27 Ağustos 2011 Cumartesi

İnsan Doğası ve Suç

Evrim Aldatmacası yazımda, Adem ile Havva'nın cennetten kovulma hikayesinin ve Kabil'in Habil'i öldürüşünün, Sami'lere kuzeyden gelen ziraatçilerin istilalarına, bunu takiben başlayan savaşlara, yani Sami'lerin cennetinin ellerinden kayıp gitmesine yaktıkları bir ağıt olduğunu söylemiştim. Pekçok kültürde, örneğin Pygmy'lerde bile (1), o ünlü cennetten kovulma hikayesine benzer bir inanış vardır. Aslında insanlığın ortak bilincinde, bir şeylerin yanlış gittiği açıktır. Kimi kültürler, o kaybettikleri cenneti tekrar bu dünyada inşa etme arayışına girmişler, kimi kültürler de, öyle bir cennete öldükten sonra kavuşacaklarını umar olmuşlardır.

Hıristiyanlıkla birlikte, bu hikayenin Sami uyarlaması, bambaşka bir hal almıştır ki, o da "kalıtsal günah" inancı. Bu inanca göre, insanlık, Havva'nın suçundan dolayı günahkardır, çektiği acıları haketmektedir, doğum sancısı bile bu yüzdendir. Yani, insan "doğası gereği" suçludur (İlk Hıristiyanların bu sebepten dolayı kendilerine nasıl işkence ettiklerini detaylandırıp midenizi kaldırmak istemiyorum). Roma İmparatorluğu'na isyan amaçlı çıkmış Hıristiyanlığın doğurduğu sonuç, beklenmedik şekilde (Roma İmparatorluğu'nun kilise üstündeki etkisiyle de), tüm suçu otoriteden, imparatorluklardan alıp, insan doğasına yüklemek oldu. Suçun insanların doğasından geldiğini savunan tek inanç pek tabii bu değildir fakat bizi ilgilendiren konu burası zira batı felsefesi, medeni hukuk, sosyoloji, Hobbes'un teorileri, ceza sistemi bu inanç üzerinden şekillenmiştir. İslam da, "nefs" kavramıyla bu inancı Hıristiyanlıktan miras edinmiştir. Buna göre nefs, doğası gereği bir suçludur ve dizginlenmelidir. Bugün ele alacağım konuyla bu soruya cevap vermek istiyorum; Suç, insan doğasından mı kaynaklanmaktadır?

Aslında bu soru, "insanın doğası nedir?" karşı sorusuyla havada kalmaktadır çünkü insan doğasının ne olduğu bilinmemektedir. Bizler, hiç abartısız doğasından kopartılmış ve evcilleştirilmiş hayvanlarız. Doğadan alınıp kapalı ortama konulmuş hayvanlar, doğada göstermedikleri davranışları gösterirler, örneğin doğada hiç saldırgan davranış göstermeyen hayvanlar hırçınlaşabilir, başka hayvanlara veya insanlara öldürmek amaçlı saldırabilir (İnsana saldırdığı görülen tek katil balina, akvaryumda tutulan balinadır) ya da tam tersine sinebilir, uysallaşabilir. Bu yüzden, tüm zoologların ve biyologların hem fikir olduğu konu şudur ki, doğal ortamından uzak hayvanlar üzerinde yapılan davranış deneyleri geçersizdir.

İnsanların nasıl evcilleştirildiğine gelirsek; bu henüz 6-7 aylıkken başlayan bir durum. Öncelikle bebeğe, insan türünün bir zümresinin oluşturduğu aracı kod sistemi, yani "dil" yüklenir ve bebek, sadece yaşıtı olan yabancı uyruklu bebeklere, kendi dilini konuşmayan herkese ve doğaya yabancılaşmaz, aynı zamanda bu bebeğin, kelimeler olmadan düşünebilme yeteneği elinden alınır, artık düşüncesi, bu sistemin kontrolü altındadır. Bu tespit okuyucuya saçma gelebileceğinden bir parantez açayım, insanlar, 2 milyon seneden fazla bir süre, bugün anladığımıaz anlamda dil olmadan iletişim kurmuş, alet kullanma bilgisini nesilden nesile aktarmış, ateşi icat edip kullanmıştır. Bu iki milyon senede, dil kullandıklarına dair hiçbir kanıt bırakmamışlardır - en azından komplike bir dil kullanma gereği duymadıklarını ve dilin kölesi olmadıklarını biliyoruz, yani kelimeler olmadan da düşünülebilir. Ayrıca satranç oynarken, müzik bestelerken, avlanırken, takım oyunu oynarken kelimeler olmadan düşünebildiğinizi farkedersiniz. Kelimeler, düşünceye yardım etmek kadar, düşünceyi aynı zamanda zapteder ve onu yavaşlatır. O yüzden şempanzelerin görsel hafızası ve düşünme hızları bizimkinden yüksektir (Bir bölgede yaşayan babunların, başka bölgenin babunlarıyla iletişim kurmakta güçlük çektikleri bilinir, kedilerin bile 16 çeşit farklı ses çıkararak anlaştığını biliyoruz, yani "iletişim" amaçlı sistemler doğada vardır fakat insan dili konusu, ihtiyaç ötesi, bambaşka bir simgesel kodlamadır).

Bebek, kendisine dil denen sistem yüklendikten sonra, kültürel öğelerle tanıştırılır. İnkar edemeyiz ki, doğada oyun vardır. Bütün hayvanlar, özellikle memeliler, anneleriyle ve yaşıtlarıyla oynayarak, hayatta kalmanın yollarını öğrenirler. Bizim burun kıvırıp, onların "içgüdü" yoluyla bulduğunu söylediğimiz tüm hayatta kalma kurallarını hayvanlar, küçük yaşlarda oyun yoluyla öğrenir. Onların oyunları da, avcı-toplayıcı kavimlerin çocuklarının oynadığı oyunlar gibi (Zerzan'a göre) bir "yarış" içermez, dayanışmayı teşvik eder çünkü türler karşılıklı dayanışmayla ayakta kalabilirler. İnsana gelince, doğadan, yaşıtlarından kopartılmış bebeklerin bu ihtiyacını, insan yapımı, suni, onları (dil yetmezmiş gibi) daha fazla "sembolik" düşünmeye itmekten başka hiçbir işe yaramayacak oyuncaklarla gidermeye çalışırız.

Bu arada ilk kültürel öğelerden biri olarak kıyafet çocuğun hayatına çoktan girmiştir. Türbanın bir simge olduğu söylenir, doğrudur, fakat "simge" olmayan kaç kıyafet gösterebilirsiniz? "Güzel" görünmek için giyinenler, kafanızda size kültürünüzün ve medyanın oluşturduğu "güzel", "seksi" imajını simgeler. Kadınların üniformalı erkekleri sevmesi, üniformanın "güç" simgesi olduğu ve kadının da kültürel kodlarında güçlü erkeklerin çekici olduğu gerçeği yatar. Bebek de, aklı ermeye başlamasıyla, kültürünüzün dayatması olarak ona giydirdiklerinizden dolayı, kendi vücudundaki belli bölgeleri sadece tuvalette ve yıkanma esnasında görebileceğinin farkına varır. Böylece, onun koduna da, o bölgelerin pis olduğu işlenir. Bu durum, özellikle ataerkil kültürün de hayatına girmesiyle kız çocuklarında yıkıcı bir etki yapacaktır, sadece kendi vücudundan nefret etmekle kalmayacak, başka birinin çıplak vücudunu görmekten korkar hale gelecektir. Psikologlar da, çocuğun 1-18 yaşları arası başkalarının vücudunu görmesinin çocukta açacağı zararlardan bahsedip durmaya devam edeceklerdir. Halbuki, baştan bu fobinin çocuğun beynine işlenmediği nudist ailelerde, çocukların psikolojik gelişimi ve cinsel kimliği daha sağlıklı gelişmektedir.

Kıyafet, oturup kalkma geleneklerinden sonra, çocuğa "zaman" kavramı tanıştırılır. Buna göre, çocuğu bekleyen bir "gelecek" vardır ve çocuk, onun için çalışmaya başlamalıdır. Bu noktadan itibaren çocuğun elinden anı yaşama kabiliyeti de alınır, çocuk daima gelecekteki imajını kovalamaya, onun için yaşamaya, dolayısıyla içinde bulunduğu durumdan hoşnutsuz olmaya başlar. Okulun da devreye girmesiyle, çocuk, karşılıklı dayanışma içgüdüsüne, kardeşliğe aykırı bir şekilde, bir okul dolusu "rakip" ile karşılaşır. Kopya vermek cezalandırılır, çocuk daima bu rakipleriyle rekabet içerisinde olmak zorundadır. Kimi çocukların babalarının zengin olduğu için bu rekabete önde başladıkları gerçeğine, daha okulun ilk yıllarında şahit olurlar, oyun oynayarak hayatın tadını çıkarması gereken çağda çocuklar arası düşmanlık biraz daha büyür, kavgalarla, kusurlarla dalga geçmelerle ve aşağılamalarla kendini gösterir.

Okul ile birlikte çocuğun beynine yazı dili olarak başka bir sistem yüklendikten, çocuk artık düşünce dünyasını kendinden farklı bir şeymiş gibi somutlaşmış bir şekilde yazılı olarak önünde görmeye başladıktan sonra (Yani hayatı geri dönülemez bir şekilde sembollerden oluşmaya zorlandıktan sonra), resmi ideoloji de kendisine endoktrine edilmeye başlar. Çocuğa, dünyada sınırlar olduğu, yalanla dolu bir tarih eşliğinde kendi sınırlarının ötesindekilerin kendisine düşman olduğu, vatansever olması gerektiği ve dünya görüşünü de kendi ülkesini kuran ideolojiye uyumlu olarak inşa etmesi gerektiği anlatılır. Bununla birlikte, çocuğa bir de din endoktrine edilir ve artık çocuk, ne yapması / yapmaması gerektiğini, bir öğretmenden, bir ebeveynden değil, bir yaratıcıdan emir olarak alır ve hayatının geri kalan bölümünde, cehennem korkusuyla yaşar. Ailelerin çocukların yanında kavga etmemesi gerektiğini savunan psikologlar, çocukların iç dünyasında bu cehennem korkusunun ne gibi yıkımlara yol açtığından pek de bahsetmezler, aynı korkuyu kendileri de içselleştirmişlerdir (En ateşli ateistlerin bile suçlunun cezalandırılmasını savunmasının nedeni bile, kültüründen bakış açısına işlenen dinsel kökenli ceza kavramıdır - bakış açımız bireysellikten o denli uzaktır).

Peki, evcilleştirme süreci burada biter mi? Hayır, buraya kadarki süreç, çocuğun sonraki hayatını, oyunun kurallarına göre inşa etmesini kabul ettirmeye yönelik sadece bir başlangıçtır. Çocuk, ilk hayalkırıklığını, çocukluğun bittiği dönemde, ergenlikte yaşar. Bu dönemdeki bunalım ve depresyon, erklere hizmet eden psikiyatristlerin açıkladığı gibi "hormonal" falan da değildi; bu ruhsal durum, çocuğun doğadan koparılmasının, evcilleşme sürecini reddetmeye yönelik çırpınışların evrensel bir tezahürüdür ve bu depresif süreç, zengin / fakir ayrımı yapmaz. Zengin gençlerin uyuşturucuya meyilli olmalarının nedeni tamamen (Fakir gençlerde olduğu gibi) depresyondan kaynaklanır, ailenin şımartmasından veya farklı arayışlardan değil. 15-18 yaş arası gençler üzerinde yapılan çoğu araştırma, zengin-fakir ayırdetmeksizin, gençlerin %30'undan fazlasının ciddi olarak intiharı düşündüğünü gösteriyor.

Bu buhranlı dönemi şöyle ya da böyle atlatmayı başarmış çocuklardan, bir tercih yapmaları istenir. İsterse bizdeki gibi neresinden tutsan elinde kalacak bir "eleme", bir sınav sistemi olsun, isterse kişiye yönelik "bilimsel" yetenek analizlerine göre okullara yerleşimin yapıldığı ülkeler olsun, çocuklara belli bir yeteneğe meyilli makine muamelesi yapılır ve onlardan bir meslek üzerine özelleşip ustalaşmaları istenir (Okulu bırakmış çocuğun da kaderi farksızdır). Böylece çocuk, son törpüleme işleminden de geçecek, artık yüzlerce alanın olduğu bir dünyada, tek bir mesleki alandan başkasına "aklı ermeyen" bir makine haline getirilecektir. Artık genç birey, sistemin çarkında bir dişli olmaya, ücretli köle olmaya hazırdır ve başka dişliler hakkında söz söyleme hakkına da sahip değildir. Çünkü diplomalı olduğu konu bellidir, toplumdaki yeri de o konudan ibarettir. Sistem, bu evcilleştirilmiş insanı: kanunlarıyla, medyasıyla, ona yüklediği vatani hizmetler ve sorumluluklarla, sürekli üretilen teknolojik dünyada icat edilen, almakla yükümlü olduğu yeni "ihtiyaçlar", ürünlerle, kontrolünde, hapsinde tutmaya devam edecektir. Tüm bunlar da, en başta size muhtemelen saçma gelen, o bir yaşında beyne yüklenen "dil" aracılığıyla yapılacaktır - dilin bir ideolojik araç olmadığını düşünenler, dünya üzerindeki dil dağılımlarına, kolonileşmelere, dil dağılımının gelir dağılımı ve emperyalizmle olan ilişkilerine ve ilgili konulara baksınlar.

Aslında bir kitap konusu olacak "evcilleştirme" sürecinin özeti bu şekilde. Bunun iyi veya kötü bir şey olduğu da ayrı bir tez konusu fakat bu noktaya kadar anlatmak istediğim şey, insanın doğasından ne kadar kopartılmış bir canlı olduğu. İlk olarak beynimize yüklenen dilden, kıyafet kodlarından, imajlardan tutun, kültürel öğelere, inançlara kadar aslında hepimizin iliklerine insanlık tarihi işleniyor. Hepimiz, tek tek, birer insanlık tarihi kopyalarıyız ve üretilmiş ürünleriz. Tüm bu kültürel kodların, bize aşılanan fobilerin, inançların, simgelerin, insanlardan, sevgililerden beklediğimiz sorumlulukların, kısacası sonradan öğrendiğimiz herşeyin sadece birkaçından kendimizi kurtarabiliyoruz ve bu kurtulmuşlukla kendimizi farklı bir birey sanıyoruz. Halbuki birey olmaktan o kadar uzağız ki. Freud'un bir tespiti vardır; medeniyetin ayakta kalabilmesi için, insanın doğasının bastırılması gerektiğini söyler ki doğrudur, fakat Freud, medeniyetin kişiden daha önemli olduğunda karar kılar, ben bu görüşe karşıyım.

Koyunlar ve inekler, doğal ortamlarında çok tehlikeli ve zeki hayvanlardır (Bir ineği yakalamak için koca bir aslan sürüsü toplanır, yine de çoğu denemesinde başarısız olurlar). İnsanlar, kendilerini evcilleştirdikten sonra, doğayı da evcilleştirmeye başladılar ve doğasında tehlikeli olan hayvanları alıp, onları tamamen embesil hale getirdiiler, artık hayvanların hayatlarını savunma hakları bile ellerinden alınmıştı. Bir koyunun, bir çobana itaat için yaratıldığını, bu özelliğin doğasından geldiğini iddia edemezsiniz. İşte evcilleşmiş insan da öyledir, öylesine doğasından koparılmıştır ve en bilinçli olanımız bile, beyaz bir koyun sürüsü içinde sadece siyah koyun olabilecek kadar farklıyız.

İnsan doğasını psikiyatristlerin bildiğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz, çünkü psikiyatrinin incelediği insan, bu üretilmiş, evcilleştirilmiş insandır. Psikiyatrinin sizi normal kabul edebilmesi için, olağan şekilde evcilleştirilmiş olmanız gerekir. Normlara uymayan insan da psikolojik olarak anormal olarak nitelendirilir ve teşhisler o kadar keyfi yapılmaktadır ki, Foucault, psikiyatrinin bilim olmadığını öne sürmüştür. Örneğin 19. yüzyılda mastürbasyon yapanlar, daha 30 sene öncesine kadar eşcinseller hasta olarak kabul ediliyordu. Bu profildeki insanlar, erkler tarafından normlara uygun olarak nitelendirildiğinden beri, normal kabul edilmektedir. Psikiyatrinin de yaptığı budur; insan denen olguyu, sosyal yapının oluşturduğunu, hepimizin toplumun ürünü olduğu gerçeğini bir kenara iter, çalışmanın, iş bölümünün, sistemin insan doğasına aykırı olduğunı gözardı eder ve "çocukluğa inmek" gibi saçma sapan yollara başvurur. Çözümü psikolojik problemlerin altında yatan temel sosyolojik felaketlere yönelik değildir; bireyi toplumdan soyutlayan psikiyatri, çareyi "hastayı" yatıştırıcı ilaçlara itmekte bulur. Yani, normal yollarla evcilleşememiş bir insan, suni yollarla uyuşturularak evcilleştirilir. O yüzden Foucault'un, psikiyatrinin iktidar gücüne hizmet ettiği, sosyolojik normların farklı oluştuğu bir dünyada tamamen farklı bir psikiyatri bilimiyle karşılaşacağımız fikrine tamamen katılıyorum.

İnsan doğasına, daha doğrusu, insan sunileştirilmesine değindikten sonra, suç kavramını ele alalım. Akla ilk gelen üç temel suç var; hırsızlık, tecavüz ve cinayet. İnsanın doğasında açığa çıkmayı bekleyen bir hırsız, tecavüzcü ve katil olduğu tezinin doğru olup olmadığını incelemek için, her suçu tek tek ele almak gerekir. O yüzden bakalım.

Hırsızlık: Başkasının taşınabilir mallarını, onun isteği ve onaşımı olmaksızın kendi çıkarı ve yararı için alma. (TDK)

Gerek tanım itibarıyla, gerek hukuki anlamda, bir eylemin hırsızlık sayılabilmesi için, özel mülkiyet ön koşulu gereklidir. Yani yazılı veya sözlü yasalarla, herhangi bir malı benim üzerime garantileyen bir hüküm olması gerekir.

Fakat böyle bir hüküm, doğada yoktur. Doğada, bir avın, bir yuvanın, bir yumurtanın, hatta bir aletin sahibi, onu koruyabilendir. Genel anlamda hayvanların tüm dünyaya sahip olma hakkı vardır ve bu haklarını, güçlerinin yettiğince, ihtiyaçları dahilinde kullanırlar. Bir çita, avını zamanında bitirmezse, daha güçlü bir hayvana kaptıracağını; bir anne, yavrusunun veya yumurtasının başından ayrıldığında onun kapılabileceğini bilir ve hayvanlar, bu karşılıklı güç / güçsüzlük dahilinde uyum içerisinde yaşarlar, özel mülkiyet yoktur, dolayısıyla "hırsızlık" diye bir kavramdan bahsedilemez.

İnsanlar da, az değil, üç milyon yıl boyunca aynı prensipte yaşamışlardır. Tarım öncesi dönem, özel mülkiyet kavramının bilinmediği bir dönemdir. Tarıma geçtikten sonra dahi insanlar yıllarca, toprağı ortak işlemişler, çekirdek aile kavramı oluşana kadar ortak evlerde yaşamışlardır. Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma'da insanların nasıl yüzyıllar boyunca özel mülkiyet kavramına direndikleri ve kültürel pekçok öğenin (Toplu bayram yemekleri, düğünde takı takılması gibi) o eski, özel mülkiyetin olmadığı yılları hatırlamaya yönelik olduğunu söyler. Sahlins, bugün hala, modern devletlerle temaslardan dolayı kültürel bozulma yaşamalarına rağmen, özel mülkiyet kavramını reddeden kabilelerden bahseder. Çevredeki yenebilir tüm yiyeceklere erişme, tüm ağaçları, dağları, taşları barınak, alet yapımında kullanma hakkı, bütün hayvanlar ve insanların "doğalarında" olagelmiş bir haktır.

Peki ya içinde yaşadığımız modern toplum? Yine her yerde yiyecek , her yerde ürün var, herşeyi üreten yine halk, fakat bunlar azınlık tarafından zimmetlenmiş durumda ve serbest erişiminiz yasak. Arsalar, tarlalar, hatta av hayvanları belli zümrenin tekelinde ve tüm sistem, onların mülkünü artırma yolunda, onların çocuklarını miras yoluyla sizin çocuklarınızdan zengin kılma yolunda işliyor. Evcilleştirilmiş bir insan olarak, size bu sistemin kurallarına uygun oynamayı, çalmamayı öğretmişler. Fakat sistem, doğanıza aykırı. Sizin 3 milyon senelik insanlık güdüleriniz, gücünüz ve ihtiyacınız dahilinde herşeye erişebileceğinizi söylüyor. Fakat güç, kanunlar ve polis yoluyla elinizden alınmış, birileri ihtiyaçtan fazlasını stoklamış. Doğaya aykırı olan da tam burası. Tabi ki refleks vereceksiniz ve "çalmak" doğanıza uygun şey olacak. Fakat bu, özel mülkiyet ve dolayısıyla hırsızlık denen kavramların sonradan dahil edildiği, ne doğada, ne insan doğasında bunların olmadığı gerçeğini değiştirmez. Kızılderililerin Amerika'lılara şaşırıp "Toprak satmak mı? Havayı ve şu denizi de satabilir misiniz?" dedikleri gibi.

Tecavüz: 1. Saldırı 2. Namusuna saldırma, sarkıntılık. 3. Başkasının hakkına el uzatma. 4. Aşma, ötesine geçme. (TDK)

Orhan Çeker de Tecavüze Uğrayabilir yazımda, tecavüz konusunu işlemiştim. Tecavüz büsbütün, bir güç gösterisi, iktidar mücadelesi, ataerkil kültürün bir ürünüdür. Öncelikle iç dünyasında aciz, toplum tarafından gücün erkeklikten geldiğine inandırılmış, kadın düşmanı bir bireye ve yine ataerkil kültürün ürünü olan zayıf bir kurbana ihtiyaç vardır.

Fredy Perlman, anaerkil kabilelerden bahsederken, kadınların eş seçim sürecine dikkat çeker. Ataerkil kültürlerin tam tersine, cinsel obje konumunda olanlar erkeklerdir ve fiziksel güç, tamamen kadını etkilemeye yönelik, erkeklerin "beğenilme" toplantılarında gösterdikleri bir özelliktir, kadını hüküm altına almakta kullanılmaz (Zaten 4 milyon yıl önceki ilk atalarımıza baktığımızda kadın-erkek vücudu arasında çok belirgin farklar vardır fakat bu fiziksel fark gittikçe kapanmıştır ve bu da kadınların güç olarak daha zayıf fakat daha sosyal erkekleri seçtiğine işarettir). Bu toplumlarda, tecavüz yoktur çünkü kadın, erkeği seçme, istediğinde ayrılma hakkına sahiptir ve cinselliğini rahatça yaşar. Ataerkil toplumlardaki kadın profilinin aksine, bu kadınlar güçlüdür ve öz savunma bilinçleri gelişmiştir. Kadının cinsel özgülüğünden bahsedilebilen bir ortamda, erkeklerin de cinsel kimliği sağlıklı olarak gelişir ve onların da cinsel dürtülerinin bastırılmasına gerek kalmaz.

Zaten doğanın işleyişine bakıldığında, dişilerin erkek seçimi çok önemlidir. Dişiler, doğurabilecekleri en sağlıklı, en dayanıklı yavrularla soylarını sürdürmek isterler ve buna uygun erkeği seçerler. Doğal seleksiyon ve evrimin olumlu sonuç vermesi için bu gereklidir. Fakat kadını köleleştiren toplumda, mal varlığı, garanti gelecek gibi konular, sağlıklı, doğru erkek seçimini doğal yollardan tamamen çıkarmış, hatta erkek seçiminden bile bahsedilemeyecek bir hale sokmuştur. Kadın düşmanlığını, kadının zayıf, narin olmasını aşılayan, tüm güçleri ve statüyü erkeğe veren kültür, kadının cinselliğinden mahrum edilmesi ve bunun bastırılmamış erkeklere de yansıması, hatta tecavüzün kadınlar üzerinde yarattığı tahribat gibi konular, "doğal" değil, insan doğasına aykırıdır. Bunların getirisi, tecavüz de, aynı hırsızlık gibi, insanın doğasından değil, insanın doğasına aykırı toplum düzeninden kaynaklanmaktadır. Ne doğada, ne insan doğasında, tecavüz yoktur (Bazı türlerde erkek dominasyonu vardır fakat buna tecavüz denemez).

Cinayet: 1. Adam öldürme. 2. Adam öldürme derecesinde ağır suç. (TDK)

Cinayet ve nedenleri, uzun bir blog yazısında sadece özet geçilebilecek bir olgu. Fakat cinayetin insan doğasından geldiğini öne sürüyorsanız, bana bir tane doğal adam öldürme nedeni göstermenizi isterim. Töre cinayetleri, ideolojik kavgalardan doğan cinayetler, stadyumlardaki cinayetler, namus cinayetleri, bir küfürden doğan kavgadan çıkan cinayet (Ki küfrün yıkıcı etkisi de sonradan öğrenilen, kültürel bir durumdur) gibi pekçok neden sayabiliriz. Bunlardan nefsi müdafa dışında doğal bir reaksiyondan doğan bir eylem gösterilemez (Ki nefsi müdafa suç mudur o da ayrı bir konu). Ayrıca cinayetleri insan doğasına bağlayanlar, son 40 yılda gelişen teknolojiye ve dolayısıyla suçluların bulunma oranlarının büyük ölçüde artmasına rağmen, neden cinayetlerin inanılmaz oranlarda arttığını açıklamak durumundalar. İnsanlar, son 40 yılda doğalarına daha mı çok yaklaştılar? Yoksa tam tersi, modern hayatın içinde hapsolup, doğalarından koparıldıkları için mi cinayet oranları bu denli arttı?

İnsanın doğasında cinayet olup olmadığına iki şekilde bakabiliriz. Birincisi, yaşayan en yakın kuzenimiz şempanzelerdeki cinayet durumu, ikincisi de tarım öncesi atalarımızın durumu. Şempanzeler, son gözlemlere göre, bölgelerini korumak için savaşa girip, birbirlerini öldürebiliyorlar(2). Fakat bir gerçek de var ki, insanlar, diğer hayvanlara yaptıkları gibi, şempanzelerin yaşam sahalarını daralttı, onları bizzat kendi elleriyle öldürdü, sakat bıraktı. İnsan yapımı kapanlardan dolayı ellerini, ayaklarını kaybetmiş şempanzeler görmek gayet olağan. Kaynakları tüketilmiş, yaşam alanları kısıtlanmış şempanzeler neden katı bölgeciliğe gidiyor, kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar, anlamak zor değil.

Fosillere baktığımızda ise, avcı-toplayıcı insanların, yiyeceklerini avcılıktan çok toplayıcılıktan ve leş yiyicilikten sağladıkları dönemde, herhangi bir cinayet kanıtı yok. Avcılığa ağırlık verdikleri dönemlerde de, mızrakları, aletleri, av hayvanlarına yönelik kullandıklarını, birbirlerine zarar vermediklerini biliyoruz. Cinayetler, Cro-Magnon sonrası, hayvan evcilleştirilmesinin (Yani insan evcilleştirilmesinden sonra), mağara duvarlarının şiddet resimleriyle dolması, tarıma geçişin hemen öncesinde ortaya çıkmıştır (Cro-Magnon sonrası aynı zamanda beyin kapasitesi de azalmıştır [3]).

Bir diğer atlamamız gereken gerçek de, herhangi bir meydan savaşında, Auschwitz'de, Dersim'de ve devlet eliyle işletilmiş toplu cinayetlerde ölenler hesaba katıldığında, tarihte işlenmiş tüm bireysel cinayetlerin bir hiç olduğudur. Yani cinayetin nedenini insanın doğasında aramak yerine, devletlerin kandan beslendiği gerçeğini görmek daha mantıklı olacaktır. Bireysel cinayetler hususu ise, kültürel, dini, ideolojik nedenler ele alınmaksızın, münferit olaylar denilerek geçiştirilemez. Yazımın ortalarında belirttiğim gibi, hepimiz yaratılmış, daha doğrusu iktidarlar tarafından icat edilip, kültürler tarafından üretilmiş, aynı fabrikanın mallarıyız. Birimizin suçu, toplum kavramından soyut olarak ele alınamaz. "Cinayet" de, insan doğasından kaynaklanmayan bir olgudur. Hiçbir tür, çok gerekli kalmadıkça, kendi türünden bir canlıyı öldürmez. Kavga eder, dövüşür, fakat bir uzvunu kaybedeceğini, ciddi bir yara alacağını anladığı an vazgeçer, kazanan da amacına ulaşmış olur, daha sonra ihtiyaç duyacağını bildiği kardeşine daha fazla dokunmaz. Yani doğadaki tür içi mücadele, işkenceden ve cinayetten uzaktır. Çünkü her türün bireyleri, hayatta kalmak için karşılıklı yardımlaşmaya ihtiyacı olduğunu bilir. İnsan ise, doğadan ve tüm diğer insanlardan izole edilmiş, karşılıklı yardımlaşma güdüsü bastırılmış bir üründür. O yüzden karşısındakini perişan edinceye kadar döver, işkence eder, öldürür. Bu, doğasının tezahürü değil, doğasından koparılmışlığın bir sonucudur.

Tüm bu yazdıklarımla varmak istediğim sonuç şudur; bugün tüm sorunun altında insan doğası değil, insanın doğasından koparılması yatmaktadır. Doğada olmayan kavramları hayatımıza sokup, sonuçlardan insan doğasını sorumlu tutmak ne kadar garipse, içinde bulunduğumuz suni sistemde, insanın doğasına göre hareket ettiğini söylemek de o kadar gariptir. Eminim ki bu yazıyı okuyan hiçbir kişi "polis olmasa çıkar katliam yapardım" diye düşünmüyordur, en azından ben öyle bir düşüncede değilim ve ben de insan grubuna dahil olduğuma göre, benim istisnam dahi "insan doğası X'tir." gibi bir genellemeyi geçersiz kılar. Tekrarlıyorum, sorunun kökeninde insanın doğasından koparılıp, doğasına aykırı bir canlı haline getirilmesi yatıyor (Doğada suç ve ceza yokken, insan doğasına suç atfetmek de ironiktir). "İnsan olan bunu yapmaz" derken bile aslında kendimizi doğadaki diğer canlılardan çok farklı gördüğümüzü haykırıyoruz ve aslında tam da insan denen varlığın, suni bir ürün olduğu için çok tuhaf davrandığının bilincinde değiliz. Kültür, gelenekler, inançlar, gelecek kaygısı, miras kavramı, özel mülkiyet, teknoloji, bizi doğamızdan koparıyor. O kadar ki, "insan doğasını" bile tanımlayamaz hale geldik. Sistemin işlemesi için de bu doğadan koparılma, evcilleştirme işleminin durmaksızın sürmesi, size de bu evcilleştirmenin iyi bir şey olduğunun uzun uzun anlatılması, medeniyetin ve gelişimin devamlı övülmesi gerekiyor; çünkü doğasından kopmamış, "vahşi" bir insan topluluğu, kendisine yapılan bu muameleye dayanamaz, bu 10.000 senelik köleleştirme projesini on günde yıkar, insan doğası diye anlatılan masala gülerdi.

Ben, bir anarşist olarak, polis kurumuna, ceza konseptine, devlete karşı olduğumu söyleyince, "ya evin elinden alınırsa / ya tecavüzler artarsa / ya herkes birbirini doğrarsa" gibi tereddütlerle karşılaşıyorum. Dünya bu haldeyken, başımızdaki yöneticilerden kurtulmak, hapishaneleri bombalamak tabi ki bir işe yaramayacaktır. Çünkü günümüz modern insanı, kurumsallaştırılmış, evcilleştirilmiş ve bir sürü lideri ihtiyacında olan bir üründür. Öncelikle bu üründen kurtulmak gerekiyor (Ki bu ürün, Marx'ın öngörüsü gibi bir diktatör tarafından da yok edilemez). Bu üründen, toplum düzeni, aile kurumu, teknoloji, özel mülkiyet gibi hayatımıza işlemiş pekçok kavram yok edilerek kurtulunursa, zaten sonrasında hiçbir mücadeleye gerek kalmaksızın devlet erir gider. Fakat tamamen suçların varlığından beslenen  (Suçlar devam etmelidir ki, bu suçları önleme amacında olduğunu iddia eden "gerekli" bir devlet kurumu meşruluğunu korusun), eğitimle evcilleştiremediği bir insanı hapisanesinde disipline etmeyi kendisine prensip edinmiş (Hapisanelerin gerçekten suçları azalttığı yalanıyla bu utanç verici ceza sistemini aklamaya çalışarak), insanı doğasından uzaklaştırıp onları suça sürükleyen, çünkü kendisi doğal olmayan, suni bir devletler topluluğunda yaşıyoruz ve bu topluluğa uygun insanlar üretiyoruz. Bu üretilmiş insan, kendi doğasıyla sürekli savaş halinde olmaya mahkumdur ve ikisi aynı anda galip gelemez. İnsan doğasının galip gelmesi, bu üretilmiş insanın (Yani devlet makinesinin dişlilerini) ve dolayısıyla devletin ve devleti besleyen boğucu toplumsal düzenin yok olacağı anlamına gelmektedir. Fakat tam zıttı olur, 10.000 senedir olduğu gibi insan doğası boğulmaya devam ederse, gittikçe hızlanarak düşen bir uçak gibi yakın bir zamanda yere çakılırız ve bizimle birlikte diğer türler ve gezegendeki yaşam da yok olur gider. Karar bizim.

Referanslar:
(1) http://freethoughtnation.com/contributing-writers/63-acharya-s/562-garden-of-eden-originally-a-pygmy-myth.html
(2) http://www.nytimes.com/1988/03/13/books/love-and-murder-among-the-chimps.html?src=pm
(3) http://www.britannica.com/EBchecked/topic/143532/Cro-Magnon

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder