Yazımın başlığından dolayı hayat kadınlarından özür diliyorum. Orospu çocuğundan kastım bizzat kadınların fuhuşa zorlandığı veya çocuğuna bakabilmek için patronu tarafından uğradığı sözlü, fiziksel tacizlere, tecavüzlere göz yummak zorunda bırakıldığı bu sistemin en azılı kan emicileri ve onların aynı sistemden nemalanan mirasyedi çocuklarıdır.
Günlerdir radyolardan, televizyon kanallarından, gazete bayilerinin önünden geçerken gördüğüm gazetelerden, İngiltere prensi William'ın "destansı" düğünü hakkında duyuyor, nasıl tonla para harcandığını ballandıra ballandıra anlatan demokrat liberalleri görüyorum. Geceleri de televizyon açık uyurum, bu sabah haberlerden gelen "Keşke Diana da yaşasaydı, oğlunun mürvetini görseydi", "fakir bir ailenin kızı Kate ile bir yardım organizasyonu vasıtasıyla tanışan yardımsever ve mütevazi prensin mucizevi evliliği" gibi seslerle uyandım. "Vah vah" diyerek yataktan kalktığımdan beri bol bol küfretmeye meyilli oluşumun nedenlerinden biri de bu.
Fakat sonunda okuldan eve yürürken, bir beyaz eşya mağazasındaki tezgahtar kızın, bir mini buzdolabının üzerine yarım uzanmış bir şekilde, televizyondaki düğünü şevkle izleyip hayallere daldığını görünce biraz çileden çıktım. Sömürgeci bir krallık, çifte eşlik eden palyaço gibi giyinmiş ve tek başlığına harcanan parayla düzinelerce insanın ölümden kurtarılabileceği onlarca atlı şövalye, dünyadaki gelir eşitsizliğinin sorumlusu bin beşyüz düğün davetlisi kodaman, onlarca halkın topraklarından çalınmış ganimetlerle kurulmuş ülkelerin birindeki bir aristokrasi düğünü. Katedral çıkmış ve böbürlene böbürlene düğüne davet edilmiş, Afganistan'da yüzü parçalanmış askerden, Irak'ta ölmüş bir askerin eşinden bahsediyor. Orada ne işleri olduğunu açıklamak yerine, klasik her devletçinin yapacağı gibi askerlerini övüyor ve oradan bu "kahramanları", devletin ve dolayısıyla krallığın kutsallığıyla özdeşleştiriyor. Bunda büyülenecek ne var? Daha doğrusu, bu manzarayı ağlayarak, öfkeyle mi izlemek gerekir, hayallere dalarak mı? Krallık (Her ne kadar meşrutiyet de olsa) ve aristokrasi denen terimlerin utanç verici olduğu unutuluyor, kralın yardımseverliğinden bahsediliyor. Zizek, en kötü köle sahiplerinin, kölelerine iyi davranan, böylelikle köleliğin masum görünmesine sebep olup köleliğin ömrünü uzatmış köle sahipleri olduğunu söylerken ne kadar da haklıdır.
Bu örnek üzerinden geleceğim konu, politik şiddet. Düşünün ki bir kişi çıkıp prense suikast yapıyor, ya da Buckingham Sarayı'na intihar saldırısı düzenliyor. Olacakları biliyoruz: Derhal bu saldırının arkasında "kötü emellere alet eden" bir örgütün olduğu varsayılacak, bu insan da itiraf ettirmek adına insan dışı işkencelere maruz kalacak, medya derhal diğer suikaste uğramış devlet adamları gibi William'ı yardımsever, masum ve demokrasi yanlısı bir prens olarak resmedecekti. Devlet ve basın organlarının bunu yapması normal, fakat işin kötü tarafı, cahil halk, bu suikastçiye vicdansız bir canavar, yabani bir hayvan gözüyle bakacaktı. Peki gerçek bu mudur?
Hayır, tam tersine, bireysel politik suçlar üzerine yapılan tüm bilimsel çalışmalar, bu suçluların haksızlık ve eşitsizliğe karşı olağanüstü hassas olduklarını gösteriyor. Size bir örnek vereyim: Paris Millet Meclisini, kimsenin ölümüne yol açmasa da, bombalamış, Vaillant isimli kişi. Savunmasına bakın:
"Baylar, birkaç dakika içinde cezamı keseceksiniz, fakat hükmünüzü yediğimde en azından var olan bu toplumu yaralamış olmanın tatminini yaşıyor olacağım. Öyle bir toplum ki, tek bir insan, binlerce aileyi doyurmaya yetecek parayı boş yere harcayabiliyor, öyle bir toplum ki, birkaç birey tüm sosyal varlığı tekeli altına alabiliyor, diğer bir tarafta köpeklerden bile esirgenmeyen ekmeği yüzbinlerce talihsiz bulamıyor, aileler sadece zorunlu ihtiyaç yokluğundan intihar ediyor.
Ah baylar, keşke yönetenler o talihsizlerin arasına bir inseydi. Ama hayır, onların çığlıklarına sağır kesilmeyi tercih ediyorlar. Sanki kader onları yutacak bir uçuruma doğru çekiyor onları, 18. yüzyıl krallığı gibi. Yazık o açlar ordusunun çığlığına sağır kalanlara, yazık o kendilerini üstün sananlar ve aşağılarındakileri ezme hakkını kendinde görenlere. Bir zaman gelecek ki insanlar kasırga gibi kalkacak, sel gibi akacaklar. O zaman sancak direklerine asılmış kanlı başlar göreceğiz.
Sömürülenler arasında, baylar, iki çeşit insan vardır. Birincisi, ne durumda olduklarını ve ne durumda olabileceklerini bilmezler, hayat nasıl gelmişse öyle kabul ederler, köle olmak için doğduklarına inanırlar ve işlerinin karşılığı olarak onlara verilen küçük ücretle memnun olurlar. Fakat bazıları da vardır ki, düşünür, inceler, sosyal eşitsizlikleri keşfeder. Başkalarının çektiği acıları bu denli net görebilmek, onların suçu mu? Ve bu insanlar mücadeleye girişir, popüler suçları sırtlayıp bedelini ödeme pahasına.
Baylar, ben bu ikinci gruptanım. Nereye gittiysem, kapitalin zulmü altında bükülmüş talihsiz bireyler gördüm. Her yerde içinden kanlı gözyaşlarının fışkırdığı aynı yarayı gördüm, uygarlıklığın acısından bıkmış insanların en azından palmiye ağaçlarının gölgesi altında doğayla birlikte yaşayacaklarını düşündüğüm Güney Amerika'nın en ucra köşelerinde bile durum böyleydi. Evet, orada bile, her yerden daha çok, kapitalin bir vampir gibi gelip paryanın son kanını emdiğini gördüm.
Sonra Fransa'ya geri döndüm, ailemin nasıl acı çektiğini görmem için stoklanmış bu ülkeye. Bu, bardağı taşıran son damla oldu. Rezil, korkak bir hayattan bıkmıştım, bombayı bu rezaletin ana sorumlularının mekanına taşıdım.
Benim bombalamamdan yaralananlar tarafından suçlanıyorum. İzin verin dikkatinizi bazı gerçeklere çekeyim, eğer Fransız Devrimi sırasında burjuva, katliamlar yapmasa ve katliamlara neden olmasaydı, hala soyluların hükmü altında olacaklardı. Diğer bir taraftan, Tonquin'de, Madagaskar'da, Dahomey'de yaraladıklarınız ve öldürdüklerinizin sayısını hesaplayın ve buna binlerce, evet, milyonlarca fabrikalarda, mayın yataklarında, kapitalin öğütücü gücünün hissedildiği her yerde ölenleri ekleyin. Aynı zamanda açlıktan ölenleri de ekleyin, ve bunlar hep bizim vekillerimizin onayıyla oldu. Bunlar ortadayken, benim önüme getirilen şikayetler ne kadar da küçük!
Tabi ki onların yaptığı benim yaptığımı yok etmiyor; fakat, yukarıdan aldığımız darbelere karşılık vermemiz bir savunma değil midir? Biliyorum ki bana, bu insanların problemlerini konuşarak dile getirmem, halletmem gerektiğini söyleyeceksiniz. Fakat ne umarsınız ki! Sağırın duyması için çok sesli konuşmanız gerekir. Uzun zamandır tüm konuşmalarımıza hapis cezalarıyla, iple, dipçik darbeleriyle cevap verdiler. Hata yapmayın, benim bombam sadece Vaillant isimli asi bir insanın çığlığı değildi; haklarını arayan, sözü eyleme geçirecek tüm bir sınıfın çığlığıydı. Düşünürlerin fikirleri durdurulamaz; Geçen yüzyılda olduğu gibi, devletin tüm zorlaması Didlot'ların, Voltaire'lerin insanları özgürleştirici fikirleri yaymalarına engel olamadı, yine devletin zorlamaları Rectus'ların, Darwin'lerin, Spencer'ların, Ibsen'lerin, Mirbeous'ların, kitleleri cahil kılan önyargıları kırmasını sağlayacak adalet ve özgürlük üzerine düşüncelerini engelleyemeyecek. Ve bu fikirler, talihsiz insanlar tarafından benimsenip, bende olduğu gibi, başkaldırı eylemleri olarak tomurcuklanacak, ta ki otoritenin yok olduğu ve insanların özgürce, kendi istekleri doğrultusunda organize olabildiği, işlerinin meyvelerinden zevk alabildikleri, önyargı denilen ahlaki hastalıkların ortadan kalktığı, insanların uyum içerisinde yaşayabildiği, arkadaşlarını sevme amaçlarından başka bir hırslarının olmadığı gün gelene dek.
Bitiriyorum, baylar, sözlerimi, hepimizin gördüğü ve hissettiği sosyal eşitsizliklerin olduğu bu toplumun, her gün yoksulluktan dolayı intiharların olduğu bu toplumun, her sokak başında fahişeliğin fışkırdığı bu toplumun, baş anıtlarının hapishaneler ve kışlalar olduğu bu toplumun mümkün olduğu kadar hızla değişmesi gerektiğini, insanlık ırkından hızla yok edilmesinin gerektiğini söyleyerek bitiriyorum. Bu değişim için, hangi araçla olursa olsun, çalışanlara ne mutlu. Benim, otoriteyle düelloya girişmeme neden olan fikir budur fakat bu düelloda sadece kendi ünümü yaraladım ve şimdi onun beni vurmasının zamanı geldi.
Şimdi, baylar, bana vereceğiniz cezaya pek önem vermiyorum, bu duruşmaya mantık gözüyle baktığımda size, maddede kaybolmuş atomlara baktığımda gülümsemekten kendimi alamıyorum, sadece omuriliğinizde biraz uzunluk var diye, bir arkadaşınızı yargılama hakkınızı kendinizde görüyorsunuz.
Ah, baylar, şu duruşmanız ve vereceğiniz karar insanlık tarihinde o kadar küçük ki, hortuma kapılmış ufacık bir nesne gibi, kozmik güçlerin kendini sonsuza kadar yenileme oyunu olarak aynı tarihi ve aynı gerçekleri başlatmak için yok olmaya veya değişmeye mahkum."(1)
Şimdi, bu insanın cahil, canavar, deli olduğunu iddia edebilir misiniz? Tam tersine, ortalama bir insandan çok daha hassas, bilinçli ve analitik bir zekaya sahipti (Bu duruşma sonunda alınan kararla idam edildi). Daha pek çok örnek verebilirim. Politik şiddete bulaşmış, cinayet işlemiş, fakat savunmasında "Hakim bey, amacım kendimi savunmak değil, sadece yaptığımın nedenini açıklamaktır" diye başlayıp, bir çocuk saflığında savunmalar veren, yaptıklarının bedelini ödemiş insanlarla dolu yakın tarihimiz. Yurtdışına gitmeye gerek yok, ülkemizde de yüzlerce örneği var.
Sakın bu yazımdan şiddeti "savunduğum" veya "tavsiye ettiğim" anlamı çıkarılmasın. Sadece, politik şiddeti anlayabiliyorum. Sadece politik şiddet değil, her suçun arkasında sosyolojik bir neden vardır. Evet, işlenen tüm cinayetler, aklımızın almadığı, "bunu yapan insan olamaz" dediğimiz suçların bile derinine indiğimizde arkasında ekonomik eşitsizlik, kutsal saydığımız fakat aslında o kadar sapkın olan kültürümüz veya devlet baskısı yatıyor. Aslında "suç", bir derecelendirilme olayı. Hepimizin içinde bir suçlu var ve sosyolojik, çevresel ve psikolojik faktörler, kimimizi kimimizden daha çok suça meyilli hale getiriyor. Ortada iddia edildiği gibi, "hür irade ile işlenmiş" suçlar yok. Kimse kusura bakmasın, çoğunluğa uyup da bireysel suçluları, özellikle politik suçluları "canavar", "şaşırmış" olarak nitelendiremem. Çünkü suçun neden işlendiğiyle ilgilenmeyen, sadece ne kadar haşmetli olduğunu, suçlu zengin olmadığı sürece, suçluya yaptığı zulümle halkına kanıtlayan kurum zaten var, adı da devlet. Özellikle de halkın canavar olarak gördüğü politik suçluları dışlayamam, çünkü o suçlular, kendisini dışlayan halkı, halkın kendisinden daha çok düşündüğü için o suçu işliyor. Bu düzenin gerçekten değişebileceği gerçeğini görmüş, gerçek özgürlüğün ne demek olduğunu kavramş birey, bunu engellediğini bildiği kurumlara, odaklara, doğru olduğunu düşündüğü yöntemlerle savaş açıyor, bunu yaparken hiçbirimizin gösteremeyeceği bir cesaret gösterip işkenceleri, hayatından olmayı göze alıyor. Halkın ise farkına varmadığı, asıl hırsızın, serbest piyasa (Veya devlet kapitalizmi) aracıyla devlet, asıl katilin, asker ve polis aracılığıyla devlet, asıl tecavüzcünün, ataerkil kültürün en azılı destekçisi olan yine devlet olduğudur.
Vaillant'ın parmak bastığı "konuşarak çözümün imkansızlığı" konusuna değinmek istiyorum. "Demokraside şiddete yer yoktur" gibi saçma sapan bir inanç var. Yani ortam sözde demokratik, o yüzden ne yapıyorsak sözle yapabilir(miş)iz. Özellikle ülkemize bakalım: Meclise girmek için %10 barajını aşmanız gerekiyor; bunun içinse medyadan büyük bir destek toplamanız şart. Çoğunluk tarafından olmamak suç. Devletin gençlere uyguladığı polis şiddeti, gözaltı ve tutuklamadaki aşağılamalar, radikal yazarlara karşı sansür, baskı, medyada çok az yer buluyor ve bunlar hep "yasal". Hani demokraside şiddete yer yoktu? İfade özgürlüğü yok. Sesinizi duyurmak için hoparlöre sahip olmanız gerekiyor fakat hoparlör satın almak yasak. Hoparlörü devletle dövüşerek zorla aldığınızda, bunun adı şiddet oluyor. Ülkenin gelirinin yarısı 30.000 kişinin elinde toplanmışken, geri kalan 80 milyona diğer yarısı bölüştürülüyor. Bu, bir insanlık suçu değil midir? Yani zaten sana, bana, hepimize karşı her gün, şu saniyede işlenen bir suç yok mudur ortada? O halde, mütecaviz, agresör, yani ilk saldıran taraf kimdir? Gerçekten defanstaki taraf kimdir?
Kim suçlu?
Biraz empati.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder