12 Kasım 2010 Cuma

İnönü ve 11 Kasım Darbesi

"Seni ben mahvederim, İsmet... İsmet!"

Tarih, 29 Ağustos 1932. Çankaya sofrasında, Atatürk böyle haykırıyordu. Aslında bu tehditin sebebi, bakıldığında, çok küçük gibi duruyor. Bir İngiliz gazetesinde bir haber çıkar: İngiltere hükümeti, Atatürk'e Dizbağı Nişanı verecektir. Bizim dalkavuk gazeteler de daima olduğu gibi, haber teyit edilmeden, methiyelere başlar. Halbuki ortada İngiltere hükümetinden böyle bir teklif falan yoktur. Bir önceki yazımda örneğini verdiğim gibi, rejim sözcüsü gazetelerin, Atatürk'ü övmek için hiç yaşamamış insanlara bir şeyler keşif/icat ettirip, o hiç yaşamamış ama nasıl olmuşsa Atatürk hayranı olmuş kaşif veya mucidin, o bulduğu şeyin adını da Atatürk'e ithaf ettiğini yazması dahi dönemin sıkça tekrarlanan peri masallarındandır. Atatürk ve yeni rejim böyle sevdirilmiştir aslında, gerek medyayla, gerek Nutuk gibi tek yönlü ve pekçok gerçeği örten kitaplarla, yani bu sofra tartışmasının sebebi göründüğü kadar önemsiz değildir.

Neyse, konumuza dönelim. Ortada İngiltere hükümeti tarafından böyle bir nişan teklifi olmadığı için, İnönü, haberin tekzip edilmesini önerir. Atatürk kabul eder, fakat tekzip metnine -kendini bir şekilde övecek malzeme çıkarmak gerektiğinden- şöyle eklenmesini söyler: "Zaten İspanya kralından arta kalan bir nişan Türk Reisicumhuru'na verilemez. Verilecek olsa bile Türkiye Cumhurbaşkanı o nişanı kabul etmez." Bunun üzerine İsmet Paşa, teklif bile gelmemişken, nişanın verilse de alınmayacağı yönünde bir ilavenin gereksiz olacağını söyleyerek itiraz eder. Atatürk ısrar eder, "Sen ekle, İngilizler beni sever, onlar benim için Loit Corc'u bile attılar." der, fakat İnönü, Loit Corc atılmadı, başarısızlığından dolayı kabileden çekildi deyince, sofrada hava gerginleşir. Atatürk ad hominemciliğe girişir, hükümet işlerine değinir, İsmet İnönü'yü beceriksizlikle itham eder, aşağılar ve yukarıdaki sözleri haykırır: "Seni ben mahvederim, İsmet... İsmet!" (1)

Bu tarz anekdotlar artırılabilir. Fakat, açıkça, Atatürk-İnönü arasında rejimin kurulmasına dek gösterilen birlik sonrasında, fikir uyumu ve birbirini tamamlamayla birlikte, yıllar boyu düşük şiddetli bir soğuk savaş olduğu açıktır. İnönü, entrikaları, çakallıkları konusunda Atatürk'ten de üstündür. İktidar hırsı yükseklerde olan iki insanın, hele aralarında simbiyotik bir ilişkiden kaynaklanan "katlanma" zorunluluğu varsa, çekişmesi daima kaçınılmazdır. Resmi tarihimiz Atatürk ve İnönü arasındaki anlaşmazlıkları "İnönü'nün devletçilikteki yumuşak tutumu yüzünden oluşan ekonomideki ufak tefek fikir ayrılıkları" diye açıklasa da, durum daha derindir. Zira ipler son dönemde iyice gerilmiş, İnönü'ye baskı kurmak amacıyla Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuş, Nyon antlaşması ve Hatay sorunu gibi meselelerde fikir ayrılıkları çıkmış, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Politikada 45 Yıl'da bahsettiği gibi, İnönü gece uykusundan uyandırılarak Mustafa Kemal'den kabine değişiklikleri yapması konusunda emirler alacak kadar baskı görmeye başlamış, Çankaya sofrasında Tevfik Rüştü Abas, İsmet İnönü'nün Washington'a elçi olarak sürülmesini teklif etmiş (Böylelikle İnönü'nün milletvekilliği de düşecekti), bu sofra muhabbetlerinden rahatsız olan İsmet İnönü sonunda "Sizden sofrada emirler alıyoruz.", "Haberim olmadan sürekli bakanlar istifaya mecbur ediliyor, devlet işlerine ait bütün kararlar içki sofrasında alınıyor." gibi sözler söylemiş, Atatürk de şiddetli tepki göstermiş, "Sanki biz onun bütün kabahatlerini mecliste temizledik" demiştir. Akabinde de Atatürk "Akşam sofrayı dağıttıktan sonra hayli düşündüm. Bu adamı artık işbaşından çekme zamanının geldiğine kani oldum. Bir daha belini doğrultamayacağı şekilde başbakanlıktan uzaklaştıracağım... Şeyh Said olayında nasıl Fethi Bey'i partiden düşürdüysem onu da mecliste, kamuoyu önünde düşürmekti fakat hizmetlerini göz önüne alarak vazgeçtim... Daha çok önceden bu adamı işten çekmeliydim. Geç kaldık, geç!' demiştir. (2) Sonunda da Ekim 1937'sinde, İnönü, CHP genel sekreterlik, dolayısıyla başbakanlık görevinden alınmış, başbakanlığa Celal Bayar atanmış, İnönü'nün ise vekillik dışında hiçbir görevi kalmamış ve Atatürk'e muhalif olan herkes gibi tasfiye edilmiştir.

Sonrasında Atatürk'le İsmet İnönü arasındaki ilişki eskisi gibi olmamıştır. Hatta bir seferinde karşılaştıklarında Atatürk'ün "Bugün içmeyeceğim" demesi üzerine İnönü'nün "Benim yokluğum bile sizin sağlığınıza vesile olmuş, artık işlerle bizzat uğraşmak zorunda kaldığınızdan dolayı içemiyorsunuz." demesi ipleri hepten koparmış. Lakin, Atatürk kendi tabiriyle, İnönü'nün "belini doğrultamayacağı şekilde" tasfiye edildiğini düşünse de, İnönü'nün, olanın bitenin farkında olduğu açıktır. Hala, Atatürk'ün tedavisi boyunca neden İstanbul'da kaldığı bile spekülatiftir, o dönemde dönen entrikalar tam anlamıyla açığa çıkmamıştır. İsmet İnönü, Atatürk'ü İstanbul'da bir kez dahi ziyaret etmedi. Şükrü Kaya, kendisini İstanbul'a gitmesi konusunda ikna etse de, bu ziyaret, İnönü'ye suikast yapılacağı yönündeki iddialar yüzünden iptal edildi. Bir rivayete göre, o dönemde sürekli Ankara-İstanbul arasında mekik dokuyan Sabiha Gökçen, İnönü'yü olan biten hakkında bilgilendiriyordu. İnce bir detay da, Atatürk'ün bu esnada, İnönü'nün çocuklarının eğitim ve bakım masraflarının kendisinin mirasından karşılanmasını istemesi. Atatürk, mal varlığı konusunda sıkıntısı olmayan, son dönemde neredeyse düşmanı haline gelmiş İnönü'nün çocuklarına niye mirasından pay bırakmıştır? Bunun nedeni bilinmiyor. Bir iddiaya göre, bir süre ciddi bir şekilde rahatsızlanan İnönü'nün öldüğüne dair Atatürk'e bir haber iletilmiş, hatta sahte bir gazete basılıp Atatürk'e gösterilmiştir, Atatürk de onun çocuklarına miras bırakarak bir bakıma vefa borcunu ödemek istemiştir. Bu haber, dönemin başbakanı Celal Bayar tarafından doğrulanmadı ve kanıtlanmadı, teyit edilmiş kanıtım olmadan kanıya varamayacağım için bu konu havada kalsın. Kim bilir, belki de Atatürk, İnönü'yü uzaklaşırdım ama silmedim mesajı vermiştir.

Gelelim o dönemdeki iktidar savaşlarına. Atatürk'ün, hiçbir zaman iktidar hırsı olmamış, devlet işlerinde pekçok konuda onayı alınmış Fevzi Çakmak'ın, kendisinden sonra cumhurbaşkanı olmasını istediği söylenir. Lakin, ne kadar zayıflatılmış olsa dahi, İnönü'nün ordudaki ağırlığı fazladır. Bu noktada da 1. Ordu Müfettişi Fahrettin Altay devreye girerek, İnönü'yü açıkça desteklemiştir. Fevzi Çakmak da buna uymak zorunda kalmış, Bayar'a "Ben istesem de reisicumhur olmam için şartlar müsait değil" demiştir.

11 Kasım günü, daha Atatürk'ün ölümü üzerinden henüz 24 saat geçmiş, ölüm haberi bile tüm kesime ulaşmamışken, meclis toplandı. 1. Ordu Müfettişi Fahrettin Altay'ın izlediği, meclisin etrafının askerlerle kuşatıldığı bir seçim oldu. İnönü ya seçilecek, ya kan dökülecekti. Sonuçta 323 oyun 322'sini İnönü aldı, cumhurbaşkanı oldu.

Akabinde yapılanlardan birkaçını sıralamak gerekirse; Atatürk, "edebi şef", İnönü ise Musollini'den esinlenilen sıfat olan "milli şef" ilan edildi (Daha doğrusu zaten Atatürk'ün olan şef sıfatı "ebedi şef" haline getirildi, şef sıfatını da İnönü aldı), İnönü, "CHP'nin değişmez başkanı" kabul edildi. CHP'nin başkanı da otomatik olarak cumhurbaşkanı olduğundan, bu karar, İnönü'nün ölene kadar cumhurbaşkanı olacağı anlamına geliyordu (Gerçi bu sistem Atatürk zamanında da aynıydı). Yani tıpkı Atatürk gibi, İnönü'yü oradan indirebilecek tek engel vardı, ölüm. Lakin hesap tutmadı, 2. Dünya Savaşı'nda flört ettiğimiz tek partili faşist rejimler zayıflayıp destekleri de kalmayınca, Sovyetler Birliği korkusundan ve dış ilişkilerin getirdiği baskıyla göstermelik çok partili döneme geçildi, lakin bu döneme kadar Atatürk adı altında, Kemalizm, İnönü'nün icraatleriyle şekillendi. Paraların üstünden Atatürk resmi kaldırıldı, İnönü'yü Washington'a elçi olarak göndermeyi öneren Atatürk hükümetinin dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Abas'ın vekilliği düşürülerek Londra'ya elçi olarak sürüldü, Atatürk'le olan çekişmesinde kendisine karşı tutum alan herkesten hesabı şu veya bu şekilde soruldu. Bu durumdan Celal Bayar dahi yolsuzluk dosyaları vasıtasıyla kendi düşen payı almış, fakat çok partili döneme geçişte Demokrat Parti'yi kurmuştur, ki bu partinin kurulmasında da tıpkı CHP'de olduğu gibi İttihatçı kadrolar başrol üstlenmişti, dolayısıyla dış dünyaya göstermelik geçtiğimiz çok partili sistemde kurulan parti de göstermelik ve taşeron olmuştur. Atatürk'ün son başbakanı olan, güvendiği ve Atatürk'ün yolundan gitmeyi bir ibadet olarak gören Celal Bayar, nasıl sağ parti diye bilinen DP'yi kurdu? Atatürk'ün solla alakası yoktu da ondan. Tek partili dönemde de, DP'nin CHP'nin planladığı şekilde kontrol altında gittiği dönemde de, CHP, komünist devletlere yaranma amacı yaptıkları eylemler dışında, sol olduklarını iddia etmemişlerdir. Aksine, Atatürk yönetiminin bakanlarından faşist olduklarını inkar etmeyen söylemler bulabilirsiniz, çünkü dönemin Avrupa'sı öyleydi, alınan model de oydu. Kemal'in kendisine bizzat Bozkurt soyadını verdiği ve paşanın kabinesinin adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un sözüne bakalım:

"Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek nasyonal sosyalizmin ve gerek faşizmin, Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm, otoriter bir demokrasidir ki, kökleri halktadır. Türk milleti bir piramide benzer -tabanı halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki, bizde buna şef denir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir."
"Ariler medeniyet kurucularıdır. İdealistlik o kuvvettir ki, Arilerin üstünlüğünü gösterir. Yahudi, Ariliğin en belirli bir zıddıdır. Yahudiler göçebe değil asalaktır."
"Türk'ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir."
(Bu tarz söylemlerin devamını görmek isteyenler, zatın kendi yazdığı Atatürk İhtilali kitabını inceleyebilir.)


Türkiye'de 60'lar sonrası gerek ülkede oluşan solu kontrol altına alıp ona şekil vermek, gerek Sovyetler Birliği'yle olan ilişkiler yüzünden olsun, "Ortanın solu" olduklarını sonradan iddia edip, dünya tarihinde en ucube sol olan ve aslında sol olmayan "ulusal solu" yaratmışlardır. Neyse, ülkemizde sağ-sol meselesine başka bir yazıda detaylı olarak değinirim lakin diyeceğim şu, resmi tarihin bize anlattığı gibi İnönü, millet tarafından Atatürk'ten sonra sevilen ikinci adam olduğu için değil, onu vekillerin desteklediği için değil, demokratik ve sağlıklı bir seçimin sonucu değil, çok daha farklı, entrikalarla dolu, sert bir yolla ve ordunun desteğiyle cumhurbaşkanı seçilmiştir. Buna da şaşırmamak gerekir, otokratik rejimlerde iktidar değişimi sert olur. Bunun Osmanlı İmparatorluğu'nda tezahürü kardeş katli kanunudur. Ülkemizde kağıt üzerinde kurulan cumhuriyet, "şef" denen cumhurbaşkanına 1800'den itibaren padişahların bile sahip olmadığı geniş yetkiler veren (Evet, Atatürk ve İnönü, 1800'lerden beri gelen tüm padişahlardan daha fazla yetkiye sahipti), kendisinin ölüm dışında görevden alınmasının söz konusu olmadığı, başbakanı ve kabineyi kendisinin atadığı bir otokrasidir, sadece iktidar değişimi saltanata değil, atamalara, bunun başarısız olması durumunda da darbe yoluna bağlanmış ve ordunun denetiminde tutulmuştur. İnönü'yü tasfiye ettiğini sanan Atatürk ise, bu savaşı öldükten sonra kaybetmiştir, İnönü, Atatürk'ün fikirlerini tasfiye etmiş, kendisi şekillendirmiştir (Neyse ki bunda Kemalciliğin büyük zararı olmadı çünkü Atatürk ve İnönü, ideolojik bağlamda eküriydiler), hem de kendisini Atatürk'ten sonra cumhuriyetin ikinci adamı olarak ilan ederek.

Bugün bu gerçeği gören kemalciler dahi İnönü'yü eleştiriyor, ben bu eleştiriye İnönü'nün icraatlerindeki faşizm yönünden katılsam da fikir anlamında Atatürk'le hiçbir farkı olmadığını düşündüğüm için bu eleştiriyi yetersiz buluyorum. İnönü'yü Atatürk'ün mirasına ihanetle, olmayan devrimlerini durdurmakla, hatta karşıdevrimcilikle suçlayan, İnönü'nün Nazi Almanya'sından etkilenen varlık vergisi, yirmi kura ihtiyatlar olayı gibi faşist uygulamalarını kabul edip, Atatürk zamanında benzer faaliyetleri görmezden gelen, Atatürk'ü iyi adam, İnönü'yü kötü adam ilan edip tek parti rejiminin tüm karanlık eylemlerini İnönü'nün üstüne yıkan sayısız kitap ve makale bulabilirsiniz fakat ben bunlara katılmıyorum. Çünkü ikisi de dönemin ırkçı fikirlerinden etkilenmiştir, ikisi de diktatördür, ikisinin de "egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir." sözünü yorumlayış tarzları tamamen aynıdır. Nedir bu? Egemenliği, halkın kendi özgür iradesiyle kararlarını vermesi fikri mi? Hayır, bu egemenlik, devletin elitistler, iktidarı elinde bulunduranlar tarafından, millet adına, milletin iyiliğine olduğunu düşündükleri şeyler üzerinde karar vermesidir. Onlara göre halk cahildir ve gelecek nesle tehlike oluştururlar (Atatürk'ün gelecek nesle çok vurgu yapmasının nedeni budur), halk, bu devlet elitistlerinin kendi görüşleri doğrultusunda eğitilecek, kendilerini destekleyecek bir millet yaratılacak, bu aşamaya kadar, halka karşı devlet korunacaktır. Darbeler, nutuk safsatalarıyla yaratılan ve devlet elitistlerini yüceltip halkı "Biz olmasak siz olmazdınız" şeklinde kandıran Kurtuluş Savaşı masalları, asimilasyon politikaları, resmi tarih, mübadele, katliamlar, medya dahil tüm kurumlar üzerinde hakimiyet, İstiklal Mahkemeleri, milli eğitim, tek parti yönetimi, "Atatürk'ü anlamak" gibi abuk bir ifade ortaya atıp devamlı olarak bununla ilgili sürekli olarak cilt cilt kitap yazdırtma ihtiyacı duymak, aksini söyleyeni fişlemek hep buna yöneliktir. Bu düşünceye göre "Hiçbir gerçek devrim, gerçeği görenlerin dışında çoğunluğun oyuna başvurularak yapılamaz." (3) ve "gerçeği görenler" sadece ve sadece, devleti yöneten, sınırsız yetkilerle bezenmiş reisicumhur tarafından üyelerinin atandığı CHP'dir. Egemenliğin millete ait olduğunu söyleyip, rejimin adını cumhuriyet koyanlar, bu gerçeği örtme gereğini bile duymamışlardır. İnönü de 1960'larda Abdi İpekçi'ye "Demokratik rejime karar verdiğimiz zaman, büyük otorite ile büyük reformların hemen yapılabileceği dönemin değiştiğini, değişmesi gerektiğini kabul etmiş oluyorduk." (4) diyerek, demokrasiye geçmenin önceden planlanmadığını, sadece tek partili dönemin "değişmesi gerektiğini kabul ettiklerini" itiraf etmiştir. Bugün, Atatürk'ün kafasında çok partili sistem vardı diyenler, Kemalciliğe makyaj yapıp onun güzelliğine kendileri de inanıyor. Hayır, aslolan, bu diktatörler ölene kadar cumhurbaşkanı kalmayı planlıyor, aksine dair bir eylemde bulunmuyorlardı. 25 senelik tek parti döneminin gerçekten "geçiş dönemi" olduğu masalına mı inanıyorsunuz?

Üzücü olan ise, yine pekçok kemalci, sene 2010 olmasına rağmen her seçim sonrası halkı cahillikle suçlayarak, halka uygulanan baskılara çeşitli bahanelerle destek vererek, aynı faşist düşünceyi sürdürdüğünü gösteriyor, adım gibi de eminim, yapabilseler tek partili rejime geri dönerlerdi ve "cahil milleti" CHP'yi ve kurduğu rejimi sevdirme yolunda eğitmeye, devleti halka karşı korumaya devam ederlerdi. Lakin sorun şu ki; Bir milleti faşist olarak da eğitebilir, faşist partinizi desteklemelerini sağlayabilecek şekilde şartlandırabilirsiniz. Almanya'daki orta sınıf Hitler'i desteklemedi mi? Nazi kamplarından haberleri bile yoktu bu insanların, yalanlarla eğitildiler ve bunu her devlet yapabilir, halktan suni bir destek alabilir. Bunun demokrasiyle falan alakası yoktur, bu, dikta rejimidir. Lakin ülkemizde geri tepmiş, Atatürkçülük hiçbir zaman seçimle iktidara gelememiştir. CHP'nin kısa dönemli iktidara gelmeleri de sol söylemlerini ortaya attığı zamanlara denk gelir, Kemalcilikle ilgisi yoktur. "Milli egemenlik" hususunda halkın beyninin kendi istekleri doğrultusunda yıkanıp sonradan demokrasiye geçiş fikri konusunda Atatürk ve İnönü pek de farklı değildir, ikisini de eleştiriyorum. Bugün halkımız bilmiyor ki Osmanlı'nın "gerici" meclisinde, İttihat ve Terakki darbesine kadar sağcı, islamcı, hatta sosyalist parti bile vardı, çatır çatır sosyalist yayınlar yapılmaktaydı. Bu bakımdan cumhuriyet, demokrasi getirmemiş, aksine CHP'ye muhalif herkesi susturarak demokrasiye darbe vurmuştur. Nasıl ki Atatürk'le İttihatçı komutanlar arasındaki mücadele fikren değil, iktidar hırsından kaynaklandıysa, İnönü ve Atatürk arasındaki çekişme de zıt fikirlerinden dolayı değil, kişisel tutkularındandır. İdeolojik olarak birbirinin benzeri olan (Hatta birbirini tamamlayan) fakat uygulamada farklı metotlar kullanan bu kişilere baktığımızda, ittihatçılar da darbeyle, Atatürk de darbeyle, İnönü de darbeyle başa gelmiştir, halk desteği veya seçimle değil.


Kaynaklar
(1) Can Dündar, 3 Mektup 3 Kavga - 3, Milliyet, 02.04.2001
(2) Gültekin K. Birlik, Milli Mücadele ve Cumhuriyet Döneminde Cumhuriyet Sofraları, s. 259-261
(3)Yusuf Çotuksöken, Atatürk Antolojisi, s. 36
(4)Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, 3.Cilt s. 696

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder