Osmanlı döneminde kadının toplumdaki pozisyonu nedir? Kadına bakış ve kadınlara yönelik çıkarılan kanunlar 1400 yılı Osmanlı'sında da, 1900 yılı Osmanlı'sında da aynı mıdır? Osmanlı döneminde kadınlar, seslerini yükseltmekten, örgütlenmekten aciz miydiler? Bu bakımdan Birinci Dünya Savaşı, milli mücadele dönemi ve akabinde cumhuriyetin getirisi ne olmuştur? Kadınlara, birer birey olduklarını, ataerkil bakış açısının çarpıklığını, sahip olmaları gereken hakları, cumhuriyetin ilanı mı hatırlatmıştır, ya da hatırlatmış mıdır? Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildiği tarihte, bu durum diğer ülkelerde nasıldı? Akabinde günümüze kadar kadının ülkemizdeki pozisyonu ne olmuştur?
Diğer gelişmelerde olduğu gibi, ülkemizde de kadının statüsünü dünya gelişmelerinden, Fransız ihtilalinden, Olympe de Gouges, Marquis de Condorcet gibi isimlerden ayrı tutamayız. Osmanlı'da Sened-i İttifak'la başlayan demokratikleşme ve modernleşme çabalarında kadının konumunun somut olarak tartışılmaya başlanmasının Tanzimat dönemine denk geldiğini söylemek yanlış olmaz. 1841'de yayınlanan kadı izniyle evlenme fermanı, 1862'den itibaren açılan kız rüştiyeleri, 1869 kız çocukları için zorunlu sıbyan kız okulu, 1870'te ilk kadın müdirenin atanması, 1870'te açılan kız öğretmen okulu, somut adımlara örnektir. Bu dönemde ilk kadın dernekleri kurulmuştur ve Şefket-i Nisvan gibi ilk kurulan çoğu dernek, yardım amaçlıdır. 1858'den başlayarak, kadın dergileri de yayınlanmaya başlamıştır. Birkaç örnek vermek gerekirse; Terakki Muhadderat, Hanımlara Mahsus Malumat, Aile, Parça Bohçası, Hanımlar, Şüküfezar. Kadınlara yönelik bu yayınların çoğu başlarda iyi ev hanımı olma, kendilerini evlerinin ve ülkelerinin çıkarlarına adapte etmek gibi geleneksel konular üzerinde durmuştur ve buraya kadar söyleyebiliriz ki bu adımlar, kadınların kendi başlarına erkeklerden bağımsız olarak yürüttüğü hareketlerin sonucu değil, aksine, kadınlar konusunda geri kalmışlığı, dönemin gerekliliği olan modernleşme yolunda engel olarak gören erkeklerin, kadınların modernleşme sürecinde tekrar şekillenmesine yönelik attıkları adımlardır.
Lakin Türkiye'de kadın hareketinde çok önemli bir tarih vardır; 1895. Bu tarihte ilk kez, erkeklerin kadın üzerindeki hakimiyetini kadınların eleştirdiği, yazarlarının sadece kadınlardan oluştuğu Hanımlara Mahsus Gazete yayınlanmıştır (1) ki yayına işrak eden en önemli kişi Fatma Aliye'dir. Aliye, kadınların eğitimini kısıtlayanların erkekler olduğunu ve erkeklerle kadınların eşit haklara sahip olması gerektiğini açıkça söylemiştir. Bu tarz örgütlenmeler II. Meşrutiyet'ten sonra daha da artmıştır. Kadın hareketinin bir diğer, ve kanımca daha da önemli yayın organı Kadınlar Dünyası'dır. Derginin sahibi, Türkiye kadın hareketinin en önemli isimlerinden Ulviye Meylan'dır ve dergi kendisini feminist olarak tarif etmiştir. Ulviye Meylan, ki kendisi aynı zamanda 1913 yılında Osmanlı Kadınının Hukukunu Savunma Derneği isimli kanımca tarihimizin en yararlı kadın derneklerinden birisinin kurucusu, kadınların erkekler tarafından birer insan, birer kadın değil, aşağılanacak dişi yaratıklar olarak görüldüğünü, sadece aile hayatında değil toplumun her kesiminde kadının gözardı edildiğini, amaçlarının kadınları bu konuda bilinçlendirmek olduğunu çünkü bunun çözümünün kadın erkek eşitliğini anlamaktan geçtiğini söylemiştir (Tarihe dikkat edin, 21. yüzyılın ilk on yılını devirmemiş olmamıza rağmen size bu sözler uzak mı geliyor?) (2). Cemiyet'in Belkıs Şevket isimli üyesinin uçağa binen ilk müslüman kadın olmasını, Bedra Osman Hanım ve arkadaşlarının İstanbul Telefon İdaresi'ne girmesini sağlaması, terzievi kurdurarak kadınlara istihdam yaratması, kadınlara yönelik bir kitaplık oluşturma işini üstlenmesi, açıkça çok eşliliğe, görücü usulüne karşı çıkması, kızların yüksek okul eğitimi görmesini savunması ve bu fikirlerin cemiyetin yayın organı Kadınlar Dünyası'nda dile getirilmesi, derneğin ne kadar gayretle çalıştığının birkaç örneğidir. Kadınlar Dünyası dergisinde, 1916 yılında Enver Paşa'nın himayesinde kurulan, amacı kadınlara istihdam alanı olarak açıklanan Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyyesi isimli dernek dahi, kadınların sorunuyla ilgilenmesine rağmen hiç kadın üye bulundurmaması nedeniyle "Kadınları Çalıştırma Cemiyeti Erkeklerin Elinde" başlıklı bir yazıda eleştirilmiştir.
Osmanlı'da feminizmden etkilenen bu hareketten bahsederken, 1911 yılında düzenlenen, kadınların toplumdaki statüsünü ve haklarına kavuşmasının görüşüldüğü "Beyaz Kongereler'i" gözardı edemeyiz. (3) Bu kongreleri Fatma Nesibe Hanım vermiş (4), "aptal annelerimiz" diye nitelendirdiği geleneksel itaatkar kadın figürünü eleştirmiş, onların ses çıkarmaktan nasıl hoşlanmadığını, bu yaklaşımın kadınları nasıl bir "tatlı et parçası", "çocuk yapma makinesi", "zevk aracı" haline getirdiğini radikalce dile getirmiştir. Evet, bunların hepsi "Gerici Osmanlı" zamanında olmuştur. Sadece bu da değil, bu dönemde çok farklı nedenlerle kadın örgütleri kurulmuştur; Yardım amaçlı dernekler, kadınların eğitimine ve kız çocuklarının okula gönderilmesine yönelik Teali-i Nisvan Cemiyeti, Tefeyyüz Cemiyeti, Cemiyet-i Hayriye-i Nisvaniye, Asri Kadın Cemiyeti gibi dernekler, Ma'mûlât-ı Dahiliyye İstihlâkı Kadınlar Cemiyet-i Hayriyyesi gibi sadece politika ve ekonomi üzerinde kadınların tartışmalar yaptığı dernekler, Kürt Kadınları Teali Cemiyeti gibi farklı uyruktan kadınların haklarını savunan dernekler, dönemin siyasal partilerinin kadın dernekleri ve daha pekçoğu gibi. Türkiye tarihinde kadın hareketi hiçbir zaman feminizmin uç noktalarında ve erkeklerden soyutlanarak şekillenmemiş ve dönemin en radikal derneği sayılan Osmanlı Kadınının Hukukunu Savunma Derneği ve yayın organı Kadınlar Dünyası dahi, kadınların geleneksel aile yapısındaki yerini reddetmemiştir. Lakin bu örgütlenme faaliyetleri, kadınların topluma entegre olmasında önemli bir rol üstlenmiştir. Zaten başta da belirttiğim gibi hükümet eliyle kadınlar hakkında atılan tüm adımlar, hükümetin prestiji ve modernleşme yolunda atılmıştır, kadınların bireyselleşmesi ve toplumda saygınlaşması için değil. Bu bağlamda bahsettiğim, kadınların kendi elleriyle kurduğu derneklerin önemini daha iyi anlayabiliriz.
Gelelim bu dönemde iktidara gelen İttihat ve Terakki'ye, yani Jön Türkler. Kendilerini Türklerin temsilcisi olarak gören bu milliyetçi grubun ideolojisinde oluşturduğu bir Türk kadını ve "Türk kadınının temsil etmesi gereken figür" vardır ve bu figüre uygun giyinmelidir, Nora Şeni'nin deyimiyle bu fikir, kadın vücudu ve kıyafetini modernlik-gerikalmışlık yolunda bir gösterge ve simge haline getiren, bu simgeleştirmeyi de kadınların içinde bulunduğu zor koşullardan önde tutan ilk düşüncelerden birisi olmuştur. Buna bağlı olarak, 1918'de "Sade Giyinen Hanımlar Cemiyeti" bile kurulmuştur, kadınların Bizans, Arap ve İran etkisinden kurtulmaları amaçlanmıştır. Milli kıyafet arayışı, kadınların vücutlarının sembolik bir milli kimlik geliştirme yolunda nasıl araca dönüştüğünün göstergesidir. Şimdilik bu konuyu tekrar dönmek üzere kesiyorum ve 1917'de kabul edilen Hukuk-i Aile Kararnamesi'ne dikkat çekmek istiyorum: Bu kararnameyle evlenme, din adamlarının yetkisinden alınıp devlete verildi, kadınların evlenebilme yaşı 17, erkeklerinki 18 olarak belirlendi, kadınlara boşanma hakkı verildi (Ki bu hak İslami hukukta da vardı fakat kısıtlıydı), ayrıca kadının istememesi durumunda, erkeğin ikinci eşi alması yasaklandı. 1919'da bu kararname kaldırılıp eski sisteme geçilse de, gerek zorunluluk olsun, gerek dönemin entellektüel tartışmalarıyla olsun, ileri ve geri atılan adımlarla, duraklamalarla bir kadın hareketi olduğunu görüyoruz. Tıpkı batıda olduğu gibi doğal tepki ve eleştirilerle işleyen, muhafazakarın ve radikalin dahil olduğu bir süreç. Özellikle 1915 yılına kadar, bu konuda büyük yol katedilmiştir ve yukarıda bahsettiğim Hukuk-i Aile Kararnamesi ülkemiz için kayıp olarak nitelendirdiğim 1915 sonrasında atılan nadir doğru adımlardan biridir, biraz da savaş gereği zorunluluktan atılmıştır. Yine 1917 yılında, Kadın Amele Taburu'nun dahi kurulması ve orduya dahil olmak istenilmesi ve kadının ordu içinde test edilişi, bu dönemdeki yapılanların savaşla ilişkisini gözler önüne serer nitelikte. Fakat kuşkusuz, milli mücadele döneminin kadınları daha da bilinçlendirdiğini söylemek yanlış olmaz. Kadınlar bu süreçten sonra artık sadece kendi sorunlarını değil, toplumun sorunlarını da tartışacak seviyeye geliyorlardı. Yukarıda anlattığım tüm entellektüel kadın hareketleri genelde şehir kadınını etkilemişti (Ki okuma-yazma oranının yüksek olmadığını ve yayın organlarının hitap ettiği kesmi düşünürsek). Artık şehir kadını ne istediğini biliyor, taşra kadınlarında ise bu bilinç oluşuyordu, Avrupa'daki anlamda feminizmden ülkemizde bahsedemesek de, bunun bir yansıması kesinlikle vardır ve bu gerçek "salt cahil kadın" iddialarını çürütür nitelikte. Şimdi gelelim Cumhuriyet dönemine.
Burada ezberleri bozacak bir gerçeği söylemem gerekiyor: Cumhuriyet döneminin ilk partisi Cumhuriyet Halk Fırkası değil, Kadınlar Halk Fırkasıdır. Kurucusu Nezihe Muhiddin'dir ve bu parti, daha Cumhuriyet'in kurulmasından 4 ay önce, 1923 yılının Haziran ayında kurulmuştur(5). Aynı zamanda bir edebiyatçı olan Nezihe Muhiddin'in "Türk Kadını" adlı kitabında söylediği gibi amaçları, kadınlara bazı siyasal haklarının verilmesini sağlamaktı ve kadınların erkeklerin yaptığı her işi yapabileceğini, savaş halinde askerlik dahi yapabileceklerini söylüyorlardı. Bu parti, ikincisi Ali Fethi Bey'in başkanlığında olmak üzere iki kez müracaatta bulunmasına rağmen, CHF yönetimi tarafından onaylanmadı, kapatıldı. Sebep? Bu fikirlerin ülkeyi böleceği. Çok tanıdık bir sebep değil mi?
Mücadele bununla bitmemiştir. Aynı kadro, partileri kapatıldıktan sonra "aşırı" bulunan isteklerini yumuşatıp "Kadınlar Halk Birliği" adı altında örgütlendiler ve siyasetle ilgilerinin olmadığını söylemek zorunda kaldılar. Öncesinde rejim sözcüsü Cumhuriyet gazetesinin "ülkede o kadar sorun varken kadınların mebusluk propagandasının ciddiyetsiz olduğu" fikrine (Ki günümüzde de kim özgürlük istese, aynı yayın organı ve fikirdaşları aynı bahaneyi öne sürüyor, "Sorun mu kalmamış?" diyerek), sonrasında Takrir-i Sükun'a takıldılar, yine de yılmadılar. Nezihe Muhiddin'in önderliğinde, 1927 yılında CHF listesinden seçimlere katılma kampanyası başlattılar, önerileri kabul edilmedi. Sonrasında seçime erkek aday ile katılma kararı aldılar, feminist Kenan Bey aday olacaktı fakat alaylara tahammül edemedi. Cumhuriyet gazetesi alaylarına devam etti, üstüne, uyduruk bir nedenle Nezihe Muhiddin'e dava açılıp istifa etmeye zorlandı (İktidar tarafından yürütülen karalama kampanyası ve uyduruk davalar size de tanıdık gelmiyor mu?) ve bu istifa, "modern" devletimizin "ileri görüşlü" insanları tarafından memnuniyetle karşılandı. Böylelikle kadın hareketi sindirilmiş oluyordu. 1930 yılında yerel ve 1934 yılında genel seçimlerde kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiş, lakin aynı yılda nasıl bir tezattır ki Kadınlar Birliği, "Bundan böyle Türkiye’de bir kadınlık meselesi yoktur ve bu arada her erkek gibi kadın da bir tek şefin idaresi altında memleketin iyiliği için çalışmaktadır." gerekçesi verdirtilerek kapatılmaya zorlanmıştır. Böylelikle bu hareketten tamamen kurtulunmuş, "İstenirse yardım örgütü olarak devam edilebileceği" izni verilmiştir. Zaten öyle de olmuştur. Diğer kuruluşlar gibi, Atatürk'e muhalefeti aklından bile geçirmeyen bir örgüt olursanız, ömrünüz de uzar. Bu noktada, fesih gerekçesindeki "tek şef idaresi altında" kısmına dikkat çekmek istiyorum. Hep İnönü'nün başa geçtikten sonra nasıl "Milli Şef" ünvanını aldığı, bunun Alman faşizmindeki "fühler", İtalyan faşizmindeki "il duce" sıfatlarından etkilenildiği söylenir. Fakat bunun Atatürk'ü tanımlamada da nasıl kullanıldığı zaman zaman dikkatimi çekmiyor değil.
Neyse, konumuza dönelim. Öncelikle, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesinde dünyanın neresindeyiz? Bizden önce bu hakkın verildiği ülkelere bakalım: Yeni Zelanda (1893), Avustralya (1902), Finlandiya (1906), Norveç (1907), Danimarka (1915), Kanada (1917), Avusturya, Estonya, Gürcistan, Almanya, Macaristan, İrlanda, Kırgızistan, Letonya, Litvanya, Polonya, Rusya Federasyonu, Belarus, Belçika, Lüksemburg, Hollanda, İsveç, Ukrayna (1919), Arnavutluk, Çek Cumhuriyeti, İzlanda, Slovakya, Amerika (1920), Ermenistan, Azerbaycan (1921), Kazakistan, Moğolistan, Saint Lucia, Tacikistan (1924), Türkmenistan (1927), İrlanda, Britanya (1928), Ekvator, Romanya (1929), Güney Afrika -Beyazlara- (1930), Şili, Portekiz, İspanya, Sri Lanka (1931), Brazilya, Maldivler, Tayland, Uruguay (1931) (6). Yazmaktan yoruldum, demek ki sidik yarışı yapmayla, "Avrupa'da ilklerdeniz!" demekle bir yere gelinmiyor. Lakin ne zaman verildiğinden öte, bu hakkın "neden" verildiğine gelelim.
Öncelikle bu hakkın simgesel olduğunu unutmamak gerekir. Elinizi vicdanınıza koyun, CHP liderinin milletvekillerini "atadığı", parti genel sekreterinin otomatik olarak başbakan olduğu, parti başındaki paşa haricinde erkeklerin dahi seçme hakkı olmadığı bir yerde kadınların seçme ve seçilme hakkından bahsetmek mümkün müdür? Zaten 1935 seçimlerinde simgesel olarak atanan kadın milletvekilleri ne kadın hareketinden gelip muhalif olmuş kişilerdi, ne de çoğunun milletvekili seçildiği (Pardon, atandığı) illerle ilgisi vardı. Neyse, sorumuza dönelim. Neden? Şimdi yukarıda değindiğim, 19. yüzyılda başlayan modernleşme sürecini, kadınların özellikle 20. yüzyılda bizzat aktif olarak rol aldığı kadın hareketini, yarısı Cumhuriyetin ilanından sonra daha ağır şartlar altında bizzat kadın gayretleriyle devam eden 30 senelik mücadeleyi gözardı etmek, bir liderin bir sabah kalkıp "Kadınlara bir hediyemiz olsun" kıvamında bu hakkı verdiğini söyleyenler, tarihimizin unutturduğu Ulviye Meylan'lara, Nezihe Muhiddin'lere çok büyük haksızlık ediyorlar. İkincisi, kadınlara verilen seçme ve seçilme hakkı, demokratik bir zorunluluktu. Verilmesi zorunlu olan şey verildi, fazlası değil. Kadınların örgütlenme hakkı ellerinden alındı, özerk ve bağımsız hareketler başlatmalarına izin verilmedi. KHF'ye uygulanan baskının başka bir açıklaması olamaz. Muhaliflerini bastırmakta usta olan, tüm etnik unsurları adeta silen yönetim istese, kadın hareketinin önünü rahatlıkla açabilirdi. Lakin öyle olmamıştır, "Türk kadını", erkeklerin eliyle şekillendirilmiştir. Hep söylemişimdir; Kölelerine iyi davranan köle sahipleri, sistemin çarpıklığının üzerinin örtülüp köleliğin ömrünü uzatılmasına yardımcı kişiler olmuştur. Aynı şekilde, seçme ve seçilme hakkından bahsetmenin ironik olduğu tek partili dönemde uyduruk bir seçme seçilme hakkı, kadınları öven birkaç söz ve sırf ülkenin ekonomik çıkarları için kadınlara istihdam sağlanması, yapılan yanlış icraatlerin üzerini örtmez.
Burada şu soruyu önemli buluyorum: Cumhuriyeti kuran zihniyet, kadına nasıl bakıyordu? Bu bakış açısı, yukarıda değindiğim İttihat ve Terakki'nin bakış açısıyla paraleldir. 1928'de kurulan Kız Enstitüleri'nin görevi, "Kızların temiz, düzenli ev, mutlu bir evlilik kurumu kurmaları ve böylelikle ülkenin gelişiminde katılımcı olmalarına yönelik teorik ve pratik eğitim" olarak tarif edildi (Bu anlayışın 1870'teki dergilerin amacından tek farkı, kadınları daha farklı giydirmekten pek de öte değildir), Yeşim Arat'ın dediği gibi gelenekler yeniden inşa edildi, Türk kadını Avrupalı gibi giyinecek, eğitimli olup "korporatizme" katkıda bulunacak, yani erkeklerle birlikte "tek şef" liderliği altında ülkeye hizmet için çalışma hayatına atılacak fakat bir yandan da Türk kadınının geleneksel iffetli, ev kadını olmayı bilen anne figürünü de koruyacaktı. Atatürk'ün Sabiha Gökçen'e ilk askeri kadın pilot olmanın, ilk pilotun bir Türk kadını olmasının toplumun modernleşme yolundaki katkısını anlatması da, Osmanlı'dan beri gelen kadını modernleşmenin bir aracı ve sembolü görme etkisinin nasıl aynı kaldığının işaretidir. Bu görüş, kadınların bir birey olarak kimlik inşasında ne yazık ki katkıda bulunmamıştır. Evet, kadınımıza birtakım haklar verilmiştir, ortada bir "emansipasyon" vardır ama gerçek anlamda özgürleşme, liberalleşmeden söz etmek mümkün değildir (Kandiyoti'nin "Emancipated but unliberated" dediği gibi). Kadın unsuru, modernleşme ve prestij kazanma yolunda liderlerin, aynı zamanda Atatürk'ün elinde bir piyon olmuştur ve bu piyonu gerektiği şekilde kullanmışlardır, ne yazık ki kadınları düşünerek yapmamışlardır bunu. Bugün de bir yandan "Haydi kızlar okula" deyip, diğer yandan da "Başını açmazsan okuyamazsın, git temizlikçi ol" diyen zihniyetin ikiyüzlülüğü ortadadır. Asıl rahatsız edici olanın ise, bu kokoşların ülke gelişiminde modernliği temsil ettiğini düşünenlerin varlığıdır (Devlet seçkinleri daima kendilerini bu şekilde tanıtmış ve bunun arkasına sığınmışlardır). Günümüzde Kemalizm ilerleme değil, gerilemeye yol açacaktır. Evet, ülkemizde kadınların toplumsal yeri, ekonomik özgürlüğü, bireyselliği, devlet yönetimine iştirakı yeterli değildir ve geçmişte olduğu gibi, bugün de bu adımları kadınlar, sadece kendi elleriyle kazıdığı yollarda atabilir, salt erkek eliyle verilen şekiller eskiden de olduğu gibi daima çarpık olacaktır. Can Yücel'in dediği gibi, erkekler olarak "biz karışmıyoruz". Buna Atatürk de istisna değildi, ne yazık ki gerçek olan bu.
Nezihe Muhiddin ile ilgili Can Dündar'ın hoş ve aynı zamanda buruk bir yazısıyla karşılaştım, ayrıca Ayşe Hür'ün cumhuriyet dönemi kadınlarıyla ilgili okunmasını önereceğim bir yazısını paylaşmak istiyorum. Başlıkların üzerine tıklayın, okuyun:
Unutulmuş bir kadın
Bir milletin nisvânı, derece-i terâkkisinin mizânıdır.
Kaynakça:
(1) İstanbul'lu Muharrire Hanımlar, İrfan Karakoç
(2) Serpil Çakır, Kadın Tarihinde İki İsim: Ulviye Meylan-Nezihe Muhiddin
(3) Aynur Demirdirek, Osmanlı Kadınlarının Hayat Hakkı Arayışının Bir Hikayesi
(4) Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Dernekleri
(5) Yaprak Zihnioğlu, Bir Osmanlı Kadın Hakları Savunucusu
(6) http://www.ipu.org/wmn-e/suffrage.htm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder