benzeriz ve Türk'ün Türkten başka dostu yok" savunmaları artık geçerliliğini yitirmiştir, eğer ki ilerlemek, dünyaya entegre olmak istiyorsak, bu gerici ideolojiden kurtulmalıyız.

Kaynaklar
(1) Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Arşivi: 37/40855; T.B.M.M. Zabıt Ceridesi; 1920, s. 123-124
(2) Taha Parla, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I’den, 265.
(3) 1931 CHP Programı
(4) 1935 CHP Programı
(5) Selim Kohen, Malumat-ı Etfal, 1911. s. 31
(6) Ali Seyyidi, Vezaif-i Medeniye, 1913. s. 56
(7) Ali Seyyidi, Müsahebat-ı Ahlakiye, 1916. s. 24.
(8) Uğur Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor, s. 81
(9) Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 412
(10) Uğur Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor, s. 109
(11) A.g.e. 115
(12) Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 415
(13) Erik Jan Zürcher, Political Opposition in the Early Turkish Republic: The Progressive Republican Party 1924-1925, s.35
(14) Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 416
(15) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II (1906-1938), s189.
(16) Erik Jan Zürcher, Political Opposition in the Early Turkish Republic: The Progressive Republican Party 1924-1925, s.60
(17) A.g.e. 61
(18) İletişim Yayınları, Tarih ve Toplum, Aylık Ansiklopedik Dergi, Mayıs 1988, Sayı:53 Los Angeles Times’tan çeviren: Mete Tunçay
(19) Yurt Bilgisi Dersleri 5. Sınıf, 1939, İlkokul kitapları. İstanbul: Maarif Vekaleti. 27
(20) Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam s. 449.
(21) A.g.e, 416, 417
(22) Asım Us, Gördüklerim, Duyduklarım, Duygularım: Meşrutiyet ve Cumhuriyet Devrine Ait Hatıralar ve Tetkikler, s. 143.
(23) Cemil Koçak, Belgelerle İktidar ve Serbest Cumhuriyet Fırkası
(24) Devlet Merkezi Tarih Arşivi, fds. 176. inv. 5. No. 897. fol. 25 no'lu belge, alıntılayan Margarita Ivavova.
(25) Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Cilt II, s.436.
(26) Niyazi Ahmet Banoğlu, Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı, Cilt I, s.383.
(27) Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Cilt 3: Kemalist Tek-Parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Ok’u, s.164
(28) Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), s. 268
(29) Ahmet Hamdi Başar, Atatürk’le Üç Ay ve 1930′dan Sonra Türkiye, s. 9-10
(30) Mithat Sadullah, 1927-1928 Yurt Bilgisi İlkokul 4. sınıf, s.10
(31) T.C. Maarif Vekilliği, Yurtbilgisi Dersleri,1939. s. 13
(32) Tezer Taşkıran, Türk Ahlakının İlkeleri, 1945, s.13
(33) T.C. Maarif Vekilliği. Yurtbilgisi Dersleri, 1939, s. 14.
(34) Füsun Üstel Makbul Vatandaş'ın Peşinde: II. Meşrutiyetten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi, s. 216
(35) Tarık Tevfik Danışman, Yurt Bilgisi, 1939, s.9
(36) Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek: Yanlış Giden Neydi? Bundan Sonra Nereye? s. 107
(37) Necip Fazıl Kısakürek,Son Devrin Din Mazlumları, s. 154.
(38) Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek: Yanlış Giden Neydi? Bundan Sonra Nereye? s. 124, 125
(39) A.g.e. 124
(40) A.g.e 122,123
(41) Ayşe Afet İnan. Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, s.23
(42) Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Cilt 3: Kemalist Tek-Parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Ok’u, s. 45-46
(43) http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk_Ceza_Kanunu_(1926)
(44) Abdullah Demir, Bir Medenî Kanun Olarak Mecelle, Yeni Ümit Dergisi, Sayı : 44 Nisan -
Mayıs - Haziran 1999
(45) http://www.akintarih.com/turktarihi/osmanli/yenilik.htm
(46) Naşit Hakkı Uluğ, Üç Büyük Devrim, s.144-145
(47) Cihan Aktaş, Tanzimat’tan 12 Mart’a Kılık-Kıyafet ve İktidar, s.174-177
(48) Ulus Gazetesi, 15 Nisan 1969
(49) Fikrey Başkaya, Yediyüz, s. 334,335
(50) Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 429-430